Marifetname

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

23-BÖLÜM:023:
BEŞİNCİ BÖLÜM

Su unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, farklılık ve vasıflarını,
isimlerini; denizken buhar, bulut, kar, yağmur, kaynak ve nehir ve yine
buhar olmasını; değişik hareketlerle hareket bulmasını; denizlerle
karaların yer değiştirmesini; denizlerde ve karalarda bulunanların sudan
faydalanmasını, suda hayvanların vücuda gelmesini; su tabakasının kalınlığı
sayılan denizlerin derinliklerinin ölçülmesini, denizle gemilerin
yürümesini ve gemilerle halkın her tarafa varıp, murat almasını; yeni dünya
(Amerika) bulunup, yer ve deniz devr olunup, batıya giden gemilerin doğu
semtine gelmesini yedi madde ile açıklar.

Birinci Madde


Su unsurunun mahiyetini, tabiat ve tavırlarını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki filozoflar ve astronomlar ittifak üzere demişlerdir
ki: Dört unsurun üçüncüsü su unsurudur ki, o basit bir cevher, renksiz ve
şeffaf küre bir cisimdir. Tabiatı nemli ve soğuktur. Havaya nispetle kesif
bulunup, ağırlığı sebebiyle öteki unsurlardan farklıdır. Oluşum ve
bozuşumla suretler bulmaya kabiliyetlidir. Kendi yerinden çıktığında, başka
unsurlara dönüşür. Yerinde iken bile unsurlara dönüşür. Kendi tabiatıyle
yerinde sâkin iken nice değişik hareketlerle hareket halindedir. Su
küresinin üt yüzeyi dalgalı olup, üstünde bulunan hava küresinin hareketli
yüzeyine tema etmiştir. Alt yüzeyi, altında olan toprak yüzeyine teğet
olduğundan, vâdilerin ve dağların iniş çıkışı nedeniyle suyun yüzeyi dahi
iniş-çıkışlıdır. Bu su küresinin tabiî yeri, havanın altı ve toprağın üstü
olup, yerküreyi her yönden örtüp, içine alıp, tam yuvarlak olmak tabiatı
gereği iken, yeri tamamen örtmeyip, yerin bazı kısımları açıkta
kaldığından; hikmetinde bazı astronomlar, Hak'kın inayetine yapışıp, yer
hayvanlarının, özellikle insan nevinin yaratılışına ve yeryüzünde havadan
teneffüsle neslini sürdürmesine ve hayatını devam ettirmesine ilahî yüce
iradeye bağlamışlardır ki, görünüşte bir sebebi malûm değildir,
demişlerdir. Çoğu dahi teslim olu, demişlerdir ki: bu sebebler âleminde
herşey sebebler yoluyla vücuda gelmek, ilahî âdettir. Şu halde deniz suyu,
dünya küresini tamamen örtmediğinin sebebi budur ki, güneşin merkez dışı
feleği hasebiyle doruk ve eteği olduğunda ve hâlen eteği güney burçlarından
oğlak burcunun başlarında bulunduğundan, güneş, kendi seyriyle senede bir
kere eteğine indikçe, yerin merkezine yakın olup sıcaklığı fazla tesir
eder. Çünkü güneş, o güney burçlarında, eteğinde oldukça yere yakı olup;
kuzey burçlarında doruğundan bulundukça, yerden ırak gitmiştir. Bu durumda
eteğine geldikçe, sıcaklığının şiddeti, su unsurunu ısıtıp, harekete
getirip, yerin o tarafına çekmiştir. zira ki az bir su, bir büyük kazanın
bir kenarında kaynasa, elbette o su, kazanın öbür taraflarından o tarafa
varıp, sair tarafları sudan hâli kalıp, açıkta olur. Bunun gibi deniz suyu,
güney tarafında güneşin sıcaklığının şiddetinden harekete gelip, deniz
suları diğer kutuplardan o tarafa çekilmiş olup; yerin kuzey semtinde açık
yerler kalmış, demişlerdir. Lâkin araştırıcılara göre, soğukluk ve
sıcaklık, sadece güneşin yakınlığı ve uzaklığı değildir. Belki güneş
ışınlarının dik gelmesi sıcaklığı, kırık gelmesi sıcaklığın azlığına
sebebtir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır.
Kara ile deniz ikisi bir küre olduktan sonra, asırların geçmesiyle
rüzgârların esmesi, sellerin akması, açık araziye tesir edip; vâdiler,
dağlar, inişler-çıkışlar oluşmuştur. Deniz suyu hareket ettikçe alçak
yerlere inip, toprak üzerinde yer yer göller ve gölcükler kalmıştır. Şu
halde güneşin etekte bulunması, kara parçalarının kalmasına tek sebeb
bilinmeyip, sadece önemli sebeb bilinmiştir. Zira ki Amerika'nın yarısı etek
noktasının (oğlak dönencesinin) altında kalmıştır. Vallahi a'lem.

İkinci Madde

Su unsurunun değişik vasıflarını ve isimlerini; deniz iken buhar, bulut,
kar, yağmur, menba, dere ve nehir olmasını ve onunla bitki hayvan ve insan,
belki bütün madenler ve özlerin hayat bulmasını ve yine suyun buhar olup
aslına dönmesini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üere demişlerdir
ki: Toprak unsurunu kuşatan su unsuru ki, o, bahr-i muhittir. (Okyanusların
genel adı, bahr-ı muhit'tir.) O tek bir deniz iken, çeşitli imkanlara
nispetle muhtelif denizlere bölünmüştür. Cihanın dört yönüne nispetle,
dört kısım bulunmuştur. Bunlar: Doğu okyanus, batı okyanusu, güney
okyanusu ve kuzey okyanusudur. Bunların her biri kendi sahillerine bitişik
olan memleket ve beldelere izafetle nispet kılınmıştır. Nitekim güney
okyanusuna: Çin okyanusu, Hint okyanusu, Acem okyanusu, Fars okyanusu,
Umman okyanusu, Arap okyanusu, Habeş okyanusu, sudan okyanusu denilmiştir.
Su unsuru, ateş tabakasına nispetle beşinci tabaka sayılmıştır. Güneş
şuasının sıcaklığıyle, deniz suyunun ince parçaları havaya yükseldiğinden;
ateş, hava ve toprak parçalarıyle karışmış olan kesif parçaları kalıp,
tadı böye acı ve tuzlu bulunmuştur. Yukarıda açıklandığı üzere, deniz
sularından güneş vasıtasıyle havanın içinde buhar, bulut, kar ve yağmur
olup, yere indiğinde, yavaş yavaş kaynaklar ve nehirler olup ve ondan
madenler, taşlar, bitkiler ve ağaçlar nasiplenip, bütün hayvanlar ve
insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat verdikten sonra kalan fazlası
büyük nehirler olup ve ondan madenler, taşlar, itkiler ve ağaçlar
nasiplenip, bütün hayvanlar ve insanlar, hayat ve can bulur. Cümleye hayat
verdikten sonra kalan fazlası büyük nehirler oup, denizlere dökülür. (Su
ile her şeye hayat veren Allah münezzehtir.) Deniz suyu, bir dahi havaya
komşu olduğunda, yine letafet ve halavet bulup, hoş ve tatlı su our. Deniz
suyu bu minval üzere dolap gibi sürekli devr edip, denizlerden giden
buharlara karşılık, denizlere nehirler gelir. Bunun için yükselen
buharlarla, denizlere eksiklik gelmez. Nehirlerin karışmasıyle de
denizler artmaz. Deniz suyu acı ve kesifken, havanın komşuluğuyle tatlılık
ve letafet bulur. Lâkin güneşin sıcaklığıyle ısınmış ola toprağa
karışmasıyle renkler, tatlar ve nitelikler kazanıp, tuzlu ve sıcak olur.
Zemzem suyu, bütün hastalıklara devadır. Tatlı suyun faydaları çoktur. Ama
susuzluğu gidermesinden büyüğü yoktur. Su unsurunun dahi, ötekiler gibi
rengi olmayıp, karıştığı nesneye dönüşür, onun tabiatını alır. Mesela suyun
karıştığı nesne sirke ise, su sirke olur. Bal ise, o da ba olur. Mutlak su
iken bütün renkleri ve tatları kabul eder. Bütün kirleri ve yağları
yok edip, akar gider. Yunan filozofları bahr-i muhite, okyanus derler. Muhit
okyanus, yumurtanın beyazının kendi içinde sarısını kuşattığı gibi, dönücü
olan toprak unsurunun çoğunu kuşatmıştır. Toprak küre, denizden yer yer
ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan yerlerin dörtte biri meskûn, yeni dünya
(Amerika) ve binlerce ada mamur nice nâm ve nişan ile şöhret bulmuştur Bu
dörtte bir meskûn yerlerde olan küçük denizler, o büyük okyanusun
artıklarından yer yer birer göl emsali kalmıştır.O küçük denizlerin en
büyüğü Hazer denizidir ki, okyanusa bitişik değildir. Bu, güney
okyanusundan kuzeye dolanıdır. Devredici değildir. Kuzeyinde Hazer
şehirleri, Mongay ve Türkistan bulunur. Doğusunda, Harezm, Taberistan ve
Cürcan'dır. Güneyinde Ca dağları ve Keylan'dır. Batısında Şirvan, Dağistan
ve Ezderhan'dır. Bu denizin adaları çoktur. Lâkin hiçbirinde imaret yoktur.
Zira ki çok dalgalı ve çabuk helak edicidir. En derin yeri yüz kulaç
gelmez. Cezri ve meddi olmaz. Bu denizin çevresi, yaklaşık üçbin mil mesafe
ölçülmüştür. Uzunluğu, yaklaşık sekizyüzelli mildir. Genişliği doğudan
batıya, altıyüz mil bulunmuştur.
Kulzüm, bir şehrin ismidir ki, deniz sahilinde bulunmuştur. O deniz, o
şehre nispet kılınmıştır. Okyanusa bitişik olduğundan, cezri, meddi ve
dalgalanması okyanusa benzer. Firavn askeriyle onda boğulmuştur.
Kızıldeniz ile Yemen arasında bir büyük bağ bulunur. Kızıldenizin uzunluğu
ve genişliği Hazer kadardır. adalarının çoğu mamur ve meskûn bulunmuştur.
Geçişi kolay ve nâdiren helak edicidir. Derinliği, ikiyüz kulaçtan fazla
bulunmuştur. Ona bitişik olan Narencek ve Habeş denizinin yolcuları, güney
kutbunu görüp, kuzey kutbunu görmezler. Zira ki, ekvatorun güney semtinde
bulunurlar.
Bahr-i Rum ki, Akdeniz'dir. O, batı okyanusundan çıkmıştır. Doğuya doğru
gelip, Dimişk'e (Şam) değin akmıştır. Bu denizin uzunluğu batıdan doğuya,
yaklaşık altı aylık yoldur. genişliği güneyden kuzeye aynı ölçüde değil,
bazı yerleri dary, bazı yerleri geniştir. Batı tarafından genişliği,
yaklaşık yediyüz mildir. Ortası ikibin mildir. Doğu tarafı bin milden
ziyade ölçülmüştür. Bu denizin kuzeyinde: Endülüs, Yunan, Firenk, Rumeli ve
Anadolu memleketleri bulunur. Doğusunda: Halep, Şam ve Kudüs eyaletleri
vardır. Güneyinde: Mısır, Libya, Tunus ve Cezayir memleketleri vardır.
Batısında: Batı okyanusu bulunur. Bu denizde çok adalar vardır ki, meskûn
ve mamurdur. Kur'an'da yazılmış olan iki denizin birleşmesi durumlarının, bu
denizin bulunduğu meşhurdur. Bu denizin memleketleri büyük, geçişi kolay,
sahilleri meskûn, adaları mamur, faydaları çok yararlı bir denizdir.
Mıknatıs taşı ve mercan ancak onda oluşur. Bir gün bir gecede med ve cezri
dörde ulaşır. Derinliği, üç kulaçtan fazla değildir.
Bahr-i Esved ki, Karadeniz'dir. O, İstanbul'a, dört-beş saat mesafe bir
boğaz içinden gelip, o Belde-i Tayyibe önünde iki denizi birleştiği yere
dökülür. Oradan Akdeniz'e dahil olur. Akdeniz ise, Sebte boğazından batı
okyanusu ulaşır. Karadeniz boğazının doğusunda, yüksek bir dağ üzerinde
olan uzun mezar, Yuşa nebinin kabridir, derler. Karadeniz, doğudan batıya
dolanır. Hazer'den daha geniş ve derindir. Kuzeyinde: Akgerman, Kefe, Aak
ve Abaza şehirleri vardır. Doğusunda: Fas ve Gürcistan kaleleri ve Rize
bulunur. Güneyinde: Trabzon, Giresun, Sinop ve Ereğli eyaletleri vardır.
Batısında, İstanbul, Karaharman ve Tuna nehridir. Bu denizin ortasında
adaları yoktur. En derin yeri, üçyüz kulaçtan çoktur. Doğudan batıya giden
gemilere kolay geçit verir. Batıdan doğuya gelen gemileri çoğunlukla helak
eder. Bu denizin çevresi, yaklaşık beşbin mildir Uzunluğu, yaklaşık
binbeşyüz mildir. Genişliği güneyden kuzeye yani Sinop'tan Kefe'ye,
yaklaşık yediyüz mildir. Uzunluk mesafesi doğudan batıya, kırkbeş günlük
yoldur. (Denizlerin yaratıcısı münezzehtir.)
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Üçüncü Madde
Denizlerin çeşitli hareketlerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve filozoflar ittifak üzere
demişlerdir ki: su unsuru olan denizlerin muhtelif hareketleri vardır.
birinci hareket, aşağıya doğru olan harekettir. bu su unsuru, toprak
unsuruna bitişik olduğundan, tabiatı gereği yer gibi, merkez tarafına
harekettir. Bu irinci hareket, tabiî olan süflî harekettir. İkinci hareket,
rüzgârların hareket ettirmesiyle olan dalgalanma hareketidir. Üçüncü
hareket, doğudan batıya harekettir. Bütün denizciler katında denenmiş ve
sabittir ki, okyanusun doğudan batıya akması vardır. Meselâ Akdeniz'in sebte
boğazından okyanusla batıya doğru Amerika'ya birbuçuk ayda varırlar. Dört-
beş ayda ancak doğuya doğru gelirler. Portakal (Portekiz) tayfaları
okyanusla Amerika'dan geçip, yeraltından Hint'e gidip gelirlerken,
okyanusun doğuya hareketini seyretmişlerdir. Bu hareket, Akdeniz'de de
tecrübe olunmuştur. Bu hareketin sebebi büyük feleğin günlük hareketinden
bilinmiştir. Zira ki, okyanusa gizlice tesir edip, felekler gibi onu dahi
döndürür bulunmuştur. Dördüncü hareket, kuzeyden güneye harekettir. Bu
hareket ahi denizcilerin tecrübesiyle ispat olunmuştur. Bu hareketin sebebi,
kuzeyde toprağın bir miktar yüksek oluşundandır. O taraflarda nice büyük
nehirler vardır ki denizlere akar bulunmuştur. Nitekim Don nehri Azak
denizine, Tuna nehri ve sair nehirler Karadeniz'e dökülür. Kuzey taraf
güneşten uzak ve soğuğu şiddetli olduğundan, onda çok sular oluşup, güney
semtine akar gider. Beşinci hareket, yayvan harekettir. Bu hareket
Akdeniz'de olur. Bu hareketin sebebi, doğuya yönelik harekettir ki,
burunlara ve körfezlere rastlayıp geri gelir. Böylece o sahillerde yayvan
hareket meydana gelir.
Altıncı hareket, med ve cezir hareketidir. Bu hareketle deniz suları
tereddüt üzere sahillere gelip, altı saat kadar durup, yine geri gider.
Bunun sebebi konusunda filozoflar ihtilâf etmişler: Çoğu demişler ki: Bu
âlemdekilerin çoğu dört unsurdan bileşik, akıl ve ruh ile kaim ve bir tek
nefs ile hareket eden ve duran bir canlıdır ki, bir hareketi dahi med ve
cezirdir. Bazıları demişlerdir ki: Med ve cezir, okyanus içinde olan
hayvanların ve etrafında olan ruhların teneffüsünden olur. Bazıları
demişlerdir ki: Me ve cezir, güneşin hareketine oluşan rüzgârların
hareketinden vücuda gelir. Bazıları da, med ve cezri, ayın tesirine isnat
etmişlerdir. Nitekim yukarıda açıklanması geçmiştir.
elhasıl her şeye ve her işte nice hikmetler ve faydalar olmakla, bu su
unsurunun sürekli hareketi dahi mânâsız olmayıp, zımnında nice faideler
vardır. Önce deniz, hareket ettiğinden dolayı kokuşmaz. Zira ki,
hareketiyle kokuşma gider. Meselâ bir kimse güneş yönüne itidal üzere
yürüyüp gelse, bu işi tecrübe ile anlar ve şüphesi kalmaz. Zira ki, güneşe
karşı ayakta duran, oturan kadar sıcaktan etkilenmez. İkinci olarak, med ve
cezir ile deniz suyu temizlenir. Zira ki durgun su, çoğunlukla pis ve
bozulmuş olur Halbuki hareketli denizde pislikler eğlenmeyip, etrafına
çıkıp, suyu temiz kalır. Üçüncü olarak, bu med ve cezirin gemilere genel
kolaylığı vardır. Zira bazı iskeleler vardır ki, medsi onlara yaklaşma ve
girmek mümkün olmaz ve cezir zamanında gemiler kolaylıkla çıkar, çakılıp
kalmaz.

Dördüncü Madde

Denizle karanın değişimini ve birbirinin yerini almasını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar ve astronomlar demişlerdir ki: Deniz
ile kara yer değiştirirler. Zira ki zamanların geçmesiyle sulardan toprakta
nice sebeble büyük değişiklikler hâsıl olur. Evvela toprağın bazı yerleri
çorak ve kuru olmuşken, denizden ona itidal gelir ve tam tersi olur. Bu
bakımdan toprak, hayvan ve insana benzer. Kâh civan kâh elden ayaktan
düşmüş pîr olur. İkinci olarak bazı yerler açıkken, denizle örtülür. Kâh
deniz altındaki yerler açılıp, mamur olur. Zira ki, denizin hareketi,
felekî cisimlerin kuvvetinden çıktığında ve kâh fırtına ve tufanı harekete
geçiren yıldızların bakışları, denizin hareketine uygun gelmekle, deniz
haddinden fazla azar. Sahillerini geçip gider. Kâh bir ülkeyi basıp örter
ve kendine mahsus eder. Kâh bir başka kenarından çekilip, yeri açar ki, güya
insanlara o yeri bahşeder. Üçüncü olarak, karaya bitişik bazı yerler,
günlerin geçmesiyle ada olmuştur. Kıbrıs gibi. Bazı büyük adalar da karaya
bitişerek, eyaletlere katılmıştır. Dördüncü olarak, güya ki deniz, verdiği
yerlere mükâfat için bazı şehirleri ve adaları alıp, Azak denizi etrafında
olan Pira misalî, nice şehirleri basıp dibine salmıştır. Bu yönden derler
ki: Eskiden Sebte boğazından beri olan akdenizin yeri, kara iken Yunan
arazisi idi. Bundan sonra zamanların geçmesiyle batı okyanusu azıp, o
boğazı açıp, o arazide geçip, hâlen olduğu yerlere gelmiştir. Atlas denizi
kenarında, aşağıda bir büyük ada varken, bir tarihte yine batı okyanusu
azıp içine almıştır. Onun için denizin derinliğini ölçenler, o tarafı
ölçerlerken, dibini balçıklı ve otlu bulmuşlardır. şimdi bu delalet eder
ki, o er sonradan deniz tarafından basılmıştır.
İmam Fahrüddin Razi (Allah ona rahmet etsin) demiştir ki: Binlerce yıl önce
şimdi mamur olan dünyanın dörtte biri deniz suyuyle dolu ve örtülüydü. Onun
bu görüşü doğrudur ki, taşların çoğu kırılsa, su hayvanlarının parçaları
ortaya çıkar. Zira ki, su altından çıkan yapışık çamurdur ki, güneşle
taşlaşmıştır.
Mesudî, mürüc adlı kitabında yazmıştır ki: Deniz suları devirlerin
geçmesiyle hareketli, seyyal ve seyyardır. âkin kapladığı yerin
genişliğinden ve yavaş hareketlerinden intikalleri his olunmayıp, eski
yerlerinde sâkin sanılır. Nitekim Hazreti Halit Bin Velit (Allah ondan razı
olsun) Hazreti Ebubekir (Allah ondan razı olsun) hazretlerinin halifeliği
zamanında Hîre fethine varmıştır. Necef'e erişmiştir. Hîrelilerden
abdülmesih adlı bir ihtiyar görüp, ondan şaşırtıcı haberler sormuştur ve
acaip haberlerinden biri budur ki: Ben yetiştiğimde Far denizinin (Basra
körfesi) senindi şim indiğin yere ulaşıp, dalgaları şu anda ayaklarıın
bastığı yerde çırpınırdı. Gemiler, ind ve Hint mallarıyle buraya gelip,
giderdi. Mesudî demiştir ki: halen deniz ile Hîre'nin arası nice
merhaledir. necef'e varanlar ihtiyarın doğruluğunu bilmiştir.
Filistin ile Kıbrıs adası arasında bir yol vardı ki, Filistinliler karadan
Kıbrıs'a giderlerdi. Sebte boğazında taşlardan yapılmış, uzunluğu oniki mil
sağlam bir köprü vardı ki, buradan endülüslüler batı tarafına, batıdakiler
vde Endülüs'e geçerlerdi. Rum denizinin (Akdeniz) suyu, o köprünün altından
akıp, okyanusa dökülürdü. Bundan sonra günlerin geçmesiyle, o köprüyü örtüp,
çevresini ile basmıştır. Halen o denizin safa ve sükûnu vaktinde, o köprü
görünür, derler. Bunlara benzer binlerce belirti vardır ki, deniz sularının
batıdan doğuya akışını delâlet eder.
Hint meliklerinin en eskisi büyük Brahman'dır. İşin hikmetini o bilip,
söylemiştir. Yüksek cisimlerin, alçak cisimlerde olan tesirlerini
açıklayarak, ilk başlangıcı ispat etmiştir. Hind ve Sind adlı kitabında,
hikmet bilimlerinin usul ve füruunu yazıp, demiştir ki: Güneşin doruğu, her
burçta ikibinyüz sene seyredip, yirmibeşbin ikiyüz güneş yılında ybir
devresini tamamar. Vakta ki güneşin doruğu kuzey burçlarından güney
burçlarına geçer; yerin imareti dahi kuzeyden güneye değişir. Zira ki, bu
mamur yer, denizle dolup, halen denizle dolu olan yerler, meskûn ve mamur
olur. iddia etmiştir ki, güneşin doruğunun her devresinde bir kere
dünyadakiler yok olup, yeniden vücuda gelir. Mesudî demiştir ki: Şu halde,
güneşin eteğinin deniz sularını çekmesi, bu kaide üzerine mebnidir. Çünkü
doruk ve eteğin yer değiştirmesi yavaştır. Mamurun harap olması ve başka
bir âlemin vücuda gelmesi dahi, defaten değil, tedricendir. O halde mademki
güneşin eteği güney burçlarındadır; güney, kuzeyden daha sıcak olup, o
sıcaklık, bu rutubeti o tarafa çekip, su unsuru dahi o semte gider. Sürekli
olarak, yerin imârâtı, güneşin doruğunun yer değiştirmesiyle farz olunup;
güney burçlarına geçmesi halinde, imaret dahi o tarafa geçer.
Bütün bunları yazmaktan muradımız, itikat için değildir. Belki hakîm ve
yaratıcı olan Allah'ın, şaşırtıcı sanatlarını ve garip hikmetlerini, ârif
olanlar her şeyi kendi vücudunda bulup, kendini tanımaya nâil olmakla,
Hak'kı tanımaya erişip, her dileği kendi gönlünde hâsıl olmak içindir.

Beşinci Madde


Denizin, kara ve denizdekilere menfaat ve faydalarını ve kendi içinde
bulunan bazı hayvanların bazı vasıflarını bildirir.

Ey ziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün denizlerin suyu
acıdır. Lâkin okyanusun kuzey sahillerinde ve güney sahillerinde olan
suları, içilecek kadar tatlıdır. Bunun sebebi budur ki, o iki kutubun
dağlarından büyük nehirler ve çok seller akıp, o sahillerden, o iki denize
dökülür. O iki yerin tepe noktalarından güneş uzak olduğundan tesiri az ve
sıcaklığı zayıf olur. O iki denizin lâtif su zerrecikleri, havaye
çekilmeyip, suları letafeti üzere kalmıştır. Şu halde bu iki deniz ile
gemilerin getirdiği yük, acı denizlerle getirdiği yükün yarısı kadar ancak
gelir. Zira ki, acı suyun cevherî kesif olduğundan, ağır gemileri taşımak
için kuvvet bulur. Ama tatlı suyun cevheri talif olduğu için, ağır gemileri
taşımaya gücü olmayıp, batırır. Tatlı su içinde yüzmek, acı su içinde
yüzmekten kolay gelir. Zira ki, kesif araçları yarmaktan, latif parçaları
yararak hareket daha kolaydır. Onun için tuzsuz denizlerin dalgaları,
tuzlularınkinden büyüktür.
Deniz sularının acı olmasında faydalar çoktur. En belirgini budur ki: Kendi
kesafet bulup, selametle gemiler sahillere gidip, geleler. Kokusu latif
olup, içinde bulunan yaratıklar, onun kokusundan helak olmayıp, selamet
kalalar. Zira ki, durgun su tatlı olsa, uzun bekleyişte kokuşup, kokusu
helak edici olur. Hak Taâlâ inayetiyle denizleri dahi insanı emrine
vermiştir ki, onların içinden çeşitli taşlar; inci, mercan ve mıknatıs ve
anber ve nice faydalı sünger ve çeşitli taze etler çıkartılır. Yeryüzünde
olan yaratıkların çeşidinden çok, denizde de yaratıklar bulunur. Lâkin su
unsurundan, hava unsuru lâtif olduğu için hava ile beslenen kara canlıları,
su ile beslenen deniz canlılarından daha latif, daha zarif, daha güzel ve
daha şereflidir.
Deniz hayvanları genellikle iki kısım olmuştur. Bir kısmının akciğeri
olmaz, balık çeşitleri gibi ve hava teneffüsüne ihtiyacı kalmaz. Zira ki,
tabiatı suya göre yaratılmıştır. Bu kısım, nefessiz bulunduğu gibi, sessiz
ve sedasız bulunmuştur. Zira ki, hava teneffüsü, ses ve seda, akciğerde
bulunan buru iledir. Bunun için ciğeri olmayan canlıların ne teneffüsü
olur, ne sesi gelir. Bir kısmının ciğeri olduğundan hem teneffüs eder, hem
ses ve seda verip, kurbağa gibi söyler. Balık cinsinden bir cins balık
olur ki, cüssede insan misali ve son yarısı çataldır. Tabiatı, deniz
yaratıklarıyle cenk ve savaştır. gerçi cüssede üç adam kadardır. Lâkin
deniz hayvanlarının hepsine galip bulunmuştur. O, timsah namıyle
isimlendirilmiştir. Deniz hayvanlarının en büyüğü hût'tur. (Balina) ki,
büyük gemilerden daha büyük görünmüştür. Hak Taâlâ, hikmetiyle deniz
hayvanlarının, kara hayvanları gibi, bazısını yiyici ve bazısını yenici
edip, yenilenin neslini çok yaratmıştır. Ta ki, münkariz olmayıp, devam
etsin. Denizin dibinde sâkin sadef namında bir hayvan vardır ki, baharın
ortalarında denizin yüzüne çıkıp, ağzını açıp, nisan yağmurundan beş-on
damla alıp, yine denize dalıp, o damlalar inci olur. (Bâri ve yaratıcı
Allah münezzehtir.)
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Altıncı Madde


Denizin faydalarından olan gemilerin, çevreye ve sahillere seyir ve
seferini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hak'kın inayetiyle
denizin menfaatlerindendir ki, deniz yüzünde gemiler, her yönün uygun
rüzgârıyle, istenilen yönlere süratle seyredip, nice bin devenin ve katırın
nice bin güçlük ve meşakkatle, nice günler ve aylar içinde nice köy ve
şehirlere götürdüğü, nice bin kantar ağır yükleri, kolaylıkla yüklenip, az
aman içinde, nice bin uzak sahillere nakledip, götürürler.
Akdeniz ve Karadeniz'de sefer eden müslümanlardan gemi kaptanları,
gemilerin yürüyüşü için otuziki rüzgâr tabir ve taksim edip, hepsini on
aded ismiyle açıklamışlardır. Kuzey rüzgârına yıldız, güneye kıble, doğuya
gündoğusu, batıya batı, kuzeyle güney arasına poyraz, doğu ile güney arasına
keşişleme, güney ile batı arasına lodos, batı ile kuzey arasına karayel,
demişlerdir. Sonra bunların her ikisi arasına orta ve her biriyle orta
arasına kerte yani dört ıstılah yapıp, kertelerin her birine izafetle tayin
ederek; mesela, yıldızın poyrazdan yana kertesi deyip, otuziki rüzghar
bilip, hepsini pusula ile bulup, aslına yetmişlerdir ve her rüzgâr ile bir
semte gitmişlerdir.
Güney okyanusunda gelenlerle sefer eden Çinliler ve Mazinliler, Hintliler ve
Sindliler, Arap ve Fars gemicileri; otuziki rüzgârı, yakın yönüyle onbeş
doğma yeri ve iki kutup, hepsini onyedi isimle, doğma yönlerinin karşısını
batma yeri ile isimlendirmişlerdir. Ve bu onyedi sabit ıldızdan onyedi
yıldız ismidir ki, onları ıstılah edip, onbeşinin doğa ve batma yerlerine
ve iki karşılıklı kutba gitmişlerdir. Kuzey noktasından başlayıp, doğu
yönünden, güey noktasından tertip ile itibar etmişlerdir. İlk olarak kutup
noktasıdır ki, batıdır. O kuzey kutbu yakınında bulunan yıldızdır ki,
astronomlar ona: Cedî derler. O tarafın rüzgârı, asıl itibar olunmuştur.
Bundan sonra ferkadan, na'ş, nâka, ayyuk-u azam, nesr-i vâki, simak-ı
râmih, süreyya ve nesr-i tair'dir. O nokta doğu yönünde olduğundan, ona:
alî doğma yeri dahi derler. Bundan sonra: Cevzâ, tir-i yemânî, iklil, kalb-
i akrep, fariseyn, süheyl, silbar ve kutb-u cenubî doğma yerleri ki, ona
kutb-u süheyl dahi derler. Bu semtin rüzgârı dahi asıldır. Batı yarım, yine
anılan yıldızların batma yerleri ile isimlendirilir. Kutb-u sühelyden
sonra: Silbar, sühely, fariseyn, akrep, iklil, tir, cevza ve tair batma
yerleridir ki, aslî batma yerleridir ki bunlarla otuziki yönden esen
rüzgârları pusula ile bulup, her biriyle karşı yönüne seyr ve sefer
etmişlerdir.
Pusula, bir yuvarlak mukavvadır ki, onda otuziki rüzgâr yazılıp, bir kutu
içine konulmuştur. O taksimâtın birinde kuzey noktası siyah ile işaret
kılınmıştır. O kutuya ibre evi denilmiştir. Kuzey ibresinin tepesi mıknatıs
ile mıknatıslanmıştır. Kutunun merkezinde bulunan milin tepesine ibrenin
ortası konulup, kutunun ağzı cam kapatılmıştır. Ta ki kutunun içine rüzgâr
yol bulmaya ve ibrenin hareket ve duruşuna engel olmaya. Şu halde kutunun
kuzey noktası, haritanın kuzey noktasına uygun konulsa; ibresi kuzey
noktasından onbir derece batıda durduğundan, kutu ile haritanın kuzey
noktası ibreden onbir derece doğuda bulunsa, bununla gemicilere bütün yönler
belirli ve bütün rüzgârlar anlaşılmış olup; ne taraftan gelip ne tarafa
gidecekleri ortaya çıkmış ve açıklığa kavuşmuş olur. Zira ki pusula ibresi,
kuzey noktasından batı tarafa onbir derece farklı durur. Denizciler, çoğu
gece ve gündüzlerde dağların tepesini bile göremezler. Bu durumda, onlara
nispetle güneş ve yıldızlar, denizden doğup yine denizde batar. (Denizleri
emrimize veren Allah münezzehtir.)
NAZM
Keşti-yi sâyiri san vakt-i şitab
Bâd-ı bandan kanat açmış mürgab
Havf dursun, nedir ol zevk-ü safa
K'olasın tair-i ruy-u derya
ittikâ eyleyesin bâlina
Bakasın âyine-i sîmîne
Olasın pâre-i bâd ile vezan
Edesin hayli sevahil seyran
Olup âsude-i berduş-u heva
Gezesin âlemi bî minnet pâ
(Seyreden gemiyi sür'atlendiği vakit, yelkenden kanat açmış ördek san.
Korku dursun, o sevk ve safa nedir ki, olasın deniz yüzünde olan. Koluna
dayanasın, gümüş aynasına bakasın, rüzgâr parçasıyla hareketli olasın. Hayli
sahiller seyredesin; âsude ve berduş olup, ayağa minnet etmeden gezesin
âlemi.)

Yedinci Madde

Su tabakasının kalınlığı bulunan denizlerin derinliğini, okyanusların
büyüklüğünü ve kara ve deniz küresinin gemi ile seyr ve dolaşımını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, denizlerin derinliğini ve yüz ölçümünü
defalarca inceleyip, ittifak üzere demişlerdir ki: Su tabakasının kalınlığı
bulunan denizlerin derinliği, defalarca teftiş ve tecrübe olunmuştur. Dört
denizin derinliği yukarıda bildirilmiştir. Batı okyanusunun derinliği,
dörtyüz kulaçtır. Almanya ve Portekiz taraflarında okyanusun derinliği,
çoklarınca, altmış zira ancaktır. Oldukça derin olan yerlerini, yüz
zira'dan eksik bulmuşlardır. Lâkin kuzey taraflarıda okyanusun derinliği,
dörtyüz kulaçtan fazladır. Güney okyanusunun derinliği, Sudan, Habeş ve
Umman taraflarında, altıbin kulaça yakındır. Acem, Hint ve Çin ve
Tataristan taraflarında, bazı erleri beşyüz kulaçtan fazla, bazı yerleri
altıyüz kulaçtan çok bulunmuştur. Kuzey okyanusunun derinliği, bazı
yerlerinde üçyüz kulaç ve bazı yerlerinde dörtyüz kulaçtır. Amerika
etrafında okyanusun derinliği, kuzey taraflarında dört - beşbin kulaç
kadardır. Güney taraflarında yedibin kulaçtan fazla ölçülmüştür. Okyanusun
yerin altında olan ortalarında, oldukça derin olan yerleri sekizbin
kulaçtan az ölçülüp kesinlikle bilinmiştir. Nihayet denizlerin
derinliğindeki en yüksek dağlar, ikibuçuk fersah mesafesindedir. Nitekim
okyanusun içinde olan yüksek dağların tepeleri görünmüştür. Onlara, adalar
denilmiştir.
Okyanusların yüzölçümü, orta bir rüzgâr ile doğudan batıya, bir gün bir
gecede yüz mil kadar gemi yürüyüşü bulunmuştur. Buna: Bir mecrî denilir. On
günde bin mil ve bir ayda üçbin mil miktarı deniz mesafesi katolunur. bu
minval üzere sekiz ayda, yerküreyi tamamen dolaşmak mümkün bilinir. Zira
ki, deniz ile kara, yumurta misali tek bir küre hükmünde farzolunup,
geometrik delillerle yerkürenin kuşağı yirmidörtbin mil mesafe kıyas olunur
ki; sekizbin fersah mesafe bulunur. Nitekim hicrî tarihin dokuzyüz
yirmiyedi senesinde Macellan namında bir kaptan, yüzon kimse alıp, iki gemi
ile Sebte boğazına gelmiştir. Batı okyanusunun sahilinde Sivilya limanından
çıkıp, güneşin batışını gözetip, uygun bir rüzgâr ile otuzsekiz gün
seyredip, tamam dörtbin bil okyanusun sahilinden uzaklaşıp, bir ada
bulmuştur. bundan sonra batı ve güney arasına otuzüç gün gidip, yeni
dünyanın (Amerika) güneyi yakınında Avret burnu adlı adada nice gün
dinlenip, oradan yine batı ve güneye doğru otuz gün dahi gidip, yeni
dünyanın güney tarafına yetmiştir. Bir ay kadar orada dinlenmiştir. Sonra
yeni dünyanın güneyini tamamen kırk gün içinde geçip, sonunda yine karaya
çıkıp, nice günler orada dinlenmiştir. oradan tamam altmış gün batı ve
kuzey arasına gitmiştir. Orada boş bir ada görüp, oraya çıkıp nice gün
dinlenmiştir. Sonra, önceki gibi günbatımını gözetip, doğru batı tarafına
ve bir itibarla doğu tarafına gitmiştir. Bize nispetle, yerkürenin altı
olan batıdan doğuya geçip, Hint adalarına yetmiştir. Yerin altından gidişi
sırasında, birçok adalara uğrayıp, her birinde nice renkli taşlar, çeşitli
parçalar ve kokular ve hudutsuz karanfil, zencefil, tarzın alıp, Hint'in
güneyine gelip, Hindistan'a can atmıştır. Oradan Hint deniziyle, Acem, Arap
ve Habeş ülkeleri güneyinden yine okyanusla geçip, Kamer dağları ve Sudan
güneyinden gidip, batı ülkeleri ve Sebte şehirlerinin batısı semtinden
geçmiştir. Sebte boğazı karşısına geldiğinde, mal yüklü gemisi batmıştır.
Kendi gemisi, yetmiş kimse ile selamete yetmiştir. Böylece dokuzyüzotuz
senesinde yine sivilya yakınında Senlüka limanına gelip, kendi yerinde
karar etmiştir. Seferinin süresi, üç seneden ondört gün eksik olmuştur. Bu
müddet içinde ellibin mil deniz kat etmiştir. Çünkü Macellan kaptanın gemisi,
düz bir hat üzere seyr etmeyip, kah güneye ve kâh kuzeye salmıştır. Onun
için o kaptan, sekiz aylık deniz mesafesini, onaltıbuçuk ayda ancak
seyredip, yerküreyi dolanarak, âlemde kam almıştır. Bu sürenin kalan
günlerini, sefer esnasında, şehirlerde ve adalarda alış-verişle geçirip,
kalmıştır. Çünkü yeraltından seyr ve sefer edenlerin ilki, bu kaptan
olmuştur. Onun için yeryüzünde bu nâmla meşhur bulunmuştur. ispanya kralı
ondan hoşlanıp, yanına almıştır. O gemiyi, bir yüksek tersane yaptırıp, onu
kırmızı çuha ile örttürmüştür. Yerküreyi seyr ile tamamen dolaşıp Adem'den
beri olmamış bir iş etmiştir, diye, o ülkede olanlar, o gemiyi ziyarete
gitmiştir. Denizlerin durumları bununla nihayete yetmiştir.
Aşağıdaki daireler bu durumları açıklamaktadır.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

24-BÖLÜM:024:
ALTINCI BÖLÜM


Toprak unsurunun mahiyetini, keyfiyet ve durumlarını, sükûn ve kararını,
parçalarını korumasını, vâdi ve dağlarını; yerkürenin iki tabakaya
bölünmesini ve yeni dünyanı ortaya çıkmasıyle çizilişini; kaynakların
fışkırmasını ve yerin sarsılmasını dört madde ile hâkimâne açıklar.

Birinci Madde


Toprak unsurunun mahiyetini, faydalarını, özelliklerini, keyfiyetini,
durumlarını ve görünüşünü; vadilerini ve dağlarını, sükûn ve kararını,
parçalarındaki çekiciliği bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar ve astronomlar ittifakla demişlerdir
ki: Dört unsurdan dördüncüsü ve esası toprak unsurudur ki, o, bir basit
cevher; keyfiyet ve tabiatı soğuk ve kuru olduğundan, diğer unsurlara
muhaliftir. Mutlak ağır ulunduğundan, tabiî yeri unsurların altı olup,
kendi parçalarını çekme ve kurumayla yerinde sükun ve karar etmiştir. Bu
toprak unsuru, bir tek yüzeyle çevrili küre bir cisimdir.O kürenin merkezi,
âlemin merkezi ve bütün ümmetlerin ayağının altıdır. Yüzeyi, vâdiler ve
dağlarla girintili-çıkıntılı olup, üzerinde bulunan su küresi ve hava
küresinin alt yüzeylerine temas etmiştir. Felekler ve unsurlar, yerkürenin
etrafında hareket edici olup, feleğin dönüşü, o süratli hareketiyle bu
unsuru her yönden ortaya itip, sâkin tutmuştur. Nitekim bir şişe içine bir
taş konulup, o şişe sürat ve kuvvetli döndürülse, o taş, şişenin ortasında
hareket etmeyip sâkin olur. Bunun gibi yer, feleğin ortasında sâkin olur.
Bir karar üzere karar etmiştir. Gerçi bazıları demişlerdir ki, yerküre, hem
güneş etrafında, hem kendi etrafında daima hareket edicidir. Felekler ve
yıldızlarsa, sürekli sâkin ve sâbit olup, ancak yerin dönmesiyle dönücü ve
hareketli sanılmıştır. Nitekim yürüyen bir gemiye binmiş olan kimseye,
denizin sahili hareket ediyor görünür. Bu konunun bir miktarca
açıklanması, dokuzuncu bölümde, yeni astronomi nâmıyle beyan olunacaktır.
Lakin bu görüş, zayıf ve çoğunluğa aykırı bulunmuştur. Çünkü bu kitapta
Alemin durumlarını açıklamaktan muradımız, ancak cihanın yaratıcısını
tanımaktır, cihan değildir. Şu halde âlem, ne yapıda olursa olsun ve ne
yöne hareke kılarsa kılsın, hepsi o göklerin ve yerin yaratıcısının
kudretinin kemâline ve azametine delalet eder. Bizlere de lazım olan ancak
bu ibret bakışıyle kemâl kazanmaktır.
Toprak unsuru da, ötekiler gibi, oluşu ve bozuşumla çeşitli suretler
bulmaya kabiliyetlidir. Zira ki, kendi yerindeyken bile, diğer unsurlara
dönüşüp, başkalaşır. Bu toprak unsurunun soğukluk ve kuruluğunun birlikte
bulunmasına sebeb, katılık ve yapışma olduğundan; sırtı canlılara yer ve
sığınak, karnı maden ve bitkilere başlangıç ve kaynak bulunmuştur. Şeklinin
küre olduğu nice delillerle ispatlanmıştır. Bütün yeryüzünde ikibuçuk
fersahtan ziyade yüksek dağ olmadığı yakinen bilinmiştir. Çünkü dağların en
fazla yüksekliğinin yerin çapına oranı, bir arpa eninin bir ziraa oranı
gibidir. Şu halde bu dağlar, yerin küre olmasına mâni değildir. Mesela bir
yuvarlak elma üzerinde pirinç tanelerini saplansa, tanelerin yarıları
dışarıda bulunsa,o elmanın yuvarlaklığına onlar zarar vermediği gibi,
dağlar dahi yerin küreliğine zarar verme ve veremez. Lakin yerküre fazla
büyük olduğundan, düz görünür. Onun için felsefeden habersiz olanların aklı,
gözünün gördüğünü geçmeyip, olduğu yeri düz gördüğünden, yerin tamamı düz
yüzey zanneder. Halbuki gerçeğe uygun değildir.
Yerkürenin ortasında bir hayalî nokta vardır ki, âlemin merkezi ve gerçek
dip odur. Bütün yönlerden ağır cisimler ona meyledip, engeller olmasa, varıp
onu bulur. Her yönden yerin göğe uzaklığı eşit olduğu halde, ağır cisimler
biribirini itme sebebiyle veya merkezin çekmesi yoluyle, bu toprak unsuru
unsurların ortasında yerleşmiştir. Şu halde insan, yeryüzünün her ne yerinde
dikilirse, onun tepesi sürekli gök tarafına gelip, ayağı merkeze doğru
olur. Ona göğün yarısı görünür. Zira ki, onun ufku dairesinin merkezi,
kendi ayağı altında bulunur. Yerin hangi tarafına, ne miktar hareket etse,
ona, göğün o miktarı o taraftan meydana çıkar. Öteki tarafından o iktar gök,
gizlenmiş olur. şu halde yirmiiki fersah mesafe ki, yaklaşık yerin bir
derecesidir, her o kadar hareket için, göğün dahi bir derecesi meydanda
olup, karşısında bir derecesi görünmez. Zira ki, yer, kendi kuşağının
üçyüzaltmış cüzünden bir cüzü olduğu gibi, göğün dahi bir derecesi öyledir.
Şu halde yerin bir derecesi, karşısında ve paralelinde bulunan göğün bir
derecesine uygun ve eşit sayılmıştır. Gerçi yer dairesinin kavsinden, gök
dairesinin kavsi uzun bulunmuştur. Lakin bu kıyas ile bütün dereceler,
feleklerin kuşağı ve yıldızların yükseklik alçaklığı bilinmiştir.

İkinci Madde

Toprak unsurunun iki tabaka bulunduğunu ve bazı filozofların görüşlerine,
bazı âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere bu durumun bir yönden uyduğunu
bildirir.

Ey aziz malum olsun ki, filozoflar ve kelamcılar demişlerdir ki: Bu toprak
unsuru, bir küre iken iki tabakaya bölünmüştür. Önceki tabakası çamur
tabakasıdır ki; bütün madenler, bitkiler, hayvanlar, kaynaklar, zelzeleler,
buharlar, onun üst nahiyesinde oluşup, vücuda gelmiştir. bu topak unsuru
renksizken, onlarla karıştığından nice muhtelif renklerle renklenmiştir. Bu
tabakanın kalınlık ve derinliğini, Hindistan filozofları, bal mumları yakıp,
çeşitli fenlerle değişik yerlerde derin kuyular kazmak, inceleyip,
denemişlerdir. Nice sahralarda yedibin kulaçtan fazla ve deniz yakınında
onbeşbinbeşyüz kulaç ki, takriben beş fersah mesafedir. O kadar yerin
dibini kazdıkta, çamur tabakasının sonunu bulmuşlardır Ve halis renksiz ve
kuru toprağa ulaşmışlardır. Halen o kuyuların dördü, Hindistan'ın sonu olan
Kenkeder sahrasındadır. Şeddad kuyusu, Şam'da, Altın Çeşme semtinde,
Zeydanî sahrasındadır ki, ona Haviye kuyusu derler. O semtin halkı, onu
temaşa etmek için giderler. Yağlı hırkalardan deve kadar büyük demetler
bağlayıp, ateş ile şulelendirip,o kuyuya atarlar. O zaman o şuleyi seyredip
görürler ki, kuyunun içine indikçe küçük görünüp, ta yıldız kadar olur,
derler. Sabittir ki, geceleyin bir dağda, deve büyüklüğünde yanan ateş, beş
fersah mesafeden, bir yıldız miktarı görünür. Şu halde bu kıyasla, çamur
tabakasının mesafesi bilinir. bu tabaka, ateş tabakasına nispetle altıncı
tabaka sayılır.
Toprak unsurunun ikinci tabakası, halis topraktır ki, merkezi kuşatan aslî
unsurdur. O, tamamen soğuk ve kurudur ve renksizdir ki, renklenmiş değildir.
Ziraki aslî unsurların rengi olmaz. Nitekim suyun rengi, kabın rengidir Bu
halis tabakanın derinliği merkeze varıncaya dek binikiyüz altmışyedi fersah
mesafe hesap olunmuştur. zira ki, yerkürenin kuşağı, sekizbin fersah mesafe
olduğundan, çevreden merkeze varıncaya dek yarıçapı, binikiyüz yetmişiki
fersah mesafe bulunmuştur. Şu halde yerin yarıçapından beş fersah çamur
tabakasının kalınlığı çıkarıldıkta, kalan halis tabakanın kalınlığı olur.
Şu halde ay feleğinin altında ateş tabakası, onun altında duman tabakası,
onun içinde soğu tabaka, onun içinde buhar tabakası, onun içinde su
tabakası ve onun altında çamur tabakası, onun içinde de hâlis tabakadır ki,
yedinci tabakadır. Bu yedi tabaka biribirini kuşatmıştır ve "Allah yedi
göğü ve bir o kadar da yeri yarattı," (65/12) âyetine uygun gelmiştir.
İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) hazretlerinden naklolunan boğa ve
balık kıssası gerçeklik kazandığı takdirde; boğa burcu ve balık burcu ile
tevcih olup ona uygun olmuştur. Zira ki Ashab-ı Kiram'ın bu tür işlerden
akla uygun yorumları galiba İslâm'ın başlangıcında din işleri henüz
yerleşmeden, felsefî görüşlere halk meşgul olup, İslam dininin kaidelerini
zabt ve rivayetten kalmasınlar diye, din işlerinden olmayan suallere:
"İnsanlara akılları seviyesinde söyleyin," hadisince hakimâne cevaplar
vermişlerdir. Elbette peygamberlerin ve ashab-ı kiramın görevi, halka din
işlerini öğretmek olup; eşyanın hakikatlerinin açıklanması onları vazifesi
olmadığından, kendilerine ayın değişik şekillerinden sorulduğunda: "Sana
yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlary insanların muameleleri ve hac
için vakit ölçüleridir," (2/189) buyurulmuştur. Ta ki halk, onlardan
soracaklarının ne olduğunu bilsin ve din işlerinden olmayan durumları
onlardan sual etmesin. Nitekim hurma ağacının dikilmesi ve aşılanması
konusunda, Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: "Siz dünya işlerini
daha iyi bilirsiniz," buyurmuştur. Yerkürenin iki kutbu doksanıncı
enlemlerdir ki, yukarıda açıklandığı üzere, altı ay gece ve altı ay
gündüzdür. Şu halde Hızır ve İskender karanlığı, kuzey kutbunda olan altı
ay geceden ibarettir. Yoksa sürekli karanlık olan yer, bilim adamları
katında sabit değildir. Ye'cüc ve Me'cüc seddi, yedinci iklimin doğu
semtinde, eski Tataristan'ın kuzeyinde bir yerdedir. Bazı eski kitaplarda,
yerin mesafesi beşyüz yıllık yol ve yerle göğün arası beşyüz yılık yol
yazılıp, Sümmüvâ'ta bu anlamları içine alan hadis-i şerif dahi rivayet
olunmuştur. Lakin murat, ancak mesafenin çokluğunu belirtmektir, sayı
değildir. Zira ki elli, yetmiş, beşyüz, yediyüz, bin, ellibin, yetmişbin,
yüzbin... sayıları hep çokluk makamında kullanılmıştır. Nitekim: "Ey
resulüm, o müafıklar için ister mağrifet dile, ister dileme. Onlar için
yetiş kere mağrifet istesen de, Allah onları asla bağışlayacak değil..."
(8/80) âyet-i kerimesinde sayı tayini murat olunmayıp, çokluktan kinaye
bulunmuştur. Şu halde bunun gibi tevillerle, ilim adamlarının birçok
görüşleri dine uydurulmuştur.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Üçüncü Madde


Yeni dünyayı (Amerika) bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, astronomi âlimlerinden Nasîr Tusî ve ondan önce
gelen filozofla demişlerdir ki: Güneşitleyici daire ile ufuk dairesinin
kesişmesinden yerkürede hâsıl olan dört kısmın, iki kuzey kısmından birisi
mamurdur ki, böylece dünyanın dörtte biri meskun olmuş olur. Geri kalan
dörtte üçünün durumu meçhuldür: Ya mamur ve meskun veya okyanusla doludur.
Lakin sonraki bilginler, okyanusu gemiyle dolaşarak, kalan dörtte üçünü
bütün durumlarını keşf ve ispat etmişlerdir. Eskilerin bilmediği yerler
bulunup, mamur yerleri dörtte bire hasretmeye mecal kalmamıştır. Zira ki,
miladî tarihin bindörtyüz doksaniki senesinde, ki hicrî tarihin
dokuzyüzüçüncü senesiydi, Endülüs memleketinden, cebir ilminde mahir bir
mühendis korsan ki, namına Kolon (Kristof Kolomb) derlerdi. O, okyanusun
durumlarını incelemek için iç denizin dış denize döküldüğü Sebte boğazı
dışında, İspanya limanından üç gemide yüzyirmi adam ile yelkenler açıp,
batı tarafına doğru salmıştır. Devamlı yengeç dönencesinden yirmi derece
kuzeyi almıştır. Yani kırküç derece enleminde giderdi. Zira ki iki
tarafından sıcaklık ve soğukluk altına düşmekten çekinirdi. Sürekli güneşin
batışını gözetip, otuzüç gün seyretmiştir. O müddet içinde okyanusun
sahilinde tamam üçbin sekizyüz mil mesafe kat etmiştir. Nice defa
yanındakiler pişmanlıkla geri dönmeyi kastetmiştir. Gemilerde bulunanlar
ona, nice kere itap edip: bizi bela girdabına uğrattın ve hepimizi bu engin
deniz içinde kaybettin, diye Kolomb'a hücum ettiklerinde, o, onlara cevap
etmiştir ki: Sizin kurtuluşunuz, ancak denizi bilir ve astronomi âletleri
kullanabilir adamla olur. Siz beni öldürürseniz, hepiniz denizde kalıp,
helak olup gidersiniz, diye kâh müjde kah korkutma ile onları
yatıştırırdı. Kurtuluştan ümidi kesip, şaşırmış kalmışken, ansızın hoş bir
ada görünmüştür ki, akan nehirleri ve yüksek ağaçları vardı. O zaman
canları bir miktar rahat bulup, Kolomb'a teslim olmuşlardı. Altı gün yine
günbatımına doğru gidip, altı boş ada bulmuşlardı. Hepsinden büyük olan
adaya, İspanyol adını vermişlerdi. Buradan geçip sekizyüz mil dahi karayel
üzere gitmişlerdi. O zaman bir sahile yetmişlerdi. Nice günler o sahilin
etrafında kuzey ve güney taraflarına seyretmişlerdi. Onun ada olduğunu
bilmişlerdi. Orada bir kavim bulmuşlardı ki, bunların seyrine gelip,
toplanıp sahile yetmişlerdi. Bunlar sahile yaklaştığında, onların hepsi
firar etmişlerdi. Önce gemileri balık sanıp, temaşaya gelmişler, sonra
insan olduklarını bilmişler ve korkup kaçmağa kalkmışlardı. Zira ki onlar,
gemi ve sandal bilmezler imiş. Bunlar gemilerden çıkıp, onlara yetişip, bir
kadın tutmuşlardı. Ona çok hediyeler verip, gözetmişler, lisanını
bilmediklerinden, kavmini getirmeyi işaretle anlatmışlardı. O zaman o
kadın, varıp kavmini gemiler yanına gönderip; onlar dahi altın, gümüş,
meyveler, ekmek ve çeşitli kuşlarla ve hayvanlarla gelmişler, iskele yanına
yetmişlerdi. Nice günle ve aylar burada alış - veriş edip, oraya batı Hint
deyip, orada kırk adam koyup, yine doğuya doğru selametle gelip,
gitmişlerdi. İspanya hâkimine yeni dünya hediyelerini hediye etmişler.
Bundan sonra ikinci ve üçüncü senelerde varıp geldikçe yeni dünyalıların
lisanlarını ve âdetlerini tamam bilmişlerdir. Yolunu beşbin ikiyüz il deniz
yolu bulmuşlardır. Lakin okyanusun doğuya doğru hareketinden dolayı elli
günde gidip, ancak beş ayda gelmişlerdir. Sonra dördüncü senede Kolomb,
bulduğu yeni dünyaya ulaştığında, oranın Kâşk adlı hâkimi, Kolomb'u gemiden
çıkmaya komayıp, menettiğinde; Kolomb'un ona karşı koymaya kudreti
olmadığından, hile yoluna sapıp, demiştir ki: Siz, bize cefa eylediniz.
Onun için rabbiniz size gazap etmiştir. Alameti odur ki, yarın güneşin
ışığını alsa gerektir. Meğer ertesi günü, bize nispetle orada güneş
tutulması, olup, Kolomb bunu bilmiştir. O zaman bu sözden onlar vehme
düşüp, sabahı beklemişlerdir. Kolomb'un haber verdiği saatte güneş
tutulduğu için, oradakiler korkuya düşüp, Kolomb'a hediyelerle
gelmişlerdir. Sulh edip, ona boyun eğip, itaat kılmışlardır. Hepsi puta
tapıcı iken, ahalinin çoğu dönüp, Kolomb'a uyup, hıristiyan olmuşlardır.
Kolomb, adamlarıyle yeni dünyada kalıp, yirmi senede birçok yerini zabt
edip almıştır. Kuzey yarısı ahalisini beyaz ve esmer; güney yarısında
oturanlarını, Habeşî ve siyahî, boylarını ondört karıştan fazla uzun
bulmuştur.
Yeni dünyanın birçok nehirleri, meyveli ağaçları, yüksek dağları ve derin
vâdileri vardır. Oranın rengârenk kuşları ve vahşi hayvanları sayısızdır.
Burasının büyüklüğü, dünyanın meskün olan diğer dörtte bire kadardır ki,
garip tavırları ve acayip halleri, Yaratıcının sanatının eserlerini ve
kudretini tasdik etmektedir. Önceki kitaplarda sözü yedilmemiş ve hazreti
Adem'den beri gidilmemiş olan bu yeni kıta, yeni dünya adını almıştır.
Burası o kadar geniştir ve o kadar çeşitli dağları, ovaları vardır ki,
tafsilini ancak Allah bilir. Kelam-ı Kadiminde: "Onun ilmi dışında bir
yaprak dahi düşmez." (6/59) buyurmuştur.

Dördüncü Bölüm


Kaynakların fışkırmasını ve yer sarsıntısını hakîmâne bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Kaynakların
kaynamasının ve yerin sarsılmasının sebebleri budur ki, yerin içinde oluşan
buhar, orada hapsoldukta; bir tarafa yönelip, orada soğuyarak suya dönüşür.
Eğer az ise buhar parçalarıyle karışıp kalır. kuyu suları budur. Eğer fazla
ise, yerin içine sığmayıp, yerkabuğunun ince yerlerini yararak, çıkar ki,
kaynayan kaynaklar budur. Pınar ve kaynakların bir sebebi dahi budur ki:
Karlanan ve yağmurlardan dağların içine sızarak akan sulardır. Zira ki, kar
ve yağmurun çokluğu ile kaynaklar ve pınarlar çoğalıp, onların azalmasıyle
bunlar dahi eksilmiştir. Şu halde yeryüzünde akıp, insan ve hayvanların
hayat maddesi olan tatlı sular için Hak Taâlâ yerin dağlarını hazineler
kılmıştır. Zira ki yağmur ve kar suları, dağların altında mağaralar ve
taşlar içinde ve yeraltında toplanıp, dağlar tarafından saklanmıştır.
Bundan sonra dar yarıklardan azar azar sızdırıp, ondan kullarına yetecek
kadar pınarlar ve nehirler akıtmıştır. Ta ki gelecek kışta yağmur ve karı
dağların mağaralarına sızdırıp, sularından, mağara ve taşlardan akan
suların yerine dolduruncaya kadar, o taşların altlarında olan küçük
gözelerden yavaş yavaş sızan nehir ve kaynak suları, insanlara ve
hayvanlara yetmiştir. Fazlası, vâdilerde seller olup, feryat ile denizlere
gitmiştir. Şu halde o yüce Yaratıcı, yeryüzünde olan yaratıklar için
dağlara yağmur ve kar verip, nehirler ve kaynaklar çıkarmakta dolap misali
etmiştir. Bu dolapların dönüşü süreklidir ki, kıyamete kadar sürer.
Yeraltında buharlardan oluşan veya yağmurdan biriken sular, yerlerine
sığmayıp, ince yerlerden kolaylıkla çıktığında, eğer taşların veya temiz
toprağın yakınında ise, o su, soğuk ve tatlı olur. Eğer çorak yerlerden
gelirse, o su tuzlu olur. Eğer kükürtlü arazilerden ve madenlerden çıkarsa
o su sıcak olur. Zira ki kış mevsiminde havanın soğukluğu galip olduğundan,
güneşin sıcaklığı yerin altına firar eder ki, iki zıt bir yerde toplanmaz.
Onun için yerin içi kış günlerinde sıcak olup; kükürtlü araziler ve
madenler, sıcaklığı, çokluğuna ve azlığına göre çekip, daima korumuşlardır.
Bu sebebtendir ki, madenler çevresinde kaynayan ılıca suların tatları ve
kokuları ve hararetleri ve özelliklerini almışlardır. Eğer bu suya, havanın
soğukluğu isabet ederse, donup civa olur. Zift, neft, şab veya tuz olur.
İsfahan ile Şiraz arasında bir su çıkar ki, Allah'ın şaşılacak
sanatlarındandır. Sığırcık suyu nâmıyle meşhurdur. Kaçan bir yere çekirge
istila edip, mahsullerini yese; bir kimse varıp o sudan bir şişe alıp,
arkasına bakmadan ve şişeyi yere komadan o araziye getirse, o suya sayısız
sığırcık tâbi olup, o çekirgeleri öldürdüğünü tevatür ile naklederler.
Yerin içinde oluşup, hapsolan buhar, öyle bir mertebe kalın olsa ki, yer
kabuğunu yarıp çıkması mümkün olmasa veya yerkabuğu kesif ve salp olup
buharın çıkmasına mâni olsa; yerin altında toplanıp dışarı çıkmak isteyen o
buhar, yeri şiddetle yardıkta, o yer hareket eder ki, yerin sarsıntısı
odur. Yerin içinde oluşan dumanların ve rüzgârları ahkâmı,
atmosferdekilerin ahkâmı gibidir. Kâh olur ki bunlar oldukça kuvvetli olup,
yeri öyle hızlı yarar ki, ondan büyük gürültü hâsıl olur. Kâh olur ki
dumanın tabiatı gereği ateş almasına neden olan şiddetli hareketlerle
yerden ateş çıkar. Eğer ateş, bir madende ortaya çıkarsa, onu tamam
bitirinceye dek aylarca hatta yıllarca yanar, demişlerdir. (En doğrusunu
Allah bilir. Çünkü o, muhakkak sebeblerin yaratıcısıdır.)
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

25-BÖLÜM:025:
YEDİNCİ BÖLÜM

Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan kutup dairelerini ve
kutupları, yeryüzünün beş kısma bölünmesini gerektirir sebepleri, dörtte
bir meskun kısmın yedi iklime bölündüğü ve yedi iklimin sınırlarını, her
iklimde nice memleketler, dağlar, nehirler ve ne şekil insanların ve
hayvanların bulunduğunu, yedi iklimin ötesinin durumlarının doksanıncı
enleme dek keşfedildiğini ve incelendiğini, yedi iklimin her birinde en
uzun günü bulmayı ve en uzun günden şehirlerin semtlerinin çıkarıldığını,
beldelerin mizaçlarının ve sâkinlerinin farklı bulunduğunu altı madde ile
hakîmâne açıklar.

Birinci Madde


Yerkürenin üzerinde belirlenen ve varsayılan daireleri ve kutupları
bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar feleklerdeki işleri zabt için, âlem
küresi üzerinde ispat ettikleri dairelerden ve kutuplardan sekiz daire ve
kutup yerküre üzerinde de belirleyip, varsaymışlardır. Ta ki onlarla
yerdeki işleri dahi zabtetmiş olurlar.
İki kutbun birisi, kuzey kutbudur. Bunun karşısı, güney kutbudur. sekiz
dairenin dördü büyük, dördü küçüktür. Büyü dairelerin evvelkisi ekvator
dairesidir. İkinci burçlar dairesidir. Üçüncüsü ufuk dairesidir. Dördüncüsü
gün yarısı dairesidir. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Küçük dairelerin
ikisi dönence daireleridir. ikisi burçlar kutbu daireleridir. Bu sekiz
dairenin beşi paraleldir ki, her ikisi arasında bulunan uzaklı eşittir. Üçü
eğiktir ki, birbiriyle kesişirler. Bunların ikisi yani ufuk dairesiyle
günyarısı dairesi, yerküre üzerinde çizilmeyip; ayrı ve yer değiştirici
konulmuştur. Diğerleri, küre üzerinde çizilmiştir ve sabittir.
Ekvator dairesi, yerküre üzerinde bir büyük dairedir ki, büyük feleğin
kuşağı olan güneşitleyici dairenin yüzeyinde bulunup; senede iki defa
güneş, kendi batısal hareketiyle üzerine geldikte, birçok yerlerde gece ve
gündüz eşit olur. Burada güneş feleğinin hareketi eşit ve düz olduğundan
buna: Hatt-ı üstüva (ekvator) derler. O iki vakit, güneşin iki eşitlik
noktasına (21 mart, 23 eylül) geldiği zamandır ki, biri koç burcunun
başlangıcıdır ve biri terazi burcunun başlangıcıdır. Ekvatorun, yerin iki
kutbundan uzaklığı eşit olup, yerküreyi güney ve kuzey iki eşit kısma
bölmüştür. Ekvator, burçlar dairesi ile iki yerde kesişmiştir ki, eşitlik
noktaları (ekinoks) makamındadır. Burçlar dairesi, yerküre üzerinde
çizilmiştir. Güneşitleyici ile kesişip, iki dönence (oğlak ve yengeç)
noktalarına dek açılıp, birer tarafa meyletmiştir. Bu eğime genel eğim
derler. Yirmiüçbuçuk derece kadar güney ve kuzeye gitmiştir. Bu dairenin
kutupları dahi, âlemin kutbundan yirmiüçbuçuk derece kadar birer tarafa
düşmüştür. Bu daire oniki kısma ybölünmüştür. Her birine, yukarıda
açıklanan birer isimle burc denilmiştir. Altı burcu ekvatorun kuzeyinde;
altı burcu güneyinde bulunmuştur. Her burc otuz dereceye ve er derece
altmış dakikaya bölünmüştür. Şu halde bu daire üçyüzaltış derece bulunup,
yerkürenin durumları onunla bilinmiştir.
Ufuk dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin görünür kısmını
görünmez kısmından ayırıp ve sınırlayıp, yerkürenin altı ve üstü bununla
bilinmiştir. Bu ufuk dairesi nice kısım bulunmuştur. Biri hakiki ufuktur
ki, yerküreyi ikiye böler, büyüktür. Biri hissî ufuktur ki, çeşitli
yerlerde oturanların görüşüne göre değişir, küçüktür. Biri düz ufuktur ki,
ekvatora mahsustur, büyüktür. Bu dairede, güneşin doğuş ve batışı düz bir
biçimde döner bulunmuştur. Onun için bana düz ufuk denilmiştir. Biri eğimli
ufuktur ki, düz uygun gayrisi bilinmiştir, yani bütün eğilimli ufuklar,
âlemin iki kutbundan bir tarafa eğilimli bulunmuştur. Şu halde feleğin ve
yerin her yönünde olan her cüzünde, ufuk itibar olunmuştur. Doğuş ve batış,
onların çoğunda düz olmayıp, eğik bulunmuştur. Doksanıncı enlemdeki o yer,
yerin kutbudur. Feleklerin dönüşü burada değirmen bilinmiştir. Zira ki ufuk
dairesinin iki kutbunun biri tepe noktası, biri ayak noktasıdır. Şu halde
doksanıncı enlemde ufuk ile güneşitleyici biri birine çakışık olup,
kutupları bitişik sayılmıştır. Hissî ufkun çapının mesafesi, yeryüzünde,
yirmiikibin beşyüz adımdan fazla değildir, denilmiştir.
Günyarısı dairesi, yer değiştiren bir büyük dairedir ki, âlemin iki
kutbundan ve belirlenmiş olan başucu noktasından geçip, güneşitleyici daire
ile ve ekvator ile kesişir bulunmuştur. Felekleri ve yeri ikiye bölüp, bir
kısmı doğu, bir kısmı batı olmuştur. Gece yarısı ve gün ortası bununla
bilinip, belirlenmiştir. Güneşitleyici ve ekvatorun her parçasına, bir
günyarısı itibarı mümkün olmuştur. (Ekvatorun her derecesinden bir
günyarısı dairesi (meridyen) geçtiği farz olunmuştur. Topla üçyüzaltmış
eder.)
Dört küçük daire ki, ekvatora paraleldirler. Onların ikisi burçlar kutbu
dönenceleri ve biri yaz dönüm noktasıdır ki yengeç dönencesidir. Biri kış
dönüm noktasıdır ki oğlak dönencesidir.
Şimdi bu sekiz daire ile yerin bütün işleri belirlenmiş ve zabtedilmiştir.
(Hakim ve yaratıcı olan Allah münezzehtir.)

İkinci Madde

Yerkürenin dört daire ile beş kısma bölündüğünü bildirir.

Ey aziz malum olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: İki kutup ve iki
dönenceleri olan dört küçük daire, yerkürenin tamamını beş kısım etmiştir
ki; her bir kısmı iki küçük daire arasında veya bir daire ortasında bulunan
mesafedir. Şimdi bu beş kısmın biri dönenceler arasında olduğundan, buna:
Yakıcı bölge adı verilmiştir. Çok sıcak olduğundan dolayı, eskiler, meskun
değil sanmışlardır. Bu iki dönence arası kırkyedi derece mesafedir ki,
ekvator buranın ortasında bulunmuştur. iki kısmına, soğuk bölge
denilmiştir. Zira ki bunlar, güneşin yürüyüş yolundan uzak olduğundan, çok
soğuktur. Bunun için eskiler meskûn değil sanmışlardır. Bu iki kısım,
burçlar kutbunun iki dönüş yeri arasında iki dönüş uzaklığıdır. Her birinin
enlemi, yerin kutbuna varıncaya dek yirmiüçbuçuk derece bulunmuştur. Bu iki
kısım dahi kendi kutupları adıyla isimlendirilmiştir, (kuzey kutup, güney
kutup). Geri kalan iki kısım ise mutedil bulunmuştur. Bunlar meskûn olup,
imar edilmiştir. Kuzey kısmı yengeç dönencesi ve burçlar kutbunun kuzey
dönüş yeriyle sınırlanmıştır. Güney kısmı oğlak dönencesinden burçlar
kutbunun güney dönüş yerine varıncaya dek olan mesafe bulunmuştur. Her
birinin enlemi mesafesi, kırküç derece ölçülmüştür.
Bu beş bölgenin sakinleri, gölge ve yer yönüyle biribirinden ayrılmıştır.
Gölge yönünden, soğuk bölge sakinlerine değirmentaşı adı verilmiştir. Zira
ki onların gölgesi, ufkun yüzeyinde değirmen taşı gibi döner bulunmuştur.
Mutedil bölge sâkinlerine eğimli denilmiştir. Çünkü bunların gölgesi, öğle
vakti olduğunda bir tarafa eğilir bulunmuştur. Sıcak bölge sakinlerine iki
gölgeli denilmiştir. Zira ki ekvatorda bulunanların gölgesi, öğle vaktinde
kâh güneye, kâh kuzeye düşer görülmüştür. Güneş, senede iki defa iki
eşitlik noktasında bulunduğunda, başuçlarına gelip, günortasında gölge
yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak oluşu, dönenceye vardığında
bulunmuştur. İki dönence altında bulunanların başuçlarına güneş, senede bir
kere gelip, günortasında gölgeleri yok olmuştur. Onlardan güneşin en uzak
oluşu, dönenceye vardığında bulunmuştur. iki dönence altında bulunanların
başuçlarına güneş, senede bir kere gelip, günortasında gölgeleri
yok oluştur. Dönenceler ahalisinin başucu noktalarına yakın olan âlemin
kutbu, sürekli ortada görünmüştür. Karşısı olan âlemin kutbu ise sürekli
gizli kalıştır. Bunların gölgeleri bir bulunmuştur.
Yer yönünden hepsi üç kısma bölünmüştür. Bir kısmı ekvator sâkinleridir ki,
batıdan doğuya, güneşin doğuşundan sonuna dek bir dönüş yerinde ve bir
enlemde düzülüp kalanlardır. İkinci kısım, ekvatordan iki tarafa aynı
uzaklıkta olan enlemlerde düzülüp, nizam bulanlardır. Üçüncü kısım,
ekvatora iki taraftan paralel enlemlerde, biri başucunda biri ayakucunda
(kutuplar) sâkin olanlardır. (Vallahi âlem.)
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Üçüncü Madde


Meskun olan dörtte birin hakikî yedi iklime bölündüğünü bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, astronomlar, dörtte bir meskunu, gece ve gündüz
farkları itibariyle bir nice bölüm edip, her birine bir iklim adını
vermişlerdir. Yerkürenin kuzey yarısını açıklayıp, ona kıyasla, güney
semtine gitmişlerdir. Bütün yerküreyi altmış iklime bölmeye yetmişlerdir.
Hakiki iklimleri bölümünü, kâh en uzun gün ile ve kâh aylar sayısıyle
belirlemişlerdir. Çünkü ekvatorda oturanlara göre, gece ve gündüz sürekli
onikişer saattir. Bundan sonra kuzey kutbu ve güney kutbu tarafına
ekvatordan uzaklaştıkça, gece ve gündüz farkı ona göre çoğalır. Bu durumda
bu ekvatora paralel enlem daireleri farz edip, her iki daire arasına bir
iklim demişlerdir. O şartla ki, onda en uzun gün, ekvator semtinde bulunan
bir öncekinden yarım saat fazla ola. Bu taksimle beldelerin tabiatları ve
yerleri, gece ve gündüz farkları toplu olarak belirlenmiş ve bilinmiştir.
Zira ki, bir enlemde bulunan beldeler, tabiat ve yer bakımından müşterek
olup, eşit gelmiştir.
Birinci iklimde üç daire farz olunmuştur. Biri iklimin başlangıcı, biri
ortası ve biri sonundur. Kalan iklimlerin her birinde ikişer daire
farz olunmuştur ki, iri iklimin sonu, biri ortasıdır. Zira ki geçen her
iklimin sonuç dairesi, öncekinin başlangıcını belirlemiştir. Eski
filozoflar, iklimleri yedi iklime hasredip, ellinci enlemden yukarıda iklim
düşünmemişlerdir. lakin sonrakiler, yedi iklimin ötesinde olan yerleri
mamur ve meskun bulup, altmışaltıbuçukuncu enleme dek yani burçlar kutbu
dönüş noktasına varıncaya dek, en uzun gününe yarım saat ekleyerek
yirmidört iklim bulup; ondan en uzun güne birer ay ekleyerek, doksanıncı
enleme ulaşıncaya dek bölmüşler ve hepsini otuz iklim itibar ve tayin
etmişlerdir.
Ekvator bölgelerinin çoğu deniz olduğundan, çoğunluğa göre birinci iklimin
başlangıcı onikibuçuk derece enleminde farz olunmuştur. O bölgenin en uzun
günü dahi, yaklaşık onikibuçuk saat bulunmuştur. En uzun güne birer çeyrek
saat eklendiği yer, bu iklimin ortasıdır. En uzun günün onüç saat olduğu
yer, birinci iklimin sonu ve ikincinin başlangıcıdır. Bu durumda, her
iklimde en uzun gün, bu minval üzere, yarım saat eklemek şartıyle,
yirmidördüncü iklimde en uzun gün yirmidört saata ulaşmıştır. Burası, kuzey
burçları kutbunun dönüş yeridir. Lâkin bu iklimler biribirinden küçüktür.
Zira ki, birinci iklimin ienişliği ve uzunluğu mesafesinden, ikinci
ikliminki daha kısa ve daha küçük olup; bütün iklimler bu tertip üzere
biribirinden dar ve az bulunmuştur. iklimlerin enlemi, ekvatordan
başlatılıp, doksanıncı enlemde tamam olmuştur. En uzun iklim, batı
okyanusunda olan Halidat adalarından başlatılıp doğu okyanusunda son
bulmuştur. (Kanarya adalarının batı tarafında bulunan adalar.)

Dördüncü Madde

Yedi meşhur iklimin hududuna bulunan mamur memleketleri ve her birinde olan
yüksek dağları, akan büyük nehirleri ve ahalisinin renklerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar demişlerdir ki: Dörtte bir oturulan
yeri yedi iklime taksim eden eski filozoflar, her bir iklimi nice meşhur
memleketlerle sınırlayıp, belirlemişlerdir. Nice delillerle tecrübe ederek
sınayıp, araştırmasına yetmişlerdir. Zira ki otuz ve kırk sene zarfında
niceleri bu dörtte bir meskun yeri seyahatle baştan başa gitmişlerdir.
Birinci iklimin mesafesi; atı okyanusundan, Berber ülkesinden, Nebür'den,
Habeş'ten, Hadramut'tan, Sebe'den, Güney Yemen'den, Güney Sind, Hint ve
Çin'den geçip, doğu okyanusunun bazı adalarına uğrar, bilinmiştir. Bu
ikimde yirmi yüksek dağ ve otuz büyük nehir telaşa ve seyrolunmuştur.
Buranın ahalisinin hepsi siyah bulunmuştur. İkinci iklimin mesafesi; batı
ve kuzey şehirlerinin tümünü, Sudan'ı, Kuzey Arap adasını, Yemen'i, Mekke,
Medine, Taif, Katif, Bahreyn ve hürmüz şehirlerini, Hint, sind, Maçin ve
Çin ortalarında bulunan şehirleri geçip, doğu okyanusu adalarının
ortalarına ulaşır bulunmuştur. Bu iklimde yirmiyedi yüksek dağ ve yedi
büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi siyaha yakın esmer
müşahede olunmuştur. Üçüncü iklimin mesafesi; batı okyanusundan gelip,
kuzey Afrika şehirlerinden ve Mısır'dan geçip, Kudüs, Şam, Küfe, Bağdat,
Basra, Şiraz, İsfahan ve Fars memleketinin tümünden, Hint, Çind, Maçin ve
Çin'in kuzeyinden geçerek, doğu okyanusu adalarına ulaşmıştır. Bu iklimde
otuzüç yüksek dağ ve yirmi büyük nehir seyrolunmuştur. Buranın ahalîsi
buğday benizli esmer bulunmuştur. Dördüncü iklimin mesafesi akdenizin
tamamıdır. Okyanus olan Sebte boğazından, Endülüs, İspanya ve Galyanın,
Firengistan ve Rumeli'nin güney taraflarından geçip, Akdeniz'in ve
Anadolu'nun güney yarılarından geçer, Trablus, Antakya, İskenderun, Halep,
Erzincan, Diyarbakır, Musul, Tebriz, Erdebil, Kazvin, Tus, İran dağlarının
kuzeyi, Lahor, Keşmir ve Horasan'dan, Hint ve çin'in kuzeyinden geçip, doğu
okyanusunda bulunan adalara ulaşır bilinmiştir. Bu iklimde yirmibeş yüksek
dağ ve yirmiiki büyük nehir seyr ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisinin
tümü beyaza yakın esmer müşahede olunmuştur. Beşinci iklimin mesafesi; batı
okyanusundan, İspanya kuzeyinden, Akdenizin kuzey yarısından geçip, Anadolu
şehirlerinin çoğu, sivas, Erzurum, Şirvan ve Hazer denizinin güney
yarısında olan Keylan ve Cam emsali şehirleri geçip, Maveraünnehr, Harezm,
Semerkant ve Buhara, Türkistan ve Tataristan'ın güneyi, Deşt-i Kebir,
Tibet, Çin seddinin kuzeyi, Tebük'ün güneyi, Hıta ve Hıtan memleketlerinden
geçip, doğu okyanusa uğrar bilinmiştir. Bu iklimde otuzüç yüksek dağ ve
onbeş büük nehir sayılmıştır. Buranın ahalisinin tümü beyaz bulunmuştur.
iklimlerin en ılımlısı dördüncü iklimdir. Sonra bunun iki tarafında
komşuları bulunan üçüncü ve beşinci iklim ona eklenmiştir. Zira ki bu üç
iklimin suyu ve havası letafetinden ahalisinin çoğu batınî ve zâhiri
kuvvette, güzellik, hüner ve olgunlukta itidal üzere bulunmuştur.
altıncı iklimin mesafesi; batı okyanusundan, firenk memleketlerinin
kuzeyinden ve Rumeli memleketleri kuzeyinde bulunan şehirlerden ve
İstanbul'dan ve Karadeniz'in güney ve kuzeyinde bulunan memleketlerden ve
Azak'tan geçip, Gürcistan'a, Gece, Tiflis, Varna ve Gökçe denizden (Hazer)
Şirvan'ın kuzeyine, Derbent kalesinden Dağıstan ve Ejderhane memleketlerine
uğrayıp, Hazer denizinin kuzey yarısından geçip, Seyhun nehrinin geriinde
olan Karakalpak ve Özbek, Çağatay ve Kaşgar, Ulungay ve Türkistan
memleketlerinden, Tataristan ve Dest-i Kebir'in kuzey yarılarından, Hıta ve
Hıtan memleketlerinin kuzeyinden geçip, doğu okyanusunda bulunan adalara
ulaşır bulunmuştur. bu iklimde onbir yükse dağ ve kırk büyük nehir sayılmış
ve temaşa kılınmıştır. Buranın ahalisi sarıya meyyal beyaz müşahede
olunmuştur. Bu iklimin soğuğu şiddetli iken yine itidal üzere bilinmiştir.
Yedinci iklimin mesafesi; batı okyanusu sahilinden, Portekiz ve
İngiltere'den geçip, Kıpçak, Tesalya, Bulgaristan ve Rusya'dan, Hazer
şehirlerinin kuzeyinden geçip, Deşt-i Kebir'den, esi Tataristan'ın
kuzeyinden ve İskender seddinden geçip, batı okyanusta bulunan adalara
uğrar bilinmiştir. Bu iklimde onbir yüksek dağ ve kırk büyük nehi
seyrolunmuştur. Buranın ahalisi kızıla meyyal beyaz bulunmuştur. Bu yedinci
iklimin sonu ellini enlem tayin olunmuştur. En uzun gün onda, tamam onaltı
saat bulunmuştur.
Esi filozofların görüşlerine göre, yedi iklim bunlardır, ki açıklanmıştır.
Fakat sonraki filozofların görüşleri üzere taksim olunan yirmidört iklimin
hudutlarının belirlenmesi, ilerideki cetvelde olan rakamlara havale
kılınmıştır.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Beşinci Madde
Yedi iklimin ötesinin mamur bulunduğunu, doksanıncı enleme değin
keşfederek, iklimler itibar olunduğunu ve yedi iklimi her birinde en uzun
günün bilindiğini ve en uzun günden her bir iklimde, şehirlerinin yerinin
belirlendiğini bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, gerçi eski astronomlar, yedi iklimin ötesini
iltifat ve itibar etmeyip, yedi ikile hasar ve kasr etmişlerdir. Lakin
sonraki astronomlar, tıpkı yedi iklimdeki gibi,en uzun gününe yarım saat
eklendikçe bir iklim itibar edip; ekvatordan en uzun günün yirmidört saat
olduğu yere değin, ki o burclar kutbu dönencesidir, yirmidört iklim
seçmişlerdir. Lakin ondan yerin kutbuna yani âlemin kutbu altına varıncaya
dek yarım saat ekleme kaidesinin yürümesi mümkün olduğundan, en uzun gün
birer ay arttıkça, bir iklim itibariyle iki kutup arasını dahi altı iklime
taksim edip, doksanıncı enleme dek, tümünü otuz iklim belirlemişlerdir.
Yedi iklimin ötesini araştırmak için kutup dönencesi altına değin
gitmişlerdir. Oraları meskûn bulup, halkını surette insan, sîrette hayvan
emsali eksik ve bilgisiz müşahede etmişlerdir. Kutup dönencesi altında bir
kavme yetmişlerdir ki hepsi it ağızlı ve it huylu, biri biriyle itlik
ederler ve it gibi yaşayıp, it dirliğinde olurlar. Kışın şiddetinden on ay
müddetinde it gibi yerlere girerler. Onlar ne din bilirler, ne mezhep; ne
meşrep ne de sanat ederler. Ne süs ne ibadet bilirler. Ne âdet, ne letafet
ve ne nezafet bilirler, ne iffet. suretleri icabı muamele ederler. Orada
bir büyük dağ bulunmuştur ki, ikibuçuk fersah yüksekliği alınmıştır. Dağın
altında altın madeni yanıp, tepesinden dumansız ateşin havaya çıktığını
görmüşlerdir. Dağın etrafından çok sıcak kaynaklar fışkırıp, büyük nehirler
olmuştur ve uz tutmuş olan kuzey okyanusa dökülüp; deniz, suların
sıcaklığıyle çözülüp, ılımıştır. Denizin o sahilleri donmuş olmayıp,
balıklar o semte gelip doluştur. buraların ahalisi, o balıkları avlayıp ve
yiyip, uzak beldelere satıp; onunla hayvan derileri alıp, giyinirler. Oraya
sürekli kar yağdığından, on ay sıcak nehirler ile ılımanlaşmış hamamlarda
kalırlar. iki ay kadar yaz olur ki, hamamlardan dışarıya çıkarlar. Orada
yaşayanlara, âlemin güney yarısı sürekli ufkun altında olduğundan hiç
görünmez. Kuzey yarısı ufkun üstünde olduğundan sürekli görünüp; yıldızların
ve feleklerin hareketi burada değirmen gibi döndüğünden, o yerden
doksanıncı enleme varıncaya değin, en uzun gün hafta ve ay ilavesiyle altı
aya ulaşır. Zira ki güneş, açıklanan batıya yönelik hareketiyle koç
burcunun başlangıcına geldiğinde; doksanıncı güney enleminde bir derece
kadar yeryüzünden batıp doksanıncı kuzey enleminde karanlık oan bir deree
kadar yeryüzünden batıp, doksanıncı kuzey enleminde karanlık olan bir
derece kadar yere doğup; atı ayda kuzey burçlarını dolaşıncaya dek, güney
kutbunda bir gece, kuzey kutbunda bir gün olur. Çünkü güneş, terazinin
başlangıcına oluşur ve güney burçlarında olu. Yerin kuzey kutbundan batıp
yine güneyinde doğar. Altı ayda o burçları kat edinceye dek, kuzey semtinde
yerin bir derecesi yine karanlıkta kalıp, oralarda bulunan deniz donar.
Güney semtinin dahi durumları, kuzeye kıyasla bilinir. Şu halde kuzeyin
gündüz zamanı, güneyin gecesidir; güneyin gündüz zamanı, kuzeyin gecesidir.
(Gece ile gündüzü birbirine dönüştüren Allah münezzehtir.
Bir iklimde en uzun günü bulmak lazım gelirse, o kaçıncı iklimse yarısını,
oniki buçuk saat üzerine eklemekle elde edilir. Mesela beşinci iklimde
bulunan erzurum'da iklim sayısının yarısı olan ikibuçuk, onikibuçuk üzerine
ekense, onbeş olur. Bu durumda açıklığa kavuşmuş olur ki, beşinci iklimde
en uzun gün onbeş saattır. Bu kıyas üzere, en uzun günden, şehrin kaçıncı
iklimin ne semtine düştüğü de bilinir. Mesela şehrimiz Erzurum'un en uzun
günü, onbeş saat oniki dakikadır. Şu halde bu sayının onikibuçuğu
çıkarılıp, kalan ikibuçuk ile oniki dakikanın iki katı alınsa elde edilen
beşten iklim sayısı, yirmidört dakikadan şehrin yeri ortaya çıkar. Yani
bilinir ki, şehrimiz Erzurum beşinci iklimin ikinci yarısının sonlarında
bulunmuştur. Zira ki, her bir iklimi enlem mesafesi yarım saat fazladır ki,
otuz dakikadır. İklimi yarısı, çeyrek saattir ki, onbeş dakikadır. Bu
durumda onbeş dakikada bulunan şehir, iklimin ortasında; onbeşten eksik
bulunan şehir, iklimin evvelindedir. Şehrimiz Erzurum gibi onbeşten fazla
bulunan şehir, iklimin ikinci yarısındadır. Eğer onikibuçuk çıkarılıp,
kalan ikibuçuk, dörde bölünse paralel dairenin sayısı elde edilir. Zira ki
beş iklimin on dairesi olur. Kalanları buna kıyas ile bulunur. Şu halde
ekvatordan doksanıncı kuzey enleme varıncaya dek iklimlerin durumları e
tavırlarla bilindiyse; sonraki astronomlara göre güney tarafının durumları
aynen böyle bilinir. Yani orada da otuz iklim taksim olunur. Zira ki
dünyanın yarısı, ekvatordan kuzey tarafa düşmüştür. Mesela dörtte bir
meskun yerin ekvatorun güney tarafında iklim ola. Kamer dağlarından geçip,
Nil nehrinin kaynağından dolaşır. İkinci iklim, kış dönüm noktası altından
geçip Kortanş burnuna uğrar. Zira ki, sonraki astronomlar o tarafta otuzüç
derece enleminde nice memleketleri bulmuşlardır. Buraların ahalisinin tümü
putperesttir. Şu halde iklimlerin tümünün sayısı ve paralel daireleri, en
uzun günleri, enlemleri ve mesafeleri bütün bunların sayıları bulunmak
murat olunursa, az sonra vereceğimiz cedvelden malum olur. (Mülkünde olanı
en iyi bilen Allah'dır).

Altıncı Madde

Oturulan yerlerin ve şehirlerin mizacını bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: su ve hava, arazi
farklarına bağlı olduğundan, oturulan yerlerin farklılığı hasebiyle
değişik olmuştur. Allah'ın kudretiyle çeşitli tesirlerinden yerin mizacı
ile aynı olup, su ve hava, toprağa uymuştur. Her yerin mizacı aşka bir tarz
olduğu için, her şehir kendi ehlini, kendi mizacı gereğince terbiye
etmiştir.
Sıcak yerlerin mizacı, kendi ehlini kara ve kıvırcık saçlı, hazmı zayıf,
bozuşması kuvvetli, rutubeti az, kalbi korkulu, bedeni yumuşak, düşüş ve
ihtiyarlığı çabuk etmiştir. Habeş şehirleri gibi. Zira ki onları
sâkinlerinin ömrü, ancak otuz seneye gitmiştir. Yaşı kırka varan pek nâdir
olur. Soğuk yerlerde oturanların mizacları, kendi ehline şecaat ve kuvvet
bahşedip, hazımlarını kolay ve rahat kılmıştır. Şu halde soğuk yerler
rutubetli de olursa, kendi ehlini, etli, yağlı, cüsseli ve geniş edi,
genellikle bedenleri arave ve nezaket bulup, beyaz ve berrak olmuştur.
Yazları mutedil olup, kışlarının soğuğu şiddet bulmuştur. Rutubetli
yerlerin izacı, kendi ehlini, güzel yüzlü, yumuşak sözlü edip, onlara
gevşeklik ve mutedil bir yazla kış verip, humma, basur, ishal ve cilt
hastalıklarını çoğaltmıştır. Kuru yerlerin mizacı, endi ehlinin deri, mizaç
ve dimağlarını kurutup, yazlarını sıcak ve kışlarını soğuk eylemiştir.
Yüksek yerlerin mizacı, kendi sakinlerine sıhhat ve kuvvet verip, çoğunu
iyi ahlakla mesrur, ilim ve kemal ile mamur, güzellik ve cemal ile nurlu,
uzun ömürle ömürlü etmiştir. Çukur yerlerin mizacı, kendi mahpuslarına gam
ve kede içinde sıcak ve durgun su verip, onları havasıyle hummalı,
kesafetiyle sıkıntılı, anlayışlarını az ve mizaçlarını illetli etmiştir.
Açık ve taşlı yerlerin mizacı, kendi çevresindekilerin bedenlerini
kuvvetli, saçlarını çok ve boylarını kısa edip, çoğunu çekî ve reşit;
azlarını sıcak ve şiddetli etmiştir. Onlarda kuruluk ve seher çok
olduğundan, savaş ve dövüşe galip olmuşlardır. Karlı dağların mizacı,
öteki soğuk şehirler gibi kendi ehlini tertip edip, karı bâki kaldıkça,
temiz rüzgârıyle onları temiz etmiştir. Deniz çevresindeki yerlerin mizacı,
kendi ehline sıcaklık ve soğukluğu mutedil edip, rutubetini kuruluğu
üzerine üstün etmiştir. Kuzey memleketlerinin mizacı, soğuk beldeler ve
soğuk mevsimler gibi olup, kendi ehlinde asrî hastalıklar çok, karınlarında
safra toplanmasını az etmiştir. O şehirlerinin sakinlerinin hazımları
kuvvetli ve ömürleri uzun olmuştur. Zira ki onların çoğu yüz yıldan fazla
yaşamıştır. onlarda bozuşma az ve damarları dolu olduğundan ve damarları da
geniş olduğundan burun kanaması çok olmuştur. Yaraları az olup, çabuk şifa
buluştur. bedenleri kuvvetli, kanları temiz ve yürekleri ateşli olduğundan,
çoğu yırtıcı hayvan vasıflarıyle dolmuştur. Güney taraflarının izacı, sıcak
şehirler ve mevsimler hükmünde olup, sularının çoğu acı ve tuzlu
bulunmuştur. ehlinin başları rutubet maddeleriyle dolu, hisleri illetli,
azaları gevşek, iştihaları az, mide ve şehvetleri zayıf müşahede
olunmuştur. Yaraları zor şifa bulur. Kadınları, hastalıklarla çocuklarını
düşürüp, çocukları az ve hayızları çok olur Cümlesine sara ve çeşitli humma
isabet edip, basur istila etmiştir. Hatta otuz yaşını geçen, felçli olup
gitmiştir Doğudaki oturulur yerler ki, doğusu açık olan şehirlerin mizacı
sahih ve hoş bulunmuştur. Zira yki güneş, o şehirlerin ahalisi üzerin
doğup, havalarını ılımlı ve temiz kılmıştır. Batı bölgeleri i doğudakilerin
aksi olmuştur. O bölgelerin mizacı, rutubetli ve yoğun kalmıştır. Zira ki
batı bölgeleri ahalisi üzerine güneş, gündüzde şule salmaz, ta yükselip
etrafı ısıtmadıkça üzerlerine gelmez. Şu halde onların soğuk geceleri
ardınca güneş, üzerlerine fecaatle doğup, on an içinde sıcaklığıyle istila
ettiğinden, buraların halkı balgamla olmuştur.
Açıklanan yerlerin birini seçip, vatan murat eyleyen seyyahlara gereklidir
ki, önce o yerin yükseklik ve alçaklığında, açıklık ve kapalılığında olan
özelliklerini ve o şehrin komşusu bulunan dağlar, madenler ve buharların
mizaçlarını ve yönlerini bilip; ondan şehir halkının hastalık ve sıhhatle,
hazım ve şehvette, güzellik ve surette, ahlak ve sürette, meşrep âdette,
mezheb ve iffette haim olan durumlarını tecrübe kılsın. Bundan sonra
binalarının dışını; genişliği ve içi yüksek midir, kapı ve pencereleri
doğuya açık veya kuzeye dönük müdür, bilsin. Zira ki, binanın
şartlarındandır ki , evin içi geniş ve yüksek, kapı ve pencereleri y a
doğuya veya kuzeye açık ola. ta ki sabah rüzgârı ve kuzey rüzgârı o eve
dola. Onunla ev mamur olup, evdekiler ondan her an hayat ve can bulurlar.
Gönülleri hoş olup, bedenleri sıhhat ve âfiyetle kala. şu halde bina
işlerinde önemli ve lüzumludur ki, seher yelini ve kuzey rüzgârını evin
içine dâhil ve güneşin şuası yerine âsıl ve havasının salahı doğu güneşi
ile hâsıl ola. Gerçekte ki, temiz, latif, akıcı, soğuk ve tatlı olan
nehirleri, eserek dolaşıp gelen seher yeli ile nedim ve yâr olup, iştiyak
ile teneffüs etmek, cana safa, cisme şifa ve kalbe ciladır.
Bu konuları resmeden dairelerin burada toplu olarak verilmesi münasip
görülmüştür.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

26-BÖLÜM:026:
SEKİZİNCİ BÖLÜM

Boylam ve enlem daireleri ile yerkürenin satranç ve evleri misali
bölünmesini; enlem ve boylamın tayini ile yeryüzünde bulunan beldelerin ve
yerlerin yerlerinin ve yönlerinin birbirlerine uzaklık ve yakınlık
bakımından nispetlerini; hint dairesiyle zeval çizgisi, itidal çizgisi ve
kıble tesbitini; âlemin kutbu tarafında bulunan kutup yıldızının yüksekliği
ve alçaklığıyle meridyen derecelerinin mesafe ve miktarını ve bunların
bilinmesiyle yerkürenin çapının çevresini ve yüzölçümünü bulmayıp kara ve
denizi, ölçü ve seyirle çeşitli noktalarının mesafelerini; dörtte bir
oturulan yerin burçlar üçgeniyle yedi gezegene mensup olan belde ve
yönlerini; zamanın oniki hayvan üzerinde deveranından yeryüzünde olan
tesirleri altı madde ile hakîmâne açıklar ve ortaya koyar.

Birinci Madde

Enlem ve boylam daireleri ile yerkürenin satranç evleri gibi bölünmesini,
enlem ve boylamın belirlenmesiyle yeryüzünde olan belde ve yörelerin ve
yönlerini, birbirlerine uzaklık ve yakınlık yönüyle nispetlerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerküre üzerinde
onsekiz günyarısı dairesi ve ekvatordan kuzey ve güneye sekiz enlem dairesi
resim ve farzedip; her daireyi üçyüzaltmış dereceye bölmüşlerdir. Şu halde
günyarısı daireleri ile boylam dereceleri ve ekvatora paralel olan enlem
daireleri ile enlem dereceleri belirmenmiş olup, hery iki daire arası onar
derece olarak belirlenmiştir. İklim enleminin başlangıcı ve beldenin
enlemi, ekvatordan iki tarafa seçilmiş ve itibar olunmuştur. Biri kuzey
enlemi, biri güney enlemi bulunmuştur. İklimin başlangıç boylamı ve
beldenin başlangıç boylamı itibar olunan batı okyanusunda Halidan
adalarının günyarısı dairesi ile (Green Wich meridyeni) güneşitleyici
dairenin kesişme noktasından farzolunan beldenin günyarısı dairesiyle
güneşitleyici dairenin kesişme noktası arasında, güneşitleyiciden vâki olan
yay ile o beldenin boylamı bilinmiştir. Beldenin enlemi, başucu noktası ile
güneşitleyici arasında o beldenin günyarısı dairesinde vâki olan yaya ıtlak
olunmuştur. Bu beldenin enlemi, gerek güney ve gerek kuzey semtinde olan
âlemin kutbunun yüksekliğine ve semt farkı kutbunun düşüşüne eşit
bulunmuştur. Bu enlem ve boylam tayiniyle yeryüzünde vâki olan belde ve
yörelerin yerleri ve yönleri, birbirlerine uzaklık ve yakınlık yönüyle olan
nispetleri yaklaşık olarak bilinmiştir.
İki beldenin birbirinin ne semtinde bulundukları açıktır. Mesela temiz
beldeniz Erzurum'un (Grinviç)'ten boylamı, yetmişyedi derecedir. Ekvatordan
enlemi, yaklaşık kırk derecedir, denilip; Mısır'ın boylamı altmışüç derece,
enlemi otuz derecedir denildiğinde: Mısır, Erzurum'un güney batısı yönünde
ve Erzurum, Kahire'nin kuzey doğusu tarafında bulunduğu bilinir. Zira ki,
Mısır'ın boylamı Erzurum'dan eksik olduğundan, batısına ve enlemi eksik
olduğundan güneyine düşmesi gerekir. Erzurum'un boylamı, Mısır'ınkinden
fazla bulunduğundan, doğusunda ve enlemi dahi fazla olduğundan, kuzeyinde
bulunmak gerekir.
iki beldenin arasında bulunan mesafenin uzaklığını bilmek için kaidesi
budur ki: Önce bakılır eğer iki beldenin enlemi uygun ve boyları farklı ise;
boylamlarının farkı, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile Tokat gibi.
Eğer iki beldenin boylamı aynı, enlemi farklı bulunsa, bu surette de
enlemleri arasındaki farklılık, aralarındaki uzaklığı verir. Erzurum ile
Musul gibi. Eğer iki beldenin hem enlemleri ve hem boylamları farklı ise,
bu surette aralarındaki uzaklık, dik dik açılı üçgenin kirişi (hypotonuse)
olur ki; açının bir kenarı, beldenin günyarısı dairesinden bir aydır. Bir
kenara,ı istenen beldenin enlem dairesinden bir yaydır. Onun kirişi bulunan
kenar, iki beldenin başucu noktalarından geçen daireden, iki belde arasında
vâki olan yaydır. Çünkü bu üç kanattan iki kanadın miktarı malûmumuzdur, o,
boylam ve enlem farklarıdır. Şu halde bu iki bilinen kenar ile ve kiriş
olan bilinmeyen kenarın miktarını bilmekte kolay yol budur ki: İki bilinen
kenarın kareleri toplamının karekökünü alırız ki, bilinmeyen kenarın
miktarıdır. İşte iki belde arasındaki uzaklık odur. Mesela Erzurum ile
Kahire'nin aralarındaki boylam farkı ondört derece ve elem farkı on
derecedir. Ondört ile onun kareleri toplamı ikiyüz doksanaltı hesap
olunmuştur. Toplamın kökü yaklaşık olarak onyedi bulunmuştur. Şu halde
Erzurum ile Mısır'ın arasının onyedi derece olduğu muhakkak bilinmiştir.
Diğerlerini de bu yolla biliriz. Bununla kıble tarafı dahi bulunur. Nitekim
bu, o bölümde tafsil olunacaktır. Hepsinin daireleri ise bölümün sonunda
verilecektir.

ikinci Madde

Hint dairesi ile zeval çizgisi, itidal çizgisi ve kıble yönünün tesbitini
bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, Hint filozoflarının
icadı bulunan hint dairesinden zeval çizgisi olan günyarısı çizgisini ve
itidal çizgisini ve itidal çizgisi olan doğu ve batı çizgisini ve Mekke
yönü olan kıble semtini tespit etmişlerdir. Zeval çizgisini ve itidal
çizgisini bulmanın bir yolu budur ki0 Öce yeri öyle düzlersin ki, ortasına
su dökülse dört tarafına birden akar. Sonra onda bir daire çizip,
merkezinde dik bir çubuk dikersin. Bu, dairenin çapının dörtte biri kadar
olmalıdır. Onun dik olduğunu şakül ölçüsüyle veya dairenin çevresinin üç
yerinden çubuğun tepesi arası eşit olduğundan bulursun. Zevalden önce
gözetlersin, ta ki çubuğun tepesinin gölgesi o daireye girdiğinde, batı
semtinden çevreye ulaştığı noktayı nişan edip, zevalden sonra, onun
daireden çıkışı vaktinde, doğu tarafından çevreye ulaştığı noktayı işaretle
bilirsin. O anda iki nokta arasında dairenin çevresinin kuzeyi bulunan yayı
ikiye bölüp, o yarıdan bir düz çizgi çıkarırsın ve merkezden geçirip
çevreye değin gidersin. İşte günyarısı çizgisi odur. Çubuğun gölgesi o
çizgiden uzaklaştığında, öğle vaktinin başlangıcı olur. Bu çizgi o daireyi
ikiye böler. O iki bölümün ortalarından bir düz çizgi çekersin ki,
günyarısı çizgisini merkezde dik bir açıyle keser, doğu ve batı çizgisi
odur. Bu işlem, en uzun günde daha sıhhatli olur. Zira ki gölgenin girişi
ile çıkışında asla farklılık olmaz. Öteki yolu budur ki: Güneş iki itidal
noktasının birine iken, bu durumu tesbit murat olunsa, hemen güneşin ya
doğuşunun ya batışının gölgesinin istikameti üzere ufuk noktası
paralelinden çıkıp, hint dairesinin merkezine uğrayıp, çevresine ulaşan
benzer çizgi, doğu ve batı çizgileridir. Onunla merkezde dik bir açı üzere
kesişen çizgi, günyarısı çizgisidir. işte zeval çizgisi odur.
Kıble yönünü bilmek için, çizilmiş hit dairesinin çevresini, üçyüzaltmış
bölüme taksim edersin ki, her dörtte biri, doksan bölüm olur. Onu meskûn
beldenin ufku farzedip, kıble yönünün onun hangi noktası olduğunu bulursun
ki; ona dönük olan Kâbe'ye yönelmiş olursun. Şimdi aranan bu noktayı
bilmenin yolu budur ki: Önce Mekke-i Mükerreme'nin boylamı, batı
okyanusunda, eskiden mamur, şimdi denizle dolu olan Halidan adalarından
yetmişyedi derece olduğunu bilirsin. Ekvator enleminden yirmiiki derece
olduğunu bulursun. Bundan sonra meskîn beldenin boylam ve enlemini Halidan
adalarından ve ekvatordan alırsın. Eğer beldenin boylamı Mekke'nin boylamı
ile eşit gelip, beldenin enlemi, Mekke'nin enleminden fazla olursa, o
beldenin kıble semti, günyarısı çizgisinin ufku çevresine ulaştığı güney
noktasıdırki, onda namaz kılacak olan, güney noktasına yönelse, doğru
kıbleye yönelmiş olur. Şehrimiz Erzurum gibi. Zira ki beldemiz, Mekke-i
Mükerremenin, kuzey noktasında vâki olmuştur. Eğer beldenin boylamı Mekke
ile aynı olup, enlemi Mekke'den noksan olursa o beldenin kıble semti;
günyarısının ufuk çevresine kavuştuğu kuzey noktasıdır. Mekke-i
Mükerreme'nin güney noktasında vâki olan Yemen beldesi gibi. Eğer beldenin
enlemi, Mekke'ninkiyle aynı olup, boylamı fazla olursa, o beldenin kıble
semti, batı ve doğu çizgisinin ufuk çevresine bitişik olduğu batı
noktasıdır. Eğer beldenin enlemi, Mekke ile aynı olup, beldenin boylamı
Mekke'den eksik gelirse, o beldenin kıble semti, batı ve doğu çizgisinin
ufuk çevresine kavuştuğu doğu noktasıdır.
Kıble yönünü bilmenin bir yolu dahi budur ki: Güneş, ikizler burcunun
sekizinci derecesinde veya yengeç burcunun yirmiikinci derecesinde
bulunduğu günde; Mekke'nin boylamı ile belde arasında olan farkın her onbeş
derece mesafesi için bir saat ve her bir derece mesafesi için dört dakika
alıp, gözetlersin. Eğer beldenin boylamı Mekke'ninkinden fazla ise, güneş o
günde günyarısını alınan dakikalar ve saatler kadar geçtiğinde, çubuğun
gölgesi o anda kıble tarafında vâki olmuş bilinir. Beldenin kıblesi
gölgenin yönünün hilafına doğru bulunur. Umman beldeleri gibi. Eğer
beldenin boylamı, Mekke'den noksan ise, güneşin o günde günyarısına
gelmesine alınan saat ve dakikalar kadar kaldığında, çubuğun gölgesi o
saatte kıble semti hizasında vâki olur. Kıble yine gölgenin yönünün
hilafına gelir. Sudan beldeleri gibi. Zira ki güneş, oniki derecede
bulunduğu gün, başucu, Mekkelilere gelir bulunmuştur. Eğer beldenin enlem
ve boylamı, Mekke'nin enlem ve boylamından ziyade bulunursa, hint
dairesinin çevresi, güney noktasından başlayıp, iki boylamın arasında
bulunan fazlalık kadar, batı noktası semtine doğru sayarsın. Kuzey
noktasından da batıya o kadar sayıp, iki sonun arasını bir düz çizgi ile
birleştirirsin. Zira ki, dairenin merkezi olan farz olunmuş şehrimizden,
Mekke-i Mükerreme'nin batısı bulunmuştur. Dairenin batı noktasından, iki
enlem arasında bulunan fazlalık miktarı güney noktasına doğru ve doğu
noktasından aynı şekilde sayıp, iki sonun arasını yine düz bir çizgi ile
bağlarsın. Zira ki, varsaydığımız şehrimizde Mekke- Mükerreme güneye vâki
olmuştur. Bu iki muhal çizgi birbiriyle kesişirler. Şimdi dairenin
merkezinden bir çizgi çıkarıp, o kesişme noktasından geçirip, muhite
ulaştırırsın ki, kıble semti, o çizginin çevreye birleştiği noktadır.
Onunla güney noktasının arasında ufuk çevresinde bulunan farz olunmuş
beldemizin yayı, kıblesinin sapma yayıdır ki, onda namaz kılacak olan,
güney noktasından batıya, o yay miktarı sapmış olmak lazımdır. Ta ki,
kıbleye yönelmiş ola. Şimdi bu surette kıble semti, güneybatıdır. Acem
beldeleri gibi. Eğer beldenin enlem ve boylamı, Mekke'nin enlem ve
boylamından eksik bulunursa, belirtilen minval üzere kuzey ve güney
noktasından doğu semtine boylam fazlalığı ölçülüp, batı ve doğu noktasından
kuzey tarafına enlem fazlalığını sayıp, çizgilerle birleştirip, işlemi
tamam edersin. Bu suretin kıble semti kuzeydoğu olur. Habeş beldeleri gibi.
Eğer beldenin boylamı, Mekke'nin boylamından eksik, beldenin enlemi,
Mekke'inn enleminden fazla olursa kuzey ve güney noktasından doğuya boylam
fazlalığını ve batı ve doğu noktasından güneye enlem fazlalığını sayar ve
çizgilerle birleştirip, işlemi tamamlarsın. Bu surette kıble semti
güneydoğu olur. Rum beldeleri gibi. Eğer beldenin boylamı Mekke'den fazla,
enlemi Mekke'den eksik bulunup, kuzey ve güney noktasından batıya boylam
fazlalığı ve batı ve doğu noktasından kuzeye enlem fazlalığını sayıp ve
çizgilerle birleştirip, işlem tamamlansa; bu surette kıble semti kuzeybatı
olur.
Bazı beldelerin enlem ve boylamları bu bölümün sonunda açıklanacaktır.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Üçüncü Madde


Alemin kutbu yakınında bulunan "cedy" adı verilen sâbit yıldızın yükseklik
ve alçaklığıyle yer derecelerinin uzaklık miktarını ve onunla yerkürenin
daire ve çap ve yüzölçümünü kıyas ile bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler, yerkürenin kuşağının
ölçüsü ki, denizlerin ve karaların toplamıdır, yaklaşık yirmidörtbin mil
olduğu kararlaştırılmıştır. Çapının mesafesi, ona kıyasla, yedibin altıyüz
elli mil bulunmuştur. Yarıçapı, üçin sekizyüz onsekiz mil bilinmiştir.
Yerkürenin yüzölçümünün tamamı, yaklaşık, yirmibeşbin kere bin ve
üçyüzaltmışüçbin altıyüz otuzaltı fersah hesap olunmuştur. Bu kıyas üzere
yüksek cisimlerin dahi göklere uzaklıkları belirlenmiştir. Alemin
merkezinden ay feleğinin alt yüzeyinin uzaklığı yukarıda açıklandığı üzere,
yaklaşık otuziki yeryarıçapı kadar olduğu dört orantı kaidesiyle dahi
zabtolunmuştur. Çünkü feleklerde ve yer üzerinde sipat ve farz olunan
dairelerin hepsi, üçyüzaltmış dereceye ve her bir derece altmış dakikaya
bölünmüştür. Şu halde yerkürenin bir derece mesafesi kaç mil yer olur? Onu
belirlemek için geometriciler nice sahrada kıyas ve yüzölçümü alıp, bir
derece yeri, altmışaltı mil ve üç bölü iki mil bulmuşlardır.Bu kıyası o
yolla yapmışlardır ki; sonsuz bir sahranın bir yerinde, bir işaret nasb
edip, geceleyin onda cedy yıldızı ki, ona sâbit ve demir kazık derler. Onun
yüksekliğini rubu' ve üsturlap ile almışlardı. şimdi o yerden iki taife düz
bir hat üzere hareket edip; bir taife güney noktasına doğru gidip, biri
kuzey noktasına doğru gelmişlerdir. Gece oldukça o iki taife cedy
(demir kazık, kutup) yıldızının yüksekliğini alıp, gündüz oldukça düz olarak
yola devam etmişlerdir. Sabit yıldızları belirli yerdeki yüksekliğinden
güneye gidenlere bir derece noksan, kuzeye gidenlere bir derece fazla
olmakla, farklılık gösterdiği iki yerde durmuşlardır. Her irinde bir işaret
dikip, iki taraftan üç işaret arasını ölçüp, iki mesafeyi eşit olarak
altmışaltı tam üçte iki mil yer bulmuşlardır. Sonra o iki taife, o iki
yerin farkından yine kuzey ve güney dosdoğru gidip, o işaretler arasının
ölçülen milleri sayısınca mesafe ölçüp, nihayette kalmışlardır. Gece
olduğunda, her iki taife yıldızın yüksekliğini almışlardır. Yine tamamen
birer derece yükselme ve alçalma ile farkını bulmuşlardır. O zaman
altmışaltı tam üçte iki mil, üçyüzaltmışa çarpmakla dairenin tamamına,
ondan çapa, ondan yarıçapa ve ondan şüphesiz yerkürenin yüzölçümünün
tamamına vâkıf olmuşlardır. Aynı kıyasa birçok ülkelerde aynı sonuca
varmışlardır.

Dördüncü Madde


Kara ve denizi ölçme ve seyr ile mesafelerinin cüzlerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, astronomlar ve geometriciler ittifak ile
demişlerdir ki: Bu yer unsuru her şeyiyle bir tek küre yani bir yuvarlak
top şeklinde olup, boylam ve enlem olarak yani gerek batıdan doğuya ve
gerek güneyden kuzeye, ortasında kuşak misali farzolunan daire, üçyüzaltmış
dereceye bölünmüştür. Geometriciler; mesafesi üzere yeryüzü dümdüz dağsız,
vâdisiz farzıyla yerin bir derecesi yirmiiki fersahta ziyadece bulunmuştur.
Her fersah üç il ve her il üçbin zira ve her zira otuziki parmak ve her
parmak altı arpa -biri dik biri yan sıralanarak- takdir olunmuştur. Şu halde
bu takdirce yerin bir derecesi altmışaltı tam üçte iki mil bilinmiştir.
Zira hesabıyle bir fersah yer dokuzbin ziar bulunmuştur. Yerin bir
derecesi, yaya yürüyüşle, üç merhale kılınmıştır. Bir merhale yedibuçuk
fersah mesafe belirlenmiştir. Bir fersah, bir yürüyüş adımı ile bir saatte
kat olunduğu tecrübe kılınmıştır. Şu halde bir günde kat olunan mesafe,
yirmiikibuçuk mil bulunmuştur. Yerin bir derecesi mesafesi, tamam yüzbin
adım ve her bir adım dört ayak ve her yaak onaltışar parmak hesap
olunmuştur. Okyanusun kenarlarında ve körfezlerinde ve karada olan küçük
denizlerde bulunan gemilerin, orta bir yüzüşle bir güne altmış milden
ziyade deniz mesafesi kat olunup; denizciler katında bir mecra tabiriyle
bir derece yer takdir olunmuştur.
Kervan hareketi ve askerî yürüyüşle bir eyr derecesi üç merhaleye
bölünmüştür. Mesela Erzurum'dan bir günde Nendiban köyüne hareket etmek
gibi, itibar olunmuştur. Eğer yürüyüş ve hareket bundan hızlı olursa, ona
orta yürüyüş derler. Bir yer derecesi onunla iki merhale bulunmuştur.
Mesela bir atlının Erzurum'dan bir günde Aşkale'ye yürüyüşü gibi, kıyas
olunmuştur. Eğer hareket ve yürüyüş bundan daha süratli olursa, yerin bir
derecesi onunla bir merhale olup, mesela şehrimizden bir günde yaklaşık
Karakulak'a varmak gibi, tahmin olunmuştur. Şu halde birinci kısımda üçtebir
derece, ikinci kısımda yarım derece, üçüncü kısımda tamam bir derece bir
güne kat olunur, bulunmuştur. Velhasıl, top zeminin bir derece mesafesi, bu
hesap üzere yüzbin adımdır, artık değildir. İkiyüzbin ziradan ziyade
değildir. Zira ki bir zira iki ayakır ki, yarım adımdır. Bu kaideye göre
zihin akıl sahiplerine, toprak ve sudan ibaret olan top zemini, dağları ve
denizleri hesaba katmadan, düz bi çizgi üzere yürüyüşle ne kadar zamanda
dolaşılacağı ortaya çıkmıştır. Mesela temiz beldemiz Erzurum'dan yerküreyi
dolaşmak niyetiyle bir kimse batıya doğru hareketle, Tokat'tan Anadolu'dan
ve İstanbul'dan,Rumelinden, Firenkistan'dan geçerek, yeni dünyadan dolayıp,
güneşin yürüyüşüne uyarak, Çin ve Maçin'e ulaşır. Buradan Hit, Sint ve
Türkistandan, Semerkant, Buhara ve Turan'dan geçerek Şirvan denizinin güney
yarısından geçmekle, Gence ve Revan eyaletlerinden yine şehrimiz Erzurum'a
ulaşır. Böylece muradı hâsıl olur. Bir kimse bize nispetle batıdan gidip,
doğudan gelmiş olur. Bunun gibi top zemini enlemler doğrultusunda dolaşmak
isteyen kimse, şehrimiz Erzurum'dan çıkıp, kuzeye azimetle Karadeniz'in
doğu sahilinden, Fas, Abaza ve Azak'tan, moskova diyarından, yeni
keşfolunan Növözemle yerlerinden geçer ve güneş kuzey burçlarında iken,
kuzey kutbu altından geçmekle bize nisbet taban tabana ve yeraltından
yürüyerek, güneş güney burçlarına vardığında, güney kutba ulaşır. Buradan
okyanusla geçer ve Habeş memleketinden, Yemen'den, Mekke-i Mükerremie'den,
Medine-i Münevvere'den ve çölden geçip Musul'dan yine temiz beldemiz
Erzurum'a ulaşır. Bu kimse kuzeyden gidip, güneyden gelmiş olur. Bu
takdirce top zemimi enlem ve boylam doğrultusuyla yürüyüp dolaşmak, mutedil
bir yürüyüşle olursa, tamamen devri, binseksen konak olur; atlı yürüyüş
gibi, seri olursa yediyüzyirmi konak olur. Ulak gibi çok hızlı yürünürse,
üçyüzaltmış günde tamamen top zemin düz bir çizgi üzere ulaşılmak ve
yürümek mümkündür demişlerdir.

Beşinci Madde

Dörtte bir oturulur yerin burçlar üçgeni ile yedi gezegene mensup olan belde
ve yönlerini, âhalisinin tavır ve sıfatlarını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, İslâm filozofları, bu oluşum ve bozuşum âlemi
içinde câri olan durumlar ve eserler hakikatte Allah'ın tesiriyle olduğunu
ispat edip demişlerdir ki: Esîrî cisimler, felekî konumlar, unsurlar
âleminde Hak'kın emriyle tesir eder. Halbuki hakiki müessir ancak Rabblerin
Rabbidir. Yıldızlar ve felekler aletler misalidir ve sebebdir. Bu
unsurların ve bileşiklerin feleklere ve yıldızlara bağlantısı ve intisabı
vardır. Yedi iklim hakikatte anlatılan tertip üzere, yedi gezegene mensup
olduğundan gayri, memleketlerin ve beldelerin her biriyle oniki burç
arasında alâka ve bağlantı ispat olunmuştur. Bu alâka, beldelerin burçlar
üçgenine nispeti bulunmuştur. Burçlar üçlüleri yukarıda kendi bölümünde
tafsil olunup, dört üçlü bulunmuştur. Birincisi, kuzeydeki ateşsel erkek
burçlardır. Yönlerde kuzeyle dübür arası buna nispet olunmuştur. Bu erkek
burçlar; güneş, müşteri ve merih olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz
güneş, gece müşteridir. İkinci üç burç, güneyde topraksal ve dişidir.
Yönlerden güneyle Saba arası buna mensup bulunmuştur. Bunlar; zühre, zühal
ve utarit olduğundan, bu üçlünü müdebbiri gündüz zühre, gece utarittir.
Üçüncü üçlü doğuda, havahi ve erkektir. Kuzeyle Saba arası buna nispet
kılınmıştır. Bunlar, ühal ve utarit olduğundan, bu üçlünün müdebbiri gündüz
zühal, gece utarittir. Dördüncü üçlü, batıda, suya mensup ve dişidir. Güneş
ile dübür arası buna nispet kılınmıştır. Bunlar; zühre ve ay olduğundan, bu
üçlünün müdebbiri gündüz zühre, gece aydır. Bunun gibi dörtte ybir meskûn
dahi burçlar üçlülerine benzer dört kısım itibar olunup, her bir kısım bir
üçlüye nispet kılınmıştır. Birinci kısım, Avrupa namıyla isimlendirilen batı
ve kuzey arası olduğundan önceki üçlüye mensup bulunmuştur. Burada
oturanlar, önceki üçlüde olan riyaset sebebiyle işlerin çoğunda akıcı ve
serkeş görünmüştür. Çoğunluğu, silah kullanmaya ve siyasete yönelik,
yorgunluk ve meşakkate dayanıklı, lâtif ve temiz bulunmuştur. Çünkü gece
müşteri ve merih tedbirde müşterektir. Üçlünün önceki parçaları erkek,
sonraki parçaları dişidir Bu kavim ya çoğunca kadınları emrinde gaflet
üzere olup, gayretli olmazlar. Kadınlardan ziyade oğlanlara sevgi duyup,
günah bilmezler. Özellikle İngiliz ve Nemçe koç urcuna ve merihe benzerdir.
Onun için sâkinleri vahşî ve mütehavvin olup, ahlâkı yırtıcı hayvan
ahlakına eğilimlidir. Roma, Fransa aslan burcunda ve güneşe nispet
olunmuştur. Bu sebebten halkının çoğu riyaset ehli bulunmuştur. İspanya ve
Portekiz, yay ile müşteriye mensuptur. Onun için ahalisi genellikle
ahlaklı, temiz ve sevimlidir. Bunlardan sonra meskûn bölümün ortasına yakın
olan Rumeli ve İstanbul çevresi, Girit, Kıbrıs ve küçük Asya sahilleri yani
Anadolu, Akdeniz ve Karadeniz nihayetleri arası, gerçi üçlünün evveline
dahildir, lâkin ikinci üçlüye benzerdir. Şu halde bunların tedbirinde zühre
ve utarit müşterek olduğundan, sâkinlerinin çoğu siyasetçi, riyaset ehli,
anlayışlı firasete mail, ilim ve öğrenmeye meyyal olup, birbirine yakın ve
sağlam mizaçlı, lâtif suretli ve sirette mutedil bulunmuştur. Yöneticisi
zühre olduğundan, musikiyi sevip ondan lezzet alırlar. Aşık meşrep ve dost
canlısı olurlar. Özellikle İstanbul, oğlak burcu ile zühal yıldızına
benzer. Onun için büyükleri mülk ve riyasete nâil oluşturlar.
İkinci kısım, asya nâmıyle isimlendirilmiştir. O doğu ve güney arası
olduğundan onun beldeleri ikinci üçlüye nispet kılınmıştır. Çünkü bu
üçlünün müdebbiri, gündüz zühal ve zühredir. Orada oturanlar bu gezegenlere
çok itibar eder bulunmuştur. Zühre yıldızına benzeşme iktizasınca bunlarda,
sema ve raks, hareket ve cima, kadınlara hırs ve muhabbet galip olup,
elbise ve yaygılarında nakış ve süse tâlip, bedeneri tedbirinde, refahet ve
şehvete rağbet edici olmuşlardır. Erkeklere meyl etmeyip, kadınlara
benzemeye özenip, büyük iltifat ve rağbet kılmışlardır. Mizaç ve
tabiatlarında hararet üstün bulunmuştur. Lâkin tedbirde zühalin iştiraki
iktiza eder ki, nefesleri müessir ve güçlü, yürekleri şecaatli ve şiddetli,
vehimleri yüksek ola. Bu kısmın bu üçlüye genel benzerliğinin hükmü budur.
Lâkin cüzlerinin tek tek nispetleri hükümleri bu tarz iledir ki: Acem
beldeleri, boğa burcu ve zühreye mensup olduğu için, halkının çoğu nakışlı
elbise giyip, evlerinde nakışlı yaygılar sermişlerdir. Hatta gömlekleri
dahi sade değildir. Fırat ile Dicle arası ve Bağdat çevresi başak burcuna
ve utarite; Yemen ve Arap yarımadasının tümü önceki üçlüye benzer
kılınmıştır. Şu halde bunların müdebbiri, müşteri, merih ve utarit
bulunmuştur. Onun için halkının çoğu üstün ve tüccar olmuştur. Hile, tuzak,
tembellik, ağır davranma onlarına şanına gelmiştir. Arabistanın mamur
yerleri yay ile müşteriye mensup olduğundan, o diyarın çoğu rahatlık üzere
olmuştur.
Üçüncü kısım, Saksonya ismi verilen doğu ve kuzey semti bulunmuştur. Bu
kısım üçüncü üçlüye mensup kılınmıştır. Gürcistan, Dağıstan, Maveraünnehir
yani Türkistan Hıta ve Hotan memleketleri ve Tataristan bu kısımda
kılınmıştır. Bunun müdebbiri zühal, müşteri ve utarit olduğundan, halkının
çoğu halim, selim, hikmetli ve fıtnet dolu, temiz ve iffetli müşahede
olunmuştur. Özellikle Azerbaycan memleketleri ikizler ve utarite mensup
olduğunda halkının çoğu hareket, mazarrat ve hıyanet üzere bulunmuştur.
Maveraünnehr semtleri kova ve zühale mensup olduğundan, halkının çoğu vahşî
ve gaddar bilinmiştir.
Dördüncü kısım, Afrika ismi verilen batı ve güney arasındadır. Bu kısım
dördüncü üçlüye mensup bulunmuştur. Bunun beldeleri olan Mısır, Sudran ve
Mağrip kendi misali bulunmuştur. Çünkü bu üçlünün tedbirinde gündüz, merih
ve zühre müşterektir. Halkının meliklerinin işlerine kadınları müdahalede
geri kalmaz. Erkek ve kadın çoğu işlerde karışık olup, bir kadını birkaç
kimse zevce edinip, erkekleri de kadın kıyafetinde gezerler. Çoğu kâhin ve
remilci olup azarlar. Özellikle Akdeniz sahilleri yengeç ve aya mensup
olup, halkının çoğu tüccar bulunmuştur. Diyarları yeterlilik ve rahat üzere
olduğu bilinmiştir. Uzak batı ülkeleri akrep ve merihe mensup olduğundan,
halkının ahlakı yırtıcı hayvanlara benzeyip, çoğunca husumet edip,
birbirini öldürmekten korkmazlar. Sait ve Habeş memleketleri, tedbirinde
zühal, müşteri ve utarit müşterek olduğundan, o diyarın halkı muhtelif
gelenekler üzere olup, ölülerini tazim ederler. Dışarıdan gelen hâkimlere
tâbi ve teslim olurlar. Kadınlara fazla rağbet edip, cimaa çok hırslı ve
meşgul olurlar. Bunların zayıf nefislileri korkak ve alçak bir kavimdir.
Özellikle Mısır ve İskenderiye ikizlere ve utarite mensup olduğundan,
halkının çoğu, idrak ve anlayış sahibi olup, gizli sırlar çıkarmaya ve
garip ilimleri öğrenmeye oldukça eğilimli bulunmuştur. Habeş memleketleri
ve ortaları kova ile zühale mensup olduğundan halkı balık yemeyi sever.
Yaşayış ve içkileri hayvanlar gibidir. Her şeyi bir sebebe bağlı olarak
yaratan Allah münezzehtir.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Altıncı Madde
Zamanın, oniki hayvan üzere dönüp, her sene birine benzemeyle değişmesinden
yeryüzünde olan tesirlerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, Hindistan filozofarı, zamanın oniki hayvan üzerine
deveran edip, yılda birini ahlakıyle nitelenip, cihandakilere böyle Hak'kın
emriyle sirayeteni bulup, tecrübe ve sınama ile tesirlerini hükümlerini
ispat etmişlerdir. Türkistan ahalisi genellikle ona itibar edip,
hükümleriyle gitmişlerdir. Onun için zamanın hükümlerini "Türkistan Senesi"
ismiyle adlandırmışlardır. Şimdi zamanın hükümlerini açıklayan manzumemiz
bunda yazılmak münasip görülmüştür.
NAZM
Allah adı hoş işler evveldir
Her dem Allah diyen kişi velîdir
Hamd lillah dahi salat ve selam
Fahr-ı kavneyn ve âline be-devam
Bade ism-i ilah ve hamd ve salat
Sal-i Türk oldu seksenüç ebyat
Hakkı der sal-i Türkü nazm ettim
Nisbet-i hüküm remzine yettim
Cümle ahkâmı sali Türkanı
Hükema mezhebince bil anı
Hükema kavlin itimad edemem
Hem de küllî yala deyip gidemem
Ekser ahvale vâkıf olmuşlar
Akl ile tecrübe ile bulmuşlar
Sal-i Türkan ki devr-i daimdir
Oniki canvar huyuyle revam
Muttasıl ola cümle halk-ı zaman
Faredir pes bakarla kaplandır
Sonra tavşan sinekle yılandır
Andan attır ganemle maymundur
Mürugdan sekle huk ol oyundur
binyüzaltmışbeş oldu çünki bu yıl
ikibin altmoşüçte rumî yıl
Mah-a âzerdle bir muharrem hem
Sal-i hicrin birini tarh et o dem
Bilmek istersen olduğun sali
Nisbeti kangı canavar hali
bak bu tarih-i hicrette o zal
Vâki olan sinin-i rumien al
Ol üç sali tarh kıl be neşat
Sonra onikişer edip iskat
Kaç sene kalsa fareden başla
Bir sene her birine bağışla
Kangı hayvanda âhir olsa heman
Ol yılın hâkimidir ol hayvan
Yıldır üç fal ve evveli dört ay
Dört ay ortası dört ay âhiri say
Sal-i şemsiledir çün nisbet-i hal
ibtida-yı hameldir ol sal
Bulsa bir kimse doğduğu sali
Bilinir tab' ve huy ve ahvali
Çün gelir sal-i fare hoşluk ola
Evsat-ı salde çok yağışlık ola
Ahir-i salde fitneler uyanır
Cenk olur niceler deme boyanır
Kışıdır hem dıraz hem sırma
Fareler gılleyi eder yağma
Doğsa mevlüt fi evail-i sal
Zeyrek olur ziyade hûb hısal
ol yılın evasıtında doğsa veled
Dediler ol yalancıdır huyu bed
Ahir-i salde doğa bed kerdar
Olur ol husut hem mekkar
Çün bakar sali gelse bimari
Çoğ olur hem sudadan zari
Fitnelerden mülük olur gamnâk
Çappâ nevine erişe helak
Kışı müşted olur dahi kütah
Meyveler hem soğuktan ola tebah
Ol salde doğsa kız ya oğul
Gayriler işine olur meşgul
Evsatında doğan olur pür nur
Zeyrek ve huyruy ve hem mesrur
Ahir-i salde doğsa peyveste
Gönlü gamlı olur teni hasta
Çünkü kaplan yılı gelir be te'ab
Halka düşer adavet ile gazab
Nasa çok nakz-ı had olur pişe
Pes düşer cümle havf ve teşvişe
ihtilaf-ı mülük olur o zaman
Isıran canavar çok olur ol an
Zelzele ola bazı sahrada
Keştiye âfet ere deryada
Kışı kısa ziyade soğuk ola
Gözler nehirler suyu çok ola
Ol yılın evvelde doğan uşak
Ali himmetlidir yüzü yumuşak
Evasıtında doğarsa kâmil olur
Ahirinde cebban ve kâhin olur
Çünkü tavşan yılı olur vüsat
Çoğ olur meyvelerle her nimet
Sulh ile dola hep zemin ve zaman
Halk sıhhatle bula emn ve eman
Hoş kışı mutedil baharı bahar
Yazı yaz çar fazlı hub ve nigâr
Ol salde doğsa malı olur
Bed huy olur velî vefalı olur
Evasıtında doğan olur yahşi
Ahii mükesser ola hem vahşi
Çünkü mahi yılı gelir bisyar
Ola harb ile fitneer bîdar
Kendüm ve cüv çoğ ola hem erzan
Kim kesir ola berf ile baran
Kışı gayte dıraz olur hem serd
Kim ziyan eyleye ağçalara berd
Ol yılın evveli doğan nâçar
Ahmak ve bed güher olur ber kâr
Evsatında doğan halim ola nerm
ahiri bed huy ola hem bî şerm
Çok gelir nevbetiyle sal-i yılan
AHer taamın ola bahası giran
Kışı gayetle nerm ve kısa olur
Kaht olup her gönülde gussa olur
Ol sal doğan olur hâmuş
Bil ki sözleri hem işleri hoş
Evsatı doğan oa bed etvar
Ahiri ber şekl olur bed kâr
Çün gelir sal-i esb ba şer ve şur
Eyleye cenk ve harb ve fitne zuhur
Sayfi hoşzer' ve gılle çoğ ola p¹ak
Çar paya erişe renc ve helak
Kışı nerm ve dıraz olur gayet
Erişe meyve cinsine âfet
ol say doğan çeker zahmet
Hem olur pür muhabbet ve hikmet
Evsatı yahşi işlidiry hoş huy
Ahiri gamlı bed huy ve bed guy
Çünkü Sal-i ganem gelür gamnak
Keştiler bahr içinde bula helak
Harb olur sürat ile sulhü bulur
Hayr olur sürat ile sulhü bulur
Hayr ve ihsana say' eden çoğ olur
Kışı nerm ve dıraz olur vâki
Ol sal doğan olur nâfi
Evsatında doğandır âsude
Ahir olur pelid ve fersude
Çünkü maymun yılı gelir hayırsız
Çoğ olur yankesici hem pîrsiz
Ol sene halka çok sitemler olur
Hastalık eşter ile esbi bulur
Kışı gayet kasîr ve soğuk ola
Ineb az dişiyle yiyiciler çok ola
ol sal doğan olur bed ruy
Lik handan ve şad olur hoş ruy
Evsatında doğarsa olur hasud
Ahirinde doğar olur bî sud
Sal-i mürg olsa hastalık yoğ ola
Gılle erzan ve meyveler çoğ ola
kışı nerm ve dıraz olur gyaet
Hamile zenlere erer âfet
Ol sal doğanda hüsn ve cemal
Olur az kısmeti fakir'ül-hal
Evsatı müezzi halk ona düşman
Ahiridir sehi sever mihman
Çünkü it sali gelse gılle ve nan
Hem aziz ola hem bahası giran
Çoğ olur mevt ve katl-i insanî
Hem de düzd ve muhil ve şeştanî
Kış hafif ola meyveler hem ucuz
kışınde emn ve eman olur şeb ve ruz
Ol salde doğa kız ya oğul
Ola her guy ve hem haris ve ekül
Evsatında doğan eder gavga
Ahirinde kanaat ee vefa
Çün gelir sal-i huk olur hasta
Emir ve ayan şehr peyveste
Padişahlar aralarına hilaf
Vâki olup çoğ ola cenk ve mesaf
Çoğ olur hınta ve şair kalil
Afet eyler darıya hem tacil
Halk yerden yere kona ve göçe
Hem reaya müşevveş ola kaça
Çoğ olur onda düzd tarraran
Ola kış nerm hem dıraz o zaman
O salde doğsa bir ferzend
Olur ol tez gûy ve hîş pesend
Evsatında doğarsa kâzib olur
Ahirinde halim ve ragıp olur.
Hem olur sal-i fare devr-i zaman
Hoş bu tertip ile eder deveran
Halkı fehm eyledinse ey Hakkı
Masivayı yok eyle bul Hak'kı
(Allah adı, hoş işlerin evvelidir. Her dem Allah diyen kişi velîdir. Hamd
Allah için salat ve selam, iki cihanın fahri ve onun âline olsun devamlı.
Allah adından, Allah'a hamd ve peygambere salattan sonra; Türk yılı
seksenüç beyit oldu.
Hakkı der: Türk senesini nazmettim ve hükmüne nispet edip, remzine yettim.
Türklerin senesinin bütün hükümlerini filozoflar mezhebince bil.
Filozofların sözüne itamat edemem, fakat hepsi de yalandır deyip gidemem.
Onlar durumların çoğuna vâkf olmuşlar. Bunları akıl ve tecrübe ile
bulmuşlar.
Türkleri senesi, sürekli devreder ve oniki canavar huyla akıp gider.
Zamanın halkı hep ona bağlıdır. Bu oniki hayvan: Faredir, inektir,
kaplandır, tavşandır, sinektir, yılandır, attır, koyundur, maymundur,
kuştur, köpektir, domuz eniğidir.
Binyüz altmışbeş oldu şimdi bu yıl. Rumî yıl ise ikibi altmışüçtür. Mart
ayında altmışdörttü. Otuzüç yılda bir yıl eksilir.
Mart ile muharrem aynı zamana rastlasa; o zaman hicrî yılın birini çıkar.
Eğer bilmek itersen hangi senede olduğunu ve hangi canavara nispet
olduğunu: Bak o hicrî tarihte, o sene, rumî senelerden hangisine düşer. O
üç seneyi çıkar sonra onikişere bölerek düş. Kaç sene kaldıysa fareden
başla, her oniki yseneye karşılık bir seneyi at. Hangi hayvanda son
bulursa, o yılın hâkimi o hayvandır.
Yıl üç mevsimdir. Her mevsim dört aydır. Durumun nispeti güneş
senesiyledir. Senenin başı ise koç burcunun evvelidir. Bir kimse doğduğu
yılı bulursa, tabiati, huyu ve durumları bilinir.
Fare senesi gelince hoşluk olur. Sene ortasında çok yağış olur. Sene
sonunda fitneler uyanır. Cek olur, niceleri kana boyanır. Kış, hem uzun
hem soğuk olur. Fareler buğdayı yağma eder. Senenin başlarında doğanlar
zeki ve iyi huylu olurlar. O yılın ortasında doğanlar, kötü huylu ve
yalancıdırlar. Sene sonunda doğanlar, kötü işli, haset ve düzenbaz olurlar.
inek senesi gelince: Hastalık çok olur, baş ağrısı artar. Fitnelerden dolayı
melikler gamlı olurlar. Dört ayaklılara helak erişir. Kışı şiddetli ve
kısa olur. Meyveler soğuktan mahvolur. O sene doğan kızlar, oğlanlar,
başkalarını işiyle meşgul olurlar. Senenin ortasında doğan, nurlu, zeyrek,
güzel yüzlü ve mesrur olur. Senenin sonunda doğan, gönlü gamlı ve teni
hasta olur.
Kaplan yılı gelince: Halka düşmanlıkla öfke düşer. Zenaatkârların çoğu
insanlara verdiği sözde durmazlar. Herkes korku ve karışıklığa düşer.
Melikler arasında ihtilaf olur. Isıran canavar çok olur o zaman. Bazı
yerlerde zelzele olur. Denizlerde gemiler âfet erer. Kış çok soğuk olur.
Gözler ve nehirlerin suyu çok olur. Ortasında doğan, olgun olur. Sonunda
doğan peynirci ve tembel olur.
Tavşan yılı geniş olur. Meyveler ve her nimet çok olur. Her yerde sulh olur.
Halk emniyet içinde sıhhat bulur. Kışı hoş ve ılımlı, baharı bahar, yazı
yaz olur. Dört mevsim de sevimli ve sevgilidir. O yıl doğanın malı olur,
kötü huylu fakat vefalı olur. Ortasında doğan yahşidir. Sonunda doğan kırıcı
ve vahşi olur.
Balık yılı gelir Çok harb olur ve fitneler uyanır. Buğday arpa çok olur.
Kar ve yağmur çok olur. Kışı uzun ve sert olur. Ağaçlara soğuk zarar verir.
O senenin evvelinde doğan, çaresiz, ahmak, kötü huylu ve kötü işlidir.
Ortasında doğan halim ve yumuşak olur. Sonunda doğan ötü huylu ve utanmaz
olur.
Yılan yılı geldiğinde: Yiyecekleri fiyatı artar. Kış oldukça kısa ve yumuşak
olur. Kıtlık olur, gönüllerde gussa olur. o sene doğan, sessiz olur. Aynı
zamanda bilgili ve sözleri hoş olur. Ortasında doğan, kötü tavırlı olur.
Sonunda doğa kötü şekilli ve kötü işli olur.
At yılı, kötülük ve karışıklıkla gelince: Cenk, harb ve fitne ortaya çıkar.
Yazı hoştur. Eki ve buğday çok ve temiz olur. Dört ayaklılara illet ve
helak erer. Kışı oldukça yumuşak ve uzun olur. Meyvelere âfet erişir. Sene
başında doğan, zahmet çeker, aynı zamanda muhabbet ve hikmet dolu olur.
Ortasında doğan, güzel işli ve hoş huyludur. Sonunda doğan, gamı, kötü
huylu ve kötü sözlü olur.
Koyun yılı gamlı olarak gelince: Denizde gemiler helak olur. Harb olur,
hemen sulh olur. Hayır ve ihsana çalışan çok olur. Kışı yumuşak ve uzun
olur. O sene doğan faydalı olur. Ortasında doğan, âsude olur. Sonunda doğan,
kötü ve donuk olur.
Maymun yılı gelince: Hayırsız ve yankesici çok olur. O yıl halka çok
sitemler olur. Deve ve atlar hastalanır. Kışı gayet kısa ve soğuk olur.
Üzüm az, fakat yiyicisi çok olur. O sene doğan, kötü yüzlü olur, fakat
güler yüzlü ve iyi huylu olur. Ortasında doğan, hasetçi olur. Sonunda doğan,
faydasız olur.
Kuş senesi olunca: Hastalık yok olur, bolluk ve meyve çok olur. Kışı
yumuşak ve oldukça uzun olur. Hâmile kadınlara hep âfet erer. O sene doğan
iyi ve güzel olur, kısmeti az, hali fakir olur. Ortasında doğan, eza edici
olur ve halk ona düşmandır. Sonunda doğan, cömert ve misafirperverdir.
Köpek yılı gelince: Buğday ve ekmek hem kıymetli, hem pahalı olur. Cinayet
ve ölüm çok olur. Hırsızlık, hile ve şeytanlık artar. Kış hafif olur,
meyveler ucuz olur. Kışın gece-gündüz emniyet olur. O sene doğan kız veya
oğul, kötü sözlü, hırslı ve obur olur. ortasında doğan, kavga eder. Sonunda
doğan vefalı ve kanaatlı olur.
Tavuk yılı gelince: Başkan ve şehrin ileri gelenleri hep hasta olur.
Padişahlar arasına anlaşmazlı düşer, savaş çok olur. Buğday çok olur, arpa
az. Darıya âfet dokunur. Halk yerden yere konar ve göçer. Reaya karışır ve
kaçar. Hırsız ve soyguncu çok olur. Kış ılık ve uzundur. O seni doğan
oğlan, çabuk konuşur ve kendini beğenmiş olur. Ortasında doğan, yalancı
olur. Sonunda doğan, halim ve istekli olur.
Zamanın dönüşü yine fare yılına gelir. Bu düzen ile denir. Halkı anladınsa
ey Hakkı! Masivâyı yok anla; Hak'kı bul.)
(Sal: Yıl, sene, Sal-i Türkân: Türklerin yılı. Ganem: Koyun. Müruğ: Kuş.
Sek: Köpek. Huk: Domuz eniği. Mah-ı âzer: Mart ayı. Çâr: Dört. Tedahül:
Geri kalma, gecikme. Tarh: Çıkarma. Sinin: Seneler. Be: İle. Neşat: Sevinç.
Fasl: Mevsim. Sal-i şems: Güneş yılı. İbtida: Başlangıç. Hamel: Koş burcu.
Evsat: Orta. Dem: Kan. Dıraz: Uzun. Serma: Soğuk. Gılle: Buğday, Fi evail-i
sal: Seneni başlarında. Red: Kötü. Bed kerdâr: kötü işli. Mekkar, Düzenci.
Bakar: İnek. Bimar: Hastalık, Mülük: meliker. Çâr pâ: Dört ayaklı. Müşted:
Şiddetli. Kütah: Kısa. Tebah: Mahvolma. Hub ruy: Sevimli yüzlü. Peyveste:
Daima, Teab: Yorgunluk. Adavet: Düşmanlık. Nakz-ı ahd: Ahdi bozma. Pişe:
Sanat. Keşti: Gemi. Mükes-mükesser: Kırılış. Mahi: Balık. Bîdar: Uyanık.
Kendüm: Buğday. Cüv: Arpa. Erzan: Bolluk. Kesir: Çok. Berf: Kar. Baran:
Yağmur. Berd: Soğuk. Nerm: Yumuşak. Bî şerm: Utanmaz. Giran: Ağır. Kaht:
Kıtlık. Hâmuş: Sessiz. Esb: At. Şer ve şur: Kötülük ve karışıklık. Sayf:
Yaz. Zer': Ekin. Renc: Sızı. Bed guy: Kötü sözlü. Say': Çalışma. Pelid:
Rezil. Fersûde: Donuk. Eşter: Deve. Kasîr: Kısa. İneb: Üzüm Bî sud:
Faydasız. Zen: Kadın. Müezzi: İnciten, Sehi: Cömert. Mihman: Misafir. Nan:
Ekmek. Mevt: Ölüm. Düzd, Hırsızlık. Muhil: Hile. Şeb: Gece. Ruz: Gündüz.
Ekûl: Obur. Mesaf: Harb safları. Hınta: Buğday. Şair: Arpa. Kalil: Az.
Müşevveş: Düzensiz. Tarraran: Soyguncular. Ferzend: Oğul. Hiş pesend:
Kendini beğenmiş. Kâzib: Yalancı. Fehm: Anlama.)
Ey aziz, malûm olsun ki, bu makamda, eski astronomi ilmini bu miktar
açıklama ile yetinilip; beldelerin enlem ve boylamı ve çizilmiş daireleri,
küre yüzeyi gereği üzere tasvir olunmuştur. Başlangıç meridyeni Halidan
adalarından (Girinviç), başlangıç enlemi ekvatordan itibar olunup, tertip
ve tanzim olunmuştur.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

27-BÖLÜM:027:
DOKUZUNCU BÖLÜM

Yeni astronominin şöhret bulduğunu, kaidelerinin kolay ve muhtasar
olduğunu; yerin dönüşüle hareket kıldığını ve yerin ekseninin, âlemin
eksenine paralel ve kutbuna karşı olduğunu; yeni astronomların bunu ispat
ettiğini; gezegenlerin bu astronomiye nispetle duyduğunu, geri döndügünü ve
düz gittiğini; bu yeni astronomiye itirazlar olup, hepsine cevap
verildiğini; feleklerin tabiatlarinde astronomların ihtilaf kıldığını dokuz
madde ile açıklar.

Birinci Madde


Yeni astronominin şöhret bulup itibar kazandığını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozof ve astronom olan eski ve yeni bilginler,
esiri cisim küreleri (felekler) ve unsurî cisimlerden (dört unsur) ibaret
olan âlem küresinin yapı ve mahiyetini, konumlarını tertibini ve
tavırlarını; hareket ve duruş halindeki keyfiyetlerini; sair gizli
durumlarını açıkladıklarında iki görüşe ayrılmışlardır. Filozofların
çoğunluğunun isabetli görüşleri üzere birini seçip onda karar etmeleriyle,
eski astronomi nâmiyle şöhret bulmuştur. Bu görüşü seçen eski astronomidir
ki, kendini tanımak ve Alah'ın yarattıklarını düşünmek için bu
"Marifetnâme" de buraya gelinceye dek, yazılmış ve açıklanmıştır.
İkinci görüşe meyl ve rağbet eden filozofların görüşlerine göre: Ateşten
ibaret olan güneşi, bütün unsurların en mükemmeli, bütün cisimlerin merkezi
olmak üzere, âlemin merkezinde hareketsiz durup topzemini, güneşin
çevresinde gezegenlerden biri gibi hareketli ve dönücü; gökleri bir hal
üzere hareketsiz farz ve itibar etmişlerdir. Sonra, bu görüşlerine düzen
verip sağlamlaştırmak için çalışıp ihtimam ettikçe, sade dil olan avam,
onlara, ta'n ve saldırı taşlarını vururlardı. Zira ki onlar, halkın akıl ve
idrakine muhalif ve gördüklerine aykırı olan yerin hareketine kail
olurlardı. Böylece insanlardan soğukluk ve öfke ve buğz bulurlardı. Lakin
bu cümle ile bile, eski zamandan son günlere gelinceye değin yerin döndüğü
konusunda görüşler eksik olmayıp; Eflatun dahi ömrünün sonunda yerin
hareketine kail ve bu görüşe yönelmiştir. Asırlar ilerledikçe devirler
geçtikçe, rasatçılık gelişmiş ve gözetleme işleri sürmüş olup, feleklerin
durumları belirlenmiş olup; sonraki bilginler zamanında rasat âletleri ve
kanunları fazla kihtimam ve tecrübe edilip, gerekli gözlemlerle feleklerin
durumları nizam buldukça, ikinci görüş bir mertebe revaç bulmuştur. Böylece
sonrakiler çoğunun tercihi olup, yeni astronomi nâmıyle yaygınlaşıp, meşhur
olmuştur. Hata bu görüşe katılanlar, âlemin yapısını taklitle evlerinde ve
kiliselerde çerağ ve ateş yakarlar imiş. Ancak gaflet olunmasın ki, bu
durumlara itikat ve itimat etmek, dini işlerden ve kesin şeylerden
değildir. Zira ki, âlem küresi ne şekil ve yapıda olursa olsun, gök ve yer
cisimlerinin terkibi her ne keyfiyette bulunursa bulunsun ve bu çarh-ı
felek her ne takdir ile dönerse dönsün; hiçbir zaman âlemin sonradan
yaratıldığını inkâra mecal olmadığına ve bütün bunları Allah'ın olgun bir
şekilde yarattıkları olduğundan gayri hayal, muhal bir iş olduğuna itimat
ve itikat etmek dinî gereklerden ve kesin işlerdendir. Filozofların bu
cihanı çeşitli biçimlerde anlatması, cihanın yaratıcısının acaip
sanatındandır. Bu âleme ne zan ile bakılsa, o yönle devranı
âlemin yaratıcısının kudretinin kemalindendir.

İkinci Madde


Yeni astronominin kaidelerinin kolay ve mazbut olduğunu bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Önce güneş sabit
bir yıldız bulunmuştur ki, âlemin merkezinde, ortada, kuşatıcı ve sâkin
konulmuştur. Bundan sonra güneşe yakın olup, güneşin cismini lâvi bulunan
utarit dairesinin dairesidir. Burada utarit yıldızı, güneşin çevresinde
seyr ve deveran edip, üç ayda dairesini kateder görünmüştür. Bundan sonra
utaridin dairesini kuşatan zühre dairesinin dairesidir. Zühre, dairesinin
sekiz ayda dolaşır. Bundan sonra zührenin dairesini kuşatır bir büyük daire
ispat olunmuştur. Yerküre su ve hava unsuruyle kuşatılmış olup, onlarla
beraber yıldız misali geniş daireyi bir sene tamamında dolaşır bulunmuştur.
Yine bu büyük daire üzere yer cisminin çevresinde ayın dairesi tayin
olunmuştur. Ay dahi, yeri, kendisine merkez edip, çevresinde seyr ve
deveran edip bir ayda tamam kendi dairesini kateder bulunmuştur. Bundan
sonra merih dairesi, yerin büyük dairesini kuşatıp; merih yıldızı iki
seneye yakın zamanda, kendi dairesinde bir devresini tamam eder,
bulunmuştur. Bundan sonra merih dairesini kuşatan müşteri dairesidir ki,
müşteri yıldızı o özel dairesini oniki senede kateder müşahede kılınmıştır.
Bundan sonra müşteri dairesini kuşatanzühal dairesidir ki, o yıldız, o
dairesini otuz senede kateder hesap olunmuştur. Bu yıldızlardan başka,
yerin büyük dairesinde zikrolunduğu üzere, ay, yeri merkez edip, çevresinde
seyir ve dev eran eylediği misali dört yıldız, müşteriyi; beş yıldız,
zühali merkez edinip; dördü müşteri etrafında ve beşi zühal etrafında
hareket eder ve döner görünmüştür. Bu dokuz yıldız, sonraki bilginler
zamanında asat olunmuştur. Yeni isimlerle bunlara: Aycıklar adı
verilmiştir.
Bütün bunlardan sonra bu dairelerin tümünü kuşatan sabit yıldızlar feleği
burçlar göğünden bilinmiştir. Onun kalınlığı, hoşluğunun genişliği sayısız
sabi yıldızlarla süslü bulunmuştur. Sabit yıldızlardan her biri, büyük bir
güneş cismi menendi olup, âlemin merkezinde konulmuş ve kuşatıcı güneşin
beyan olunan tavır ve tarzı üzerine, basitlerden her birinin cismi
çevrecinde, nice gezegen yıldızın hareket ve dönüş üzere oldukları rasat
üzere bilinmiştir. Bu görüşe göre, âlemin yapısını tahlil içi vazolunan
şekiller ve daireler, bu bölümün sonuna bırakılmıştır.

Üçüncü Madde

Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Evvela yerküre
kendi büyük dairesi üzerinde hareketiyle, batıdan doğuya hareket edip,
burçlar dairesini beher gün terti üzere kat ederek, sene tamamında o büyük
dairesini tamamen bir kere devreder bilinmiştir. ikinci olarak, yer o
senelik hareketinden başka, yine batıdan doğuya kendi ekseni üzerinde
hareketiyle dönüp, beher gün yirmidört saatte bir dönüşünü tamam eder
hesap olunmuştur. Yer, günlük hareketiyle batıdan doğuya hareket
eylediğinden, bize nispetle güneş ve bütün yıldızlar günlük hareketle
doğudan batıya hareket eder görünmüştür. Yerin bu iki hareketinin misali
budur ki: Mücessem bir küre, düz bir araziye atılıp, çevresinde dönüyor
farzolunsa, dönen küre, o düz yerin uzunlamasına meydanına tamamen
geçinceye dek kendi ekseni üzere hareketiyle dönüp, dolanmadan geri
kalmadığı gibi; yerküre dahi kendi büyük dairesinde batıdan doğuya hareket
ve seyir ile burçlar feleğinin meydanını tamamiyle dolanıncaya dek, kendi
merkezi çevresinde kendi ekseni üzere dönüp, sürekli dolanır bulunmuştur.
Çünkü yer, güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Çünkü yer,
güneş ile burçlar feleği arasında vâki bulunmuştur. Şu halde yer,
burçlardan birinin hizasına gelse, kaçınılmaz olarak o vakitte güneş, o
burçların karşısında olan burcu gelir görünmüştür. Mesela yer, koç ile
güneş arasında bulunup, koçun hizasında iken, elbette güneş onun karşısında
olan terazide bulunmuştur. Bunun gibi yer, Yengeçte olduğunda yani yengecin
hizasına geldiğinde, elbette o anda güneş, yengecin karşısında olan oğlak
burcunda gözlenmiştir.
Velhasıl yer, kuzey burçlarının birinin hizasında olduğunda, elbette o
esnada güneş dahi kuzey burçlarının karşısında bulunan güney burçlarının
birinde görünmüştür. Aksi dahi buna kıyas ile bilinmiştir. Güneşin kuzey
burçlarında sekiz-dokuz gün kadar fazla eğlenmesi, yerin güney burçlarında
o kadar zaman gecikmesinden bulunmuştur. Zira ki yer, güney burçları
hizasından hareket ederken senelik dairesini bir miktar genişletmekle,
dairesinin güney yarısında ziyadece duraklamak lazım gelir bilinmiştir.
(Durumun hakikatini en iyi Allah bilir.)

Dördüncü Madde


Yerkürenin ekseni, senevî dairesinin üzerinde güneşitleyici dairenin
eksenine paralel; kutupları, kutuplarının hizasında olduğunu ve onunla gece
ve gündüz saatlerinin muhtelif olup, dört mevsimin oluştuğunu bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerkürenin
ekseni, senelik dairesinin üzerinde kendisine ve güneşitleyicinin yani
âlemin eksenine paralel ve kutupları kutuplarının hizasında bulunmuştur.
Yerin kuşağı olan ekvator, senelik dairesiyle güneşitleyicinin yüzeyinden
güney ve kuzeyde bulunmuştur. Eğer yerin ekseni, dairesinin ekseni gibi
burçlar dairesinin eksenine paralel bulunsaydı, daima her yerde gece ile
gündüz eşit olup, asla bir vakitte ve hiçbir mekanda dört mevsimin değişimi
ve birbirini takibi olmazdı. Şu halde yer dairesinin ekseni, âlemin
eksenine paralel olmayıp, burçlar ekseninin dairesi gibi yirmiüçbuçuk
derece uzak olur bulunmuştur. Çünkü yer, âlemin eksenine farz olunan
hizalanmasını daima koruyarak, her anda burçlar feleğinin hissedilen ve
özel olan tarafına yönelik olarak değişir görünmüştür. Elbette yer, senelik
hareketiyle güneşin etrafını dolaşır oldukça, mevsimlerin değişimi belirli
zamanlarda olur.
Mesela Yaz mevsimi geldiğinde, yani yer oğlak burcuna hizalanıp, güneş onun
karşısında olan yengeç burcunda göründüğünde yer, noktasında konulup, yerin
ekseni olan (SM) hattı, âlemin eksenine paralel kılınmıştır. Yirmiüçbuçuk
derece burçlar dairesinin ekseninden uzaklaşıp, yerin senelik dairesinin
yüzeyine altmışaltıbuçuk derecesinde, ki (V K H) açısı yanına eğilir
bulunmuştur. Şu halde bu surette güneşin şuası, dik olmak üzere ulaşır
görünmüştür. Lakin güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yerin
yüzeyine, yerin güneşitleyici dairesinde ulaşmayıp, belki yengeç
dönencesinde yirmiüçbuçuk derece güneşitleyici daireden kuzey kutbu semtine
doğru uzak olmak üzere ulaşır bilinmiştir. Bu sebepten güneş, yerin kuzey
yarısını tamamen aydınlatıp, kuzey burçlarıda görünür oldukça, güney kutbu
tarafında bir derece kadar yeri terk eder bulunmuştur. Bundan sora yer,
sonbahar mevsiminin başlangıcında (A) noktasına geçtiğinde, yerin ekseni
olan (SM) hattı, kendine ve âlemin eksenine paralellik üzere
farz olunmuştur. Bu sırada yer, koç burcunun hizasında bulunup, güneş onun
karşısında olan terazide görünmekle, güneşin merkezinden yerin merkezine
çıkan şua ki, âlemin eksenine dik olur bulunmuştur. O yerin yüzeyine,
güneşitleyici dairenin terazi burcunun başlangıcı itibar olunan noktasından
ulaşır müşahede olunmuştur. İki kutbun taraflarında olan yere eşitlik üzere
yayılır bilinmiştir. Bundan sonra kış mevsiminin başlangıcı erişip, yer (H)
noktasına geldiği sırada (SM) ekseninin eşitliği olduğu üzere kalıp,
güneşin şuası oğlak dönencesi yerinde yerin yüzeyine dik eriştiğinden,
yerkürenin güney yarısını tamamen aydınlatıp, kuzey kutbu tarafına bir
derece yeri terk eder müşahede olunmuştur. Bahar mevsiminin başlangıcında,
yer günlük hareketiyle noktasına vardığında yani terazi burcunun
başlangıcına eriştiğine, güneş o vakitte koçta görünmüştür. Şu halde
güneşin merkezinden yerin merkezine çıkan şua, yeryüzüne güneşitleyicinin
koçun başlangıcına vâki olan noktasına ulaşır bulunmuştur. Bu surette yine
iki kutbun taraflarına eşitlik üzere ışık saçılır bilinmiştir. Lakin bu
takdirce yerin aydınlık semti, güneşe dönük bulunduğundan, bizlere açık
olmaz. Zira ki şekil dışı bir yerde bulunmuştur. Şu halde yeni astronomiye
göre, gece ve gündüzün birbirini takibi ve uzaması: Dört mevsimin değişim
ve farklılığı iki kutup altında doksanıncı enlemin gece ve gündüzü bu
yolla bilinmiştir. (Vallahi a'lem.)
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Beşinci Madde
Yeni astronominin kaideleri kuvvet bulup, muteber olduğunu bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Yerin senelik
dairesinin hizasında bulunan şâbitler feleğinin, mesela (B C) noktasına,
yahut (D Y) noktası, bize gayet uzak olduğundan, bir nokta kadar
görünmüştür. Şu halde bunda ellbette lazım gelir ki, yerin ekseni, kendi
senelik dairesinin herhangi noktasında bulunursa, sâbitler feleğinin daima
onun aynısı bir noktasına dönük olmuş görüne. Yer kutunun yüksekliği daima
aynı tarafa ve tepemizde olan aynı yıldıza ve bir ölçüye bakış ile ortaya
çıkmış buluna. Gerçi yer, gerçekte burçlar feleğinde yani kendi senelik
dairesinde bulunan hareketiyle kâh oy yıldıza, kâh bu yıldıza, kâh güneye
ve kâh kuzeye ziyade yakın olursa da; halbuki bizden pek uzak olan sâbitler
feleğine nispetle yerin senelik dairesi ancak bir nokta kadar gelmiştir. Şu
halde yerin sâbitler feleğinden uzaklığı ve yakınlığı fark olunmaz olmuştur.
Kudret-i İlahiyede son tayin etmeye cesaret edenlerin yanında sözü edilen
iş, ziyadesiyle uzak ve garip ise de, dikkatli bir bakışla düşünülse, işin
aslında uzaklaşma yoktur. Bu yeni astronominin gereği olan yerin hareketini
uzak görüp, kabul etmeyenlere, fikir ve mülahaza lazımdır ki; eski
astronominin dahi bundan ziyade nice işleri kabulden uzak görünür ve
bilinir olmuştur.
Bunlardan biri, ilk hareket ettiricinin yani büyük feleğin genişlik ve
büyüklüğüyle o acaip ve garip sürattir ki, onunla beher gün doğudan batıya
olan dönüşünü tamamlar bilinmiştir. Biri dahi, büyük feleğin yirmidört saat
müddetinde kendi içinde kuşatılmış olan feleklerin hareketleri ve
hareketlerinde bulunan süratleridir ki; her biri, büyük feleği muhalefet
ederek, kendi tabiatleri gereğince batıdan doğuya hareket ederlerken, yine
büyük feleğe uymakla her gün doğudan batıya bir kere dönüş hareketlerini
tamam ederler denilmiştir. Halbuki bir tüfeğin kurşunu seyrinde bulunan
süratten, o günlak hareketle ilk hareket ettiricinin mıntıkasında olan
sürat, üçyüzbin kat fazla ve şiddetli olmak gerek. Ta ki bu müddette bir
dönüşünü tamamlamak mümkün ola. şu halde o büyük cisim olup, üst yüzeyinin
şekli henüz bilinmeyen büyük feleğin içinde bulunan büyük feleklerin
kendilerine nispetle bir habbe ve bir nokta kadar olan yerin çevresinde
dolanmalarından bu küre şeklinde olup, harekete daha fazla isidatlı olan
yerin küçük cisminin, büyük güneşin etrafını senede bir kere dolanması çok
daha kolay ve layık olup, durumun gerçeğine uygun, işin aslına muvafık
gelip, akla daha yakın olmuştur. Yerkürenin o senelik dairesinde hareket
eder oldukça ekseni aynı eşitliğini korur, denildiği öyle demek değildir
ki, yerin ekseni asla bir vakitte ve hiçbir cihetle konumunu değiştirmeye.
Zira ki yerin eksenin gayet yavaş olan hareketle yirmibeşbin sekizyüz onaltı
güneş senesinde burçlar feleğinin çevresindeki bir daire çizer bulunmuştur.
Yerin bu hareketinden lazım gelir ki, burçlar kuşağı dairesiyle
güneşitleyici dairenin kesişme yerleri ki, gece ve gündüzün eşit olduğu
nokta bulunmuştur. O iki nokta burçlar sırası hilafı üzere yani doğudan
batıya geçerler. Bu harekete onun için gece ile gündüz eşitliğinin
tekaddümü denilmiştir.
Şu halde sâbit yıldızların burçlar sırası üzere yani batıdan doğuya olan
hareketlerinin ortaya çıkması ve gece ile gündüz eşitliği noktasından
doğuya doğru bulunan uzaklıklarının fazlalaşması, yerin bu hareketinden
çıkar bilinmiştir. Yerin bu hareketi bir tertip üzere olmayıp, karışık
bulunmuştur. Zira ki sâbitlerin burçlar sırası yüzere bulunan hareketleri,
kâh yüz senede bir derece, kâh yetmiş senede bir derece ve kâh altmış senede
bir derece miktarı muayene kılınmıştır. Şu halde yerin ekseni, kuzeyden
güneye ve güneyden kuzeye yalnız yirmidört dakika miktarı hareket eder
bulunmuştur. Öyle ki yerin mihverinin ucu bu tür bükük ve sarmaşık
hareketle bir bükük ve sarmaşık daire meydana getirir hayal edilip,
farz olunmuştur. (Durumun hakikatini en iyi Allah bilir.)

Altıncı Madde

Yeni astronomiye nisbetle beş şaşırmış gezegenin yavaş hareket etme ve
duraklama keyfiyetini, düz gidiş ve geri dönüş mahiyetini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlar demişlerdir ki: Gezegen
yıldızlardan beş şaşırmışta bulunan yavaş hareket, duraklama, geri dönme ve
düz gidiş bu yeni görüşe göre döndürücü feleğe muhtaç olmayıp, kolaylıkla
bilinmiştir. Zira ki beş şaşırmışın duraklama ve geri dönüş gibi muhtelif
durumları ancak bizim hareket halinde bulunan yerde bu yıldızlara
baktığımızdandır. Onlar bize kâh yavaşlıkla, kâh duraklama ile, kâh geri
dönüşle nitelinmiş görünmüştür. Ancak faraza âlemin merkezi olan güneş
üzerinde bulunmuş olaydık; gözümüze bu tür hayaller asla görünmez olurdu.
Zira ki onların dönüş hareketi benzerli ve düzgün bulunmuştur. Nitekim daha
önce açıklanmıştır ki, utarit ile zühre güneşin etrafında bulunan senelik
dairesini geri kalan üç yıldızdan yani merih, müştei ve zühalden önce
bitirir. Bu sebeptendir ki utarit ile zühre bazen güneş ile yer arasında ve
yer yine güneş ile üç yıldız arasında bulunurlar.
üç yükseğin açıklanmasında farz ederiz ki düz şekile güneş (A) noktasında
olsun. Yerin senelik dairesi (B,H,A,C,T,L) dairesi olsun. Mesela merihin
dairesi dahi (T,D,K,R,Y,B) dairesi olsun ki merih bu dairenin bir yayını
kat edinceye dek yer kendi dairesinde olan dönüşünü tamam eder. Bundan sonra
sabit felek (M,F,K,N) dairesi olun. Şimdi deriz ki, yer (L) noktasında ve
merih (T) noktasında bulundukları vakitte merih yıldızı, sabitler
dairesinden (M) noktasında görülür. Bundan sona yer (L) noktasından (B)
noktasına ve yıldız dahi (T) noktasından (D) noktasına geçsin. Öyle ki yer,
yıldız ile güneş arasında yakın olmak üzere intikal eder. Bu vakitte
yıldız, sabitler dairesinden (La) noktasında muayene olunur. Şu halde bu
surette burçların tertibine göre olan hareketin (M) noktasından (La)
noktasına tacil etmesi müşahede olunup, sürat ve düzgün gidiş denilir.
Bundan sonra yer (B) noktasından (H) noktasına ve yıldız (D) noktasından
(K) noktasına varır. Bu sırada yine (La) noktasında hissedilip, yavaş gidiş
ve duraklama önce hasıl olur. Bundan sonra yer (A) noktasına ve yıldız (R)
noktasına vardıklarında o vakit yine yıldız (F) noktasında bulunur. Şu
halde burçlar tertibinin hilafında geri dönüş görülür. Elbette bu surette
olan durumuna geri dönüş adı verilir. Bundan sonra yer (C) noktasına ve
yıldız (Y) noktasına ulaştıklarında bu sırada yine yıldız (F) noktasında
görülmüş olup, ikinci duraklama ve ikinci yavaşlama hasıl olur. Bundan
sonra (T) noktasında görünür. Burçlar tertibi üzerinde hareket eder bulunur
ki düz gidiş ve sürat denilir.
Bu tafsil ki utarit hakkında tasvir olunmuştur. Zühre hakkında da aynısı
geçerlidir. Ancak farkı budur ki, bu değişiklikler onda yavaş bulunmuştur.
Zira ki, zühre, utaritten ziyade zamanda kendi dairesini dolaşır
görülmüştür. Nitekim yukarıda açıklanmıştır. Bu bölümde yazılan
açıklamalar yeni astronomiye belki pek eskiye nümune olmaya kifayet
ettiğinden şimdi bu görüşe yönelen sorular ve cevapların yazılmasına
geçilmiştir.

Yedinci Madde

Bu yeni astronomlara yöneltilen soruları ve cevapları bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, yeni astronomlara, dinî konularda ve rasat ve
astronomi ile ilgili kanunlarda önce şöyle itiraz olunmuştur ki: Bu yeni
görüş tabir olunan görüşler; semavî kitapların bildirdiklerine aykırıdır.
Ve her şeye ki, durumu ve şanı böyle ola. Asla bir vecihle kendisine rağbet
ve iltifat olunmaya layık ve şaheste değildir. İmdi, bu yeni görüş tabir
olunan tahayyüllere dahi asla rağbet ve iltifat olunmak layık ve seza
değildir, cevabını dahi büyüklerde reddederek böyle vermişlerdir ki: İşin
aslı olmak üzere rağbet ve iltifat olunmağa mahal yoktur denilirse; her ne
kadar ki kabullenilirse de asla faydası yoktur. Faraza olduğu itibariyle de
asla rağbet ve iltifata layık ve seza değildir, denilirse memnudur.
Küçükler de, konuşarak bu minval üzere cevap etmişlerdir ki: Yer, bu yeni
astronomiye göre dahi haddizatında hareket ile nitelinmiş olmayıp,
hakikatte hareke edici olan kendisini, yani yeri kuşatan o yumuşak
maddeden ola girdabıdır. Zira ki yer, o girdabı olan ince ve yumuşak
maddenin belirli parçaları arasında daima kuşatılış olup; hemen gemiye
giren kimsenin gemi içinde sakin olduğu gibi yer dahi yumuşak maddenin
muayyen parçaları içinde daima sakin olur. Bir daha bu tarz ile cevap
vermişlerdir ki: Dinî işlere ve yaratılışa bağlı oldukları takdirde,
mücerret görüşümüze göre, çok katı hükümer semavî kitaplarda irat
olunmuştur bu cümleden olarak, Tevrat'ta aya: Büyük kandil, adı verildiği
vârittir. Bununla beraber ki, vâkıa bakar olduğumuzda, ay diğer
yıldızlardan küçük olduğundan başka, nurunu dahi güneşten alır bulunmuştur.
Yer daima sakindir, hükmü ki, Tevat ciltlerinde şerh olunmuştur. Kastedilen
mânâ ile gizli ve gerçektir. Zira ki bu sözün o yerde başlangıcı böyledir
ki: Oluşumun biri gider, biri gelir. Böyle olunca sözün tamamı budur ki:
Yer daima sakindir. Şu halde siyak ve sibaka göre yer, daima sakindir,
demek; yer daima olduğu gibi baki kalır, inkılap ve değişimden uzaktır: Her
ne kadar ki bazen kendisinde oluşum ve bozuşum vâki olursa da, demektir.
Diğer kitapların söyledikleri bu mânâya irca olunmuştur. Zira ki yer,
toplam itibariyle asla ne dağılır, ne de bozulma kabul eder, deyip cevap
etmişlerdir.
Astronomi ve rasat kanunlarına dayanılarak, bu görüştekilere itiraz
olunmuştur ki: eğer yer, âlemin merkezinden uzak olup, kendi senelik
dairesinde hareket eder olsaydı; mesela kuzey kutbunun yüksekliği her zaman
bir üslup üzere kalmazdı. Başucu noktamızda bulunan yıldızlar, daima ortada
olmazdı. Her vakitte sâbitler feleğinin belirli bir yarısı bize mukabil
gelmezdi. Doruk ile etek dahi bu minval üzere tayin bulmazdı. Bunların
cevapları dahi böyle olmuştur ki: Yer, ekseni yüzere hareket ettiği
takdirce, kuzey kutbunun yüksekliği her zaman bir üslup üzere olup, başucu
noktamızda bulunan yıldız, daima zâhir olur. Felek küresinin belirli bir
yarısı yani belirli dokuz burcu tamamıyle er vakitte bizim karşımızda olup,
baktığımız yer olurdu. Şu kadar var ki, daima yerin bir belirli noktasında
durmamız şart ve lazım gelir. Çünkü önce dediğimiz gibi, sabitler feleği
bizden o kadar uzaktır ki, ona nispetle yerin büyük senelik dairesi, bir
nokta kadar görünür. Çünkü yerin ekseni, âlemin ekseni ile daima aynı
hizada bulunur.
Şu halde belirtilen üç hükme göre, daima yerin bir belirli kıtasında sabit
ve durucu olmaz. Onun için şart olunmuştur ki, kuzey kutbunun daima tek yol
üzere olan yüksekliği bizim görüşümüze göre bulunmuştur. Yerin daima bir
belirli yerinde olduğumuz zamanda bir kararda görünmüştürki. Yani bu şart,
bizim için bulunan belirli ufku ve başucu noktamızda olan belirli noktayı
kaybettiğimiz ve değiştirdiğimiz vakitte bulunmuştur. Zira ki, mesela
kuzeyden güneye doğru veya güneyden kuzeye doğru yerküre üzerinde hareket
edip, belirli yerimizi başucu noktamızda bulunan belirli noktayı
değiştirdiğimiz zamanda elbette bize feleğin bir başka kıtası zâhir olur.
Daha önce onu biz, asla göremezdir. Ona bedel, önce görür olduğumuz kıtası,
bize, tamamıyle gizli olur. Adı geçen kutbun yüksekliği ve başucumuzda olan
yıldızlar dahi değişken olur.
Doruk ile eteğin tayinleri lüzumuyle olan çelişkiye böyle karşı olmuştur
ki, bu yön üzere yer, o senelik dairesinde, güney burçları hizasında
harekette iken dahi güneşten uzak olmak ve konumunu bulmağa doruk hâsıl
olur. Kuzey burçları hizasında harekette iken yine güneşe yakın olmak
durumuna geldiğinde, eteği peyda olur. Bu astronominin dour ve eteği
hükümleri aynen eski astronomideki gibidir. Ancak farkı budur ki, oda
uzaklık ve yakınlık güneşin hareketinden, bu görüşe göre yerin hareketinden
bulunmuştur. Onda değişen doruk ve etek, burçlar feleğinin hareketinden ve
bunda yine yerin yavaşlamasından bilinmiştir.
Bundan sonra bu cevapların koruyucusu bulunan mukaddimeye itiraz
olunmuştur. Sabitler feleğinin bizden ta o miktarı uzaklık mesafesi ki,
onunla yerin senelik büyük dairesi, yerin bir noktası, bir nokta kadar
görüne. Bu görüş inanılmayacak mertebe uzak bulunmuştur. Bu itiraza böyle
cevap olunmuştur ki: Çünkü kabul edilmeyen bu hüküm, senede dayanmamıştır.
bununla beraber, sözü edilen küçüklük ile asıl maksadımız bulunan
feleklerin durumlarının nizamı ispat olunmuştur. Şu halde bu tür ilimlerde
bunun gibi olmaz görülecek kati işler çok bulunmuştur. Onun için zarar
vermez denilmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Sekizinci Madde
Bu yeni astronomlara, tabiat kaidelerine dayanarak olan itirazları ve
cevaplarını bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, yeni astronomlara tabiat kaidelerine dayanılarak
itirazlar olunmuştur ki; mekanların en aşağısı, âlemin merkezidir ve
mekanların en aşağında yine ağır cisimlerden olan yerkürenin sakin olması
en uygun ve en gereklidir. Bundan başka, eğer yer hareketli olsa, elbette
hissolunurdu. Binaların ve ağaçların dahi aşları aşağı gelip yıkılırlardı.
Ağır cisimler yukarıdan aşağıya dik olarak inemez olurdu. Zira ki, dümdüz
varacak oldukları noktalar, yer yüzeyiyle beraber harekette olurdu. Kuşlar
havada uçarken, çünkü yer onların yuvalarını alıp birlikte götürür, bu
durumda onlar, yuvalarını bir daha bulamazlardı. Bundan başka batıya doğru
atılıp yuvarlanan top nesnenin hareketi, doğu tarafına doğru yuvarlandığı
zamanda bulunan hareketinden pek çok yavaş olurdu. Elbette batı semtine
atılan, doğu tarafına atılan oktan pek çok ziyade menzil alırdı. Zira ki
ok, batıya giderken, batıdan doğuya gelen yerin yüzeyi, onu karşılamakla, o
okun yerin yüzeyinden kat ettiği mesafe çok olurdu. Onun doğuya gitmesinde
bu hareket olmazdı.
Bu itirazların tek tek cevapları böyle verilmiştir ki: Yer, mekanların en
aşağısı mıdır, değil midir? Henüz tespit edilip, belirlenmiş değildir.
İspat delilleri şüpheli ve reddedilmiştir. Bundan başka yerin tabiatına
bakıldığında, sair yıldızlardan ağır olması dahi henüz malum değildir.
Belki aşağıda ve yukarıda olmaları bize kıyasla bulunmuştur. Gerçi büyük
taşlar ve ağır cisimler, yerden ayrıldıkları anda yine yere dönerlerse de;
lakin yerküre hemen ağır bir cisim gibi kendi yerinden hareket etme olmak
lazım gelmez. Yine cevap olunmuştur ki: Biz, yerle birlik o yumuşak madde
içinde kuşatılmış olup, su görüntüsü gibi yerle beraber hareket eder
olduğumuzdan, yerin hareketini hissedemeyiz. binaların ve ağaçların dahi
eğilip kırılmadıkları bundan bilinir. Belki bu delilden, bunların ayakta
durması ve sebatı lazım gelir. Yer sakin olsun yahut yumuşak madde ile
hareketli olsun, ağır cismin yukarıdan aşağı doğru dik olarak inmesine bir
engel yoktur. Çünkü ağırın inişi, hareketinden gayri sözü edilen yumuşak
maddenin hareketinden dahi pay alması muhakkaktır. Bu, ayniyle o taş
gibidir, ki, geminin sereninden dibine doğru atılmıştır. Zira ki, bu tür
taşların yukarıdan aşağıya atıldığı halde serenin dibine düştüğü tecrübe ile
bilinmiştir. Gemi sakin olsun veya hareket halinde olsun ve buna dahi aynen
öyle sebeb, aşın düşüşünden gayri geminin hareketinden dahi hissedar
olmasıdır. Belki bu hususta doğrusu budur ki: Ne ağır cismin ve ne adı
geçen taşın inişi denilen hareketi kesinlikle düz değildir. belki kavisli
bir hat çizerek hâsıl olur. Geri bizim görüşümüze göre ki geminin içinde
dik tahayyül olunursa da; bu, tıpkı buna benzer ki, bir kimse bir geminin
güvertesinden sereni dibine bir taş attığında, doğru hareketle indiğini
muayene eder. Lakin geminin dışından, yani denizin kenarından bakanlara o
taşta iki hareket olur ki; biriyle dik olarak iner, biriyle dahi geminin
hareketine uygunluk eder. Öyle ki, o iki hareketiyle bir eğri çizgi
çizdiğini gözlerler. Böyle olunca, denizde balıklar suyun hareketinin
etkisinde kaldıkları gibi, kuşlar dahi havanın hareketinin etkisinde
kaldıklarından, yuvalarından uzaklaşmaları ve ayrılmaları lazım gelmez.
Doğuya doğru atılan yuvarlanan kürenin hareketi daha hızlı olmaz. Batıya
doğru atılan okun düşüş mesafesi ziyade bulunmaz.

Dokuzuncu Madde

Bu yeni astronomiye göre, göklerin tabiatlarını ve sayılarını bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar, feleklerin tabiatlarında yani
feleklerin maddelerinde ihtilaf edip, eski astronomiye rağbet edenler
yukarıda açıklandığı üzere, esirî cisimlerin maddesine ve musammat
cisimlere, yani hacim, salabet, saffet ve şeffet üzere olup; feleklerde
artma, azalma, yoğunlaşma, seyrelme, yarılma ve birleşme olmayıp, harekette
şiddet ve zayıflama, geri dönüş ve duraklama ve yerlerinden çıkma kabul
etmezler, demişlerdir. Bu yeni astronomiye taraftar olanlar, göklerin
maddelerinden hacim ve salabeti kaldırıp; feleklerin tabiatları sulu ve
yumuşaktır: Yarılma ve birleşme kabul eder cisimlerdir, demişlerdir. Bu
yeni görüşe göre: Göklerin sayısı üçe hasredilmiştir. Evvelki gök,
unsurları ve gezegenlerin tümünden ibaret olan topluluktur. İkinci gök,
bize nâzır olup gözetlediğimiz sabitler feleğidir. Üçüncü gök, sâbitler
feleğinin kalınlığı mesafesi her ne kadar geniş ise de, ötesinde bu feleği
kuşatan büyük feleğin sınırsız ve sonsuz olması araştırılarak kesinleşip,
saadet ehli için dinlenme yeri tayin kılınmıştır.
Bu yeni astronominin, eski astronomiye uygun bütün kaide ve hükümleri
kuvvet bulup, beş yüzyıldan bu ana gelinceye dek, sonraki bilginleri
makbulü bulunmuştur. Bizim muradımız ve maksadımız olan, yaratıcıyı
tanımaya vesile bulunan insanlar âlemine ayna olarak konulan büyük âlemi,
bu cevihle bu yönden dahi seyr için bu miktarca yazma ve açıklama ile
yetinilip; saadetnâmemizden dahi güzelliklere ve sanatlara yol açıcı ve
iletici olmak için onaltı rubai yazarak, bu bölüm tamamlanıp, metinde sözü
edilen şekillerin buraya çizilmesi münasip görülmüştür.
Halk eyledi ey Hüda bu ibretgâhı
Eflak ve anasır ve bu şems ve mâhı
Kur'an'da dedin fe semme vech'ullah
(Ey Hüda, bu ibretgâhı yarattın: Felekleri unsurları, güneşi e ayı.
Kur'an'da: "Hangi tarafa yönelirseniz orası Allah'a ibadet yönüdür." (2/115)
dedin. İlahî, eşyanın hakikatini bize göster.)
Eflak ve anasır ve mevalîd ey dil
Ecsam ve tabayi ve suverdir hep bil
Çün âlemdir hakîm-i sun'u şâmil
Pes heyet-i âlemi tefekkür hoş kıl
(Ey gönül, felekler, unsurlar, bileşikler, cisimler ve tabiatlar hep
suretlerdir bil! Çünkü hakîm olan Allah'ın sanatı âleme şâmildir. O halde
âlemin hey'Etine iyi tefekkür kıl.)
Eflak ile devr eder kevakib her an
Tesir edib imtizac eder bu erkan
Dört tab-ı muhalif olsa memzuc ey can
Madenle nebat olur ve hayvan insan
(Her an yıldızlar feleklerle döner. Onların tesiriyle karışır bu özler.
Dört farklı tabiat karışınca ey can; madenlerle bitkiler, hayvan ve insan
olur.)
Hakkı bu cihanı bil kitab-ı hikmet
Eflak ve anasırı huruf ve kudret
Terkib ve mevalid ve kela-ı izzet
Fehm et kelimat-ı Rabbi al çok ibret
(Hakkı, cihanı ibret kitabı bil. Felekleri ve unsurları harfler ve kudret;
bütün bileşikleri İzzet'in kelamı bil, Rabin kelimelerini anla, çok ibret
al.)
Bulan kelimat-ı Rabbi'den mânâyı
Hiç olmaz o harfgîr ve kor kavgayı
Tuba ona kim o fehm eder eşyayı
Ne görü işitse yâd eder Mevla'yı
(Rabbî kelimelerden mânayı bulan, harflere takılmaz ve kavgayı bırakır.
Eşyayı anlayana ne mutlu ki, ne görüp işitse Meva'yı yâdeder.)
Hakkı dile gel kılma heves dünyaya
Emvacı koyup kendini sal deryaya
bak bu kelimat-ı Rab olan eşyaya
Hoş bu kelimatı anla dal mânaya
(Hakkı, gönüle gel! Dünyaya heves kılma. Dalgaları koyup, kendini denize
sal. Bu Rabbin kelimeleri ola eşyaya bak; bu kelimeleri iyi anla mânaya
dal.)
Bu bahr ne eksilir ne artar asla
Emvacı gelir gider o bahre asla
Alem ki o mevcler gibidir mesela
Kalmaz iki an içinde bâki fasla
(Bir deniz ki, asla eksilmez ve artmaz, dalgalar ona bitişik olarak gelir
gider. Alem ki, o dalgalar gibidir mesela; iki an içinde tek fasıl bâki
kalmaz.)
Hakkı, ha için ver ehline dünyayı
Ednayı unut seversen ol âlayı
Emvac ile boş yorulma bul deryayı
Yoğ anla bu mâsivayı bil Mevlâ'yı
(Hakkı, Hak için dünyayı ehline ver. Yüceyi seversen alçakları unut.
Dalgalarla boşuna yorulma, denizi bul. Masivayı yok anla, Mevla'yı bil.)
Hakkı, onu iste bil cihanı fânî
Bul mevt-i iradide hayat-ı canı
"Mütü kable en temütü"ü tanı
Dünya seni terk etmeden sen eyle anı
(Hakkı, cihanı geçici bil, Allah'ı iste. Caın hayatını iradî ölümde bul,
"Ölmeden önce ölünüz" hadisini tanı. Dünya seni terk etmeden, sen onu
terk et.)
Ah savmla bağlasam dehanı hani
Akl okusu nüsha,i cihanı hani
Dil bilse o mana-yı nihânı hani
Dil bilse o mana-yı nihânı hani
Can bulsa o can-ı canı hani hani
(Hani, ağzı oruçla bağlasam, akıl cihan nüshasını okusa hani Gönül o gizli
manayı bilse hani. Hani hani!.. Can bulsa canın canını!)
Ah sumtla bağlasam dehanı hani
Dil söylese dinlesem nihanı hani
Can görse o mâna-yı cihanı hani
Aşkıle bulaydım anı hani hani
(Sükûtla bağlasam ağzı hani, gönül söylese, dinlesem gizliyi hani! Hani o
cihanın mânasını can görse. Hani hani... aşk ile bulaydım O'nu.)
Bir bildim iki cihanı mağrur oldum
Ahkam-ı meratibin koyup dûr oldum
Çün halile vahdet-i vücuda buldum
Pes fız-ı meratibiyle mesrur oldum
(İki cihanı bir bildim, mağrur oldum. Mertebelerin hükümlerini koyup, uzak
oldum. Çün hâl ile vahdet-i vücudu buldum, o anda mertebeleri korumakla
mesrur oldum.)
Hep varlığı bir bilince şadân oldum
Ahkam-ı meratibinde nâdân oldun
Çün bildiğimi görüb de hayran oldum
Her mertebede muti-i ferman oldum
(Varlığı hep bir bilince şâdân oldum. Mertebelerin hükümlerinde nâdân
oldum. Çünkü bildirimi görüp de hayran oldum ve her mertebede fermana
itaatkâr oldum.)
Tevhid-i vücuda çünki hemrah oldum
Ahkam-ı meratibinde gümrah oldum
Çün zevk-i şühude erdim âgah oldum
Her mertebesinde hoş maa'llah oldum
(Çünkü tevhid-i vücuda yoldaş oldum. Mertebelerinin hükümlerinde yolumu
şaşırdım. Müşahede zevkini erdim âgah oldum. Her mertebesinde Allah'la
beraber oldum.)
Zannımca yakîn ve sıdkla sıddıkam
Tevhid-i vücud ile dolu tahkikam
Her mertebe çün vücud eder hükm-ü diğer
Pes hıfz-ı meratib etsem zındıkam
(Zannımca yakînim ve sıdkıla sıddıkım, varlığı birliğiyle dolu ve
araştırıcıyım. Her mertebede varlık diğer hüküm eder. Şimdi mertebeleri
korusam zındığım.)
Bil vahdet-i âlemi ki arz-ı hakdır
Ol şeh ki gayûrdur bu sırr-ı muğlakdır
Esrar-ı cihanı söyleyen ahmaktır
Hıfz edeni hıfz eden şeh mutlaktır
(Alemin birliğini, Hak'kın arzı bil. O şeh ki gayurdur, bu muğlak sırdır.
Cihanın sırlarını söyleyen ahmaktır. Koruyanı koruyan mutlak şehtir.)
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

28-BÖLÜM:028:
ONUNCU BÖLÜM

Bileşiklerin oluşum keyfiyetini, yani tam bileşik cisimler olan üç bileşiği
(mevalid-i selâse) ki maden, bitki ve hayvandır. Hepsini yedi madde ile
açıklar.

Birinci Madde


Tabiilerden bulunan bileşikleri tümünün asıllarını ve maddelerini; tam
mürekkep cisimlerin cinslerini ve nevilerini toplucu bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Oluşum ve bozuşum âlemi
içinde meydana gelen atmosfer ve üç bileşik, yüksek babaların aşağı
analarda bulunan tesirlerinin neticesidir. Yani ay feleğinin içinde vücuda
gelen bileşik cisimlerin tamı ve tam olmayanı, bütün yedi gezegen yıldızın
dört unsurda olan tesirlerinden hâsıldır. Yedi gezegen ise, gece gündüz,
Hak'kın emrine itaatkâr ve boyun eğicidir. Hepsi onun güç ve kuvveti ile
hareketli ve tesirlidir. Nitekim Nazm-ı Kerim'inde buyurmuştur: "Güneşi,
ayı ve yıldızları, Allah, emrine bağlı kıldı. dikkat ediniz ki, hem
yaratmak hem de emretmek ona mahsustur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne kadar
yücedir."(7/54)
BEYT
Çün yedi erden müdam hâmiledir çâr-zen
Tıfl-ı mevâlid hem doğmadadır dembedem
(Yedi erkekten dört kadın sürekli hamiledir. Üç bileşik çocuk sürekli
doğmaktadır.)
Dört unsur ki, ateş, su, hava ve topraktır. Bu dördün birbiri ile kaynaşıp
birleşmesinden meydana gelen tam bileşik cisimlerin, yani üç bileşiğin
birincisi maden cinsidir ki, taş nevileri dahi ondandır. Başlangıçta
dumanlar ve buharlar, unsurlara geçer ve değişir. Ama dumanlar yerin
incelikleridir ki, güneşin ısıtması ile havaya yükselir, onunla karışır.
Buharlar, nehir ve deniz sularının incelikleridir ki, yine güneşin ısıtması
ile havaya çıkıp onunla karışır. Buhar ve dumandan yarı bileşikler oluşur
ki, yukarıda açıklanan atmosferdir. Suların özleri karlar ve yağmurlardır
ki, yerin karnına çekildiğinde, orada toprak parçaları ile karışarak
koyulaşır. Bundan sonra yerin derinliğine sirayet eden güneşin harareti o
koyulaşan özleri kaynatarak maden, bitki ve hayan maddesi eder. Bu üç
bileşik ancak birbirine şaşırtıcı bir tertiple, lâtif nizamla suret
bulmuştur. Bütün bunları yapın, zalimlerin söylediklerinden yüce olan,
Allah'dır.
Bu kâinatın ilk mertebeleri kesif topraktır. Son mertebeleri temiz nefstir
ki, gayet lâtiftir. Zira ki madenlerin evveli toprak ve suya, sonu bitkiye
bitişiktir. Bitkileri nevveli madene ve sonu hayvana bitişiktir.
Hayvanların evveli bitkiye ve sonu insana bitişiktir. İnsanî nefislerin
evveli hayvan ve sonu melekî temiz nefislere ulaşır. Olgunluğu ancak onda
hâsıldır.
NAZM
Bu kâinat-ı cihan hep tebeddül eyler ümîd
Semadan arza dek ve zerrelerle tâ hurşîd
Cihan kevn ve fesâd içre cümle rağbetle
Kemalini talib eyler mürebbiden cavid
Kemal-i hak nebat ve kemal-i hayvandır
Kemal-i hayvan insandır oldur asl-ı nüvîd
Kemal-i âde olur hem visâl-i aşk-ı cemil
Ki oldur asl-ı muradât gayet-i her ümid
Çü bahr-i mevc olur ondan buhar ve gıym ve matar
Matar ki sel olur aslın bulur garib ve bayid
Çü aşk seyreder eşyayı devreder daim
Her anda kevn ve fesad oldu başka halk-ı cedîd
O ki cihanı bu hikmetle seyreder Hakkı
Ol ehl-i dildir o vası-i dil oldu arş-ı mecîd
(Bu cihan kâinatı ümit hep değiştirir; gökten yere dek zerrelerle ta
güneşe. Hepsi, oluşum ve bozuşum cihanı içire rağbetle, daii Mürebbi'den
kemalini ister. Toprağın kemali bitkidir, bitkinin kemali hayvandır,
hayvanın kemali insandır; müjdenin aslı odur. İnsanın kemali, Celil'in
aşkına ulaşmaktır ki odur muratların aslı ve her ümidin gayesi. Çünkü
dalgalı deniz olur ve ondan buhar, bulut, yağmur ve ysel olur, aslını bulur
ve uzak ve yakın. Aşk, eşyayı seyreder ve sürekli devreder. Oluşum ve
bozuşum her anda yeni ve başka bir yaratılış oldu. Ey Hakkı! O ki, cihanı
bu hikmetle seyreder; o, gönül ehlidir.O geniş gönül, Mecid'in arşı oldu.)

İkinci Madde


Üç bileşiğin ilki olan madenlerin durumlarını ayrıntılı olarak ve
çeşitlerin toplu olarak bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin başlangıcı
bulunan madenlerin cümlesi, yerin içinde hapsolan buhar ve dumanlardan
oluşan cisimlerdir ki, nicelik ve nitelikte muhtelif bulunan karışımlar ve
bileşimler olmuştur. Eğer bileşimi kavi olup, çekiş kabul ederse, yedi
meşhur cisimdir ki: Altın, gümüş, bakır, kalay, demir, kurşun ve tunçtur.
Bileşimi kavi olup, çekiçle ezilmezse, taş cinsidir ki: Elmas, la'l, yakut,
zümrüt, zebercet, seylan ve pîruze gibidir.
Eğer buhar, duman üzere üstün gelirse; yeşim, mermer, billur, civa vesair
şeffaf olan cevherler oluşur. Eğer duman buhar üzere üstün olursa; tuz,
karbonat, kükürt, nişadır ve şap gibi. Bazı taşlar, rutubetle çözülür;
tuzlu cisimler gibi. Bazısı ateşle çözülür; kalsiyum ve kükürt gibi.
Yumuşak ise, cıva olur.
Bütün madenlerin asılları, bir miktar yer içinde oluşup durdukta; onlardan
füruu, asırların geçmesiyle zeminin dibine girip ve inip gitmektedir.
Nitekim bütün bitkilerin ve ağaçların asılları, yerin altında oluşup, bir
süre durduktan sonra onlardan füruu ve dalları zamanların geçmesiyle havaya
çıkmaktadır.
Yedi meşhur cismin oluşumu, ancak cıva ile kükürtün nicelik ve nitelikte
farklılıklarından ve karışmalarından hâsıl olur. Cıvanın oluşumu, o su
parçalarındandır ki, toprağın ince parçalarına karışıp, yüksek hareketle
kaynaşmıştır. Kükürt ise, şiddetli hareketle karşılaşan ve su toprak
parçalarından oluştur ki, sıcaktan yağ gibi olmuştur.
Şeffaf ve katı cisimlerin oluşumu; o tatlı sulardandır ki, madenlerde sert
taşlar içinde nice bin yıl uzun bekleyişle safa bulup, madeni, hareketinden
taşlaşmıştır. Şeffaf olmayan cisimlerin oluşumu; o yapışkan çamurla suyun
kaynaşmasındandır ki, güneşin harareti ona, nice bin sene tesir etmiştir.
Rutubetle ayrışan cisimlerin oluşumu; yerin yakıcı ve kuru maddelerine
suyun şiddetli karışımından hâsıl olur.
Yağlı cisimlerin oluşumu; yerin içinde bekleyen rutubetlerdendir ki,
madenin hararetiyle incelip ve çözülüp, bölgenin toprağına karıştığında,
madenin harareti onu, pişirmekle yağ gibi koyu olmuştur. Şu halde altın
madeni, dağlar içinde ve yumuşak taşlı, kumlu yerlerde oluşur. Gümüş ve
benzerleri, dağların içinde yumuşak toprak ile karışan taşlar içine
oluşurlar. Kükürt madenleri; nemli, ıslak, yağlı ve yumuşak toprakta
oluşurlar. Tuz, yumuşak yerlerde hâsıl olur. Kireç madeni, kireç ile
karışan kumlu yerlerde oluşur. Zaclar ve şaplar, kıraç ve sert yerlerde
vücuda gelirler.
Bu kıyas üzere her maden, bir bölgeye mahsus bulunmuştur. O madenin
oluşumu, o bölgenin özelliklerinden bilinmiştir. Tek tek çok olmalarına
rağmen, madenler üç neve münhasır kılınmıştır: Katı madenler, taş madenler,
yağlı madenler.

Üçüncü Madde


Madenlerden katı cisimlerin oluşumunu, tabiatlarını ve vasıflarını
bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç tür madenden
evvelkisi katılardır ki, adı geçen yedi meşhur cisimdir. Onların hepsi
ancak kükürtler ile cıvadan oluşurlar. Eğer kükürt ve cıva saf olup,
biribirine tamamen kaynaştılarsa, yer, suyun rutubetini çeker ki; o kükürt,
o cıvanın rutubetini emdiyse ve o kükürtün boyama gücü olup, cıva ile uygun
bir ölçü bulduysa, madeni, hararetiyle nice bin yıl pişip yandıysa, o
kaynaşıp sarı altın olur. Eğer kükürt ve cıva safî olup, tamamen karıştıysa,
ölçüleri de uygun gelip uzun zamanda pişip yandılarsa ve kükürt beyaz olup,
rutubetten kaldıysa, o kaynaşıp, beyaz gümüş olur. Eğer pişmezden önce ona
soğuk isabet ederse, kaynaşıp tunç olur. Eğer cıva saf ve kükürt bozuk
olup, piştiyse bakır oluşur. Eğer bozuk kükürt yanmadıysa, kalay oluşur.
Eğer kükürt ve cıva ikisi de bozuk olursa, kurşun hâsıl olur.
Şu halde katı madenlere ârız olan farklılık, kükürt nevileriyle cıvanın ya
niceliklerinden veya keyfiyetlerinden hâsıl olduğu tecrübe ile bilinmiştir.
Ama katıların sultanı bulunan altının tabiati sıcak, yumuşak ve latiftir.
Ateşle yanmaz. Su zerreciklerinin toprak zerreciklerine şiddetli
kaynaşmasından, ayrışmasına ateş bile kâdir olmaz. Toprak içinde bin yıl
kalsa çürümez, paslanmaz. Rengi sarı ve berraktır. Tabiatı tatlı, kokusu
hoştur. Cismi paktır. Lekesi olmaz. Ağırdır. Kendi güzeldir. Değerlidir. Şu
halde tabii harareti, ateş rengi sarılığı olduğundandır. Yumuşaklığı,
yağlılığı fazla olduğundandır. Berraklığı, suyu saf kaldığındandır. Tadının
tatlılığı ve kokusunun temizliği kükürtünün saf olduğundandır. Letafet ve
nezafeti, cıvası saf ve pak olduğundandır. Ağırlığı, topraktan
olmasındandır. Güzellik ve değeri, tabii nefsin ona şua saldığındandır. Bu
sarı altın, nakittir. İki cihanın ender sermayesidir. Eşyanın en
değerlisidir. Hüda'nın nimetlerinin en şereflisidir. Zira ki sarı altın,
din ve dünyanın kıvamıdır. Alem halkının nizamıdır. Her iklimde revaç
bulmuştur. Herkes ona muhtaç olmuştur. Dünya erkeklerine kuvvet ve
izzettir. Süs isteyen kadınlara lezzettir. Nitekim denilmiştir:
NAZM
Ey altın bütün lezzetlerin toplayıcısının
Cihandakilerin her zaman sevgilisi sensin
Şüphesiz Hüda değilsin velakin Hüda'ya yemin olsun
Ayıpların örtücüsü ve ihtiyaçların kadısısın
Beyaz gümüş: Madeninde maddesi olan kükürt beyaz olmayıp, karışım parçaları
eksik kalsa, o sarı altın olurdu. Gümüş, sürekli ateşle erir. Toprak içinde
uzun zamanla çürür, beyazlığı simsiyah olur. Zira ki, Lekesi en yakınına
gider. Ona cıva yaklaşsa çekiç kabul demeyip, kırılır. Kükürt isabet
ettiğinde, beyaz gümüş iken simsiyah olur.
Bakır: Gümüşe yakındır. Farkı, sadece renginin kırmızılığı, kirinin çokluğu,
tabiatının kuruluğu, tadının kekreliği ve kokusudur. Onun kırmızılığının
fazlalığı, kükürtünün hareketindendir. Şu halde onu, beyazlatmaya ve
yumuşatmaya gücü yeten kimse, her ihtiyacına zafer bulmuştur.
Demir'in siyahlığı, hararetinin aşırılığından bilinmiştir. Diğer katı
madenlerden ziyade sulu bulunmuştur.
Kalay: Beyaz gümüş cinsindendir. Lâkin ana karnında cenine âfet erişip zayi
olduğu gibi yerin karnında gümüşe üç âfet eriştikte kalaya dönüşür. Üç
âfet: Değişken su, kötü kokuya rehavettir.
Kurşun: Bozuk sınıfıdır, oluşumu ve bozuşumu onun gibidir. Tunç: Tabiatı
hepsinden daha soğuk ve daha kurudur. Kokusu dahi pistir.
Allah'ın sanatının tefekkürü için katıların durumları bu miktar yeterlidir.

Dördüncü Madde


Madenlerden taş cisimlerin oluşum ve renklenişini kısaca bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bütün şeffaf taşlar,
yağmur sularından yerde hapsolan rutubetlerden oluşup, doğarlar. Şeffaf
olmayan taşlarsa, güneşin hararetinin tesiriyle olan su ve yapışkan çamurun
birleşmesinden oluşurlar.
Şeffat taşları oluşumu ve renklenişi, yağmur suları ve rutubet, zemin ve
maden taşları ve mağaralar içinde hapsolup; madenler ile karışmayıp, nice
bin yıl onda kalmakla ziyade safa ve sertleşme ve katılık kazanıp, onlardan
öyle sert taşlar oluşur ki, su ve ateş ile etkilenip kırılmazlar. Muteber
cevherle olup, yerde kalmazlar. Renklerinin farklılığı, gezegenlerin
ışıklarıyle vücut bulmuştur. Her yıldız cevherlerin nice nevillerine
delalet edip, şuasını o dağlar üzerine salıp, o madenlere böyle istila
etmiştir. Zira ki, zühalin siyahlığı, müşterinin yeşilliği, merihin
kırmızılığı, güneşin sarılığı, zührenin maviliği, utaritin rengi ve ayın
beyazlığı onları renklendirmiştir.
Cevherlerin çeşitleri oldukça çoktur. Hepsinin sultanı ve kıymette pahalısı
elmas cevheridir ki, madenlerin tümünden daha sert ve daha kavi muayene
kılınmıştır. bütün madenlerden daha değerli ve daha saf yaratılmıştır.
Hepsine üstün ve etkili iken, fakat kurşunla mağlup ve etkilenmesi Hak'kın
gayretinden bilinmiştir. Buna yakın cevher zümrüttür ki, ona bakanın gözü
nur ve gönlü sürur bulur. Şuasından yılan kör olur. Zümrüt cevherinin
faydaları ve özellikleri çoktur. Lakin burada kısa kesilmiştir.
Şeffaf taşların doğuşu, yukarıda anlatıldığı üzere, zamanların geçmesiyle
güneşin hararetinin tesirlerinden kaynaşan su ve yapışkan çamurdandır ki; o
çamur taşlaşıp kalmıştır. Nitekim ateşin tesirinden soğuk süt yoğurt
olmuştur. Taşların farklılığı, yerlerine bağlıdır. Eğer yer, toprak ve
sıcak çamurdan bulunduysa, mutlak taş olunur Eğer sıcak yerde olursa, ondan
tuz ve şaplar oluşur. Eğer kıraç yerlerde bulunduysa,o yapışkan çamurdan
kırmızı, sarı ve yeşil zaclar oluşur. Şu halde her yerin bir başka
özellikleri vardır ki, onları yaratan alemin yaratıcısı Allah bilir. Kâh
olur ki, taş suda oluşur. Bunun sebebi, o suyun veya o yerin
özelliklerindendir. Kâh olur ki, havaya yükselen duman zerreciklerinin
sıcaklığı soğuk isabetiyle soğuyup, havada taş oluşur, düşe ki, taş yağdı
derler. Kâh olur ki, yıldırım ile taş veya demir yahut bakır vâki olur.
İmdi, madenlerin üç çeşidinin ikinci nevi olan taşlar, bu kadarca açıklama
üzerine kısa kesilmiştir.
Madenlerin üçüncü çeşidi bulunan yağlı cisimler, unlara kıyas ile tamamiyle
atlanmıştır. Zira ki madenlerin sınıfları, unsurların mizaçlarının
itidalinden uzak olduğundan, gayet çok bulunmuştur. Bitkilerin cinsi, mizaç
itidaline yakın olduğundan çeşitleri onlardan az bulunmuştur. Hayvan cinsi
mizaç itidaline bitkilerden daha yakın olduğundan, çeşitleri dahi ondan
daha az olup, onsekizbin nevi bulunup, her nevhi, bir âlem olarak
isimlendirilmiştir. Bir nevi dahi, insanlık âlemi bilinmiştir. Bu insan
cinsi, mizaç itidalinin olgunluğu üzere bulunduğundan, fertleri hepsinden az
olup, daha izzetli ve nâdir bulunmuştur.
Şu halde Yaratıcı'nın sanatını düşünmek için madenlerin durumları bu miktar
ile yetinilmiştir. Zira ki Allah'ın kudreti sonsuz bilinmiştir.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Beşinci Madde
Üç bileşiğin ikincisi olan bitkilerin durumlarını topluca bildirir.

ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin ikincisi
bitkilerdir. Onların bir şuursuz kuvveti vardır. Yani bitki cinsinin bir
tabiatı vardır ki, ondan farklı hareketler ve değişik âletler vasıtasıyla
muhtelif hareketler çıkar. O kuvvete bitkisel nefs derler ki, o tabii
cismin ancak doğuş, artış ve beslenme yönünden ilk kemalidir. Ve bitkisel
nefsin gıda kuvveti vardır ki, şahsın bekası onunladır. Bu o kuvvettir ki,
su gibi olan öteki cismi kendi bulduğu cismin miraç, kıvam, renk ve
cevheri benzerine değişip, tabii hararetle cisminden çözülen eksikliğe
bedel, ona benzediği ile yapışır. Onun namlı kuvveti vardır ki, şahsın
olgunluğu onunla hasıldır. Bu o kudrettir ki, olduğu cismi uzunluk,
genişlik ve derinlik taraflarından artırır. Tâ o cisim tabiatı gereğince
yetişme olgunluğuna ulaşıncaya dek gider. Onun üreme kuvveti vardır ki
cinsinin bekası onunladır. Bu o kudrettir ki kendi cisminden bir cüzü olup,
kendi benzeri vücut bulmak için başlangıç ve madde olur. Ona bitki tohumu
denir. Beslenme kuvveti, besinleri çeker. Sonra tutar. Sonra hazmeder.
Sonra fazlasını atar. Şu halde onun dört hizmetçisi vardır ki; çekme
kuvveti, tutma kuvveti, hazım kuvveti ve atma kuvvetidir. Namlı kuvvet,
bitki yetişme olgunluğunu bulduğunda duraklar. Ama beslenme kuvveti âciz
oluncaya dek işini sürdürür. O âciz olduğunda bitkiye ölüp erişip, kurur.
Bütün bitkiler, yerin bir miktar derinliğinde oluşup eğlendiğinde yavaş
yavaş havaya çıkar. Ama bitkilerin bütün sınıf ve çeşitlerinin sınırını ve
hesabını ancak onların yaratıcısı bilir. Doktorlara lazım olan bazı
parçalar ve ilaçlar, özellikleri ile tıp kitaplarında yazılmıştır. Halka
lazım olan sebzeler ve meyveler, bütün vasıfları ile insanların dillerinde
meşhur olduğundan, batki cinsinin nevi ve sınıflarının isim ve
özelliklerini saymakla mevzu uzatılmayıp: Tek yaratıcısına ve Allah'ı
bilmeye vesile olmak için kühn ve mahiyetini bu miktarca açıklama ile
yetinilmiştir. Nitekim bitki cinslerine ibretle bakmak için denilmiştir.
BEYT
Her bitki ki yerde biter
Allah birdir ve benzersizdir der
BEYT
Akıllı olanın gözünde ağazların yeşil yaprakları
He yaprağı Allah'ı tanıtan bir defterdir.

Altıncı Madde

Üç bileşiğin üçüncüsü olan hayvanların durumunu topluca bildirir.

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Üç bileşiğin üçüncüsü
hayvan cinsidir ki, o hayvani nefstir. Mümtaz olmayan nefs, tabii cismin
ilk kemalidir. İradi hareketle hareket eder. Bu hayvani nefs için mahsus
olan eserlerden iki kuvveti vardır ki: Anlama kuvveti ve hareket
kuvvetidir. Anlama kuvveti, ya bedenin dışında olur veya içinde olur.
Bedenin dışında olan beş kuvvettir ki: İşitme, görme, koklama, tatma ve
dokunmadır.
İşitme bir kuvvettir ki: Kulağın alt yüzeyinde döşenmiş olan sinirlerde
konulmuştur. Bu sinirlerde davul gibi hava hopsolmuştur. Eğer şiddetli
mağaradan veya kuvvetli kaleden hasıl olan sesin keyfiyeti ile nitelenen
hava dalgalandığında, yakın olursa, o sinirlere ulaşıp onu titrettiğinde
orada bulunan işitme duyusu o sesi idrak eder.
Görme bir kuvvettir ki; Dimağın önünde bitip biribirine yaklaşması ile
raslaşıp ve kesişip ondan uzaklaşmakla gözün yağ tabakalarına ulaşan iki
içi boş sinirin ulaştığı yerde konulmuştur. Ona iki nurun toplanması dahi
derler.
Koklama bir kuvvettir ki: Dimağın önünde olan ee başları gibi iki fazlalık
içere konulmuştur.
Tatma bir kuvvettir ki: Dilin cismi üzerine döşenmiş olan sinirler içinde
bulunur. Onun idraki tükrük rutubetinin aracılığı iledir. Ona yiyecekten
ince zerrecikler karımış olup, ondan dilin cismine değdiğinde, yiyeceğin
tadını hisseder.
Dokunma bir kuvvettir ki; Hayvan cisminin çoğuna karışmış olan sinirlerde
konulmuştur.
Hayvanın içinde olan kuvvetler beştir ki: Müşterek his, hayal, vehmetme,
hafıza ve tasarruftur.
Müşterek his bir kuvvettir ki: Dimağda olan üç boşluğun birinci boşluğu
önüne bağlanmıştır. Dış duyulara ulaşan suretlerin hepsini, müşterek his,
kabul edip iç güçlere tev zi eder.
Hayal bir kuvvettir ki: Dimağın birinci boşluğunun sonunda konulmuştur.
Hissedilen bütün suretleri, müşterek histen alıp, bu suretlerin
koybolmasından sonra hepsini korur, nakşeder, tasvir eder ve temsil eder.
Bu hayal, müşterek hissin hazinesidir.
Vehmetme bir kuvvettir ki: Dimağda olan orta boşluğun sonunda konulmuştur.
Bu kuvvet, hissolunanlarda mevcut olup, dış hislerle idrak olunmayan cüzî
mânaları idrak eder. Nitekim vehmetme kuvveti hükmeder ki, kurt kendisinden
kaçılması gereken bir hayvandır.
Hafıza bir kuvvettir ki: Dimağın arka boşluğunun önünde konulmuştur.
Vehmetme kuvvetinin cüzî mânaların hissolunamayanlarından idrak ettiklerini
hıfzeder. Bu hafıza, vehmetmenin hazinesidir.
Tasarruf bir kuvvettir ki: Dimağdan orta boşluğun önünde konulmuştur. Bu
kuvvetin durum ve şânı, hayal ve hafızadan olan suret ve mânaların bazısını
bazısına bileştirip, bazısını bazısından ayırmaktır. Eğer bir tasarruf etme
kuvvetini, akıl, kendi algıladıklarında kullanırsa buna: Düşünme derler.
Eğer bunu, vehmetme kuvveti, kendi hissetliklerinden kullanırsa buna: Hayal
etme derler.
Hayvanî nefsin hareket etme kuvveti iki kısımdır ki: Sebeb olucu kuvvet ve
yapıcı kuvvettir. sebeb olucu ki, şevk kuvveti dahi derler, o bir kuvvettir
ki, kaçan hayalde istenen ybir suret veya istenmeyen bir suret resmolunsa,
yapıcı kuvveti azaları tahrike sevk eder. Eğer sebeb olucu, yapcıyı
lezzetlerin meydana gelmesi için olan hayal edilen yararlı eşyayı veya
zararlıyı isteyecek tahrike sevkederse, ona: Şehvanî kuvvet derler. Eğer
sebeb olucu, yapıcıyı üstün istek için hayal olunan zararlı eşyayı veya
faydalıyı defedecek tahrike sevkederse, ona: Gazap kuvveti derler. Yapıcı,
bir kuvvettir ki; sinir, bağ, et ve zardan bileşen kasları, sıkmak ve
gevşetmekle azaların hareketi için hazırlar.

Yedinci Madde

Hayvan cinsini en şerefli nevileri ve en güzel sınıfları bulunan insan
fertlerinin mahiyetini topluca bildirir:

Ey aziz, malum olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Hayvan cinsinin en
güzel nevileri bu insan nevidir ki, varlıkların şerefi, kâinatın neticesi
ve konuşucu nefse sahip ve ayna odur.
Konuşan nefs, bir cevherdir ki: Kendisi hattızatında maddeden mücerrettir.
Lakin işlerinde maddeye yakındır. Külli işleri ve mücerret cüz'ileri idrak
edip, fikri işler etmek yönünden vasıta ve âlet olan tabii cismin ilk
kemalidir. Bu konuşan nefsin akıl edici bir kuvveti vardır ki, onunla
tasavvur ve tasdik edilen işleri idrak eder. Bu kuvvete nazari akıl ve
nazari kuvvet derler. Konuşucu nefsin bir yapıcı kuvveti dahi vardır ki,
onunla insan bedeni cüz'i fiillerden yana kendine mahsus olan görüş ve
itikat gereği üzere tahrik eder. Bu konuşucu nefsin akıl edilenlerin
tümünden halî olup, çocuğun yazı yazma istidadı gibi akıl edilen şeylerin
hepsine istidadı olmasıdır. Bu mertebede ona kaos akıl derler. İkinci
mertebesi: Ona bedihi akla uygun şeyler hasıl olup bedihi olanlardan, fikir
ile nazarıyata geçiştir. Bunda, ona, meleke ile akıl derler. Bu akıl öyle
latif olsa ki, ona bütün nazarıyat düşünmeden hasıl olup, fikre ihtiyacı
kalması, buna; Kutsî kuvvet derler. Üçüncü mertebesi; Ona akla uygun nazarî
şeyler mütalaasız hasıl olup, yanında bi haysiyetle saklanmaktır ki,
istediğinde ihtiyaçsız hepsini hazır etmesidir. Bunda nefse: Fiille akıl
derler. Dördüncü mertebesi: kazanılmış, akla uygun şeyleri mütala
etmesidir. Bu mertebede konuşucu nefse: Mutlak akıl derler.
Hayvanların bütün nev'i ve isimlerini, tabiat ve şekillerini, vasıf ve
durumlarını ancak onları yaratan Allah Teâlâ Hazretleri bilir. Bazı
kitaplarda yazılmış ve dillerde meşhur olan budur ki: Hayvan cinsi
onsekizbin nevidir.Her nevi başka alemdir. Şu halde toplamı onsekizbin âlem
olur. Bu onsekizbin âlemi icad ve halkedip, sayısı hesaba gelmeyen
sınıfları ve ferteri her an dirilten, terbiye eden ve öldüren Allah'ın
kudret ve azametini fikretme ve düşünmeye vesile olmakla; büyük âlemin
durumları ve içinde bulunan âlemleri bu miktar açıklama ile yetinilip,
sonsuz sırların hakikatleri ve bediî sanatların yaratıcısı bulunan cismanî
âlem ilminde sınırsız deniz olan rabbanî hikmete bundan ziyade dalınmayıp;
kâinatın aynası olan birinci kitap burada bitmiştir. Zira ki, insanın zarfı
ve kabuğu bulunan felekler ve unsurlar âleminden geçilip, insanın emrinde
olan madenler, bitkiler ve hayvandan geçilip, cihanın özlerinin öçü nişansız
sultanın dergah ve kapusu olan insanın can ve cisminin anatomi ilmine
girilmiştir. Çünkü yüce istek ve en kısa maksat Hazreti Mevla'nın huzuru
bulunmuştur. Şu halde âlemin yaratıcısından gaflet edip, âlemin durumları
ile meşgul olmak; padişahın huzurunda bulunan köle, sultandan yüz döndürüp
sarayın süslerini seyre dalıp kalmak misali bilinmiştir. Nitekim şu
beyitler ile ona işaret kılınmıştır:
BEYT
Hanenin lazım olan sahibidir
Bilmeyen hanesinin talibidir
Tâ ki bu cihan hey'etine olmalı hayran
Eflâk u dil câna gel et âlemi seyrân
(Lazım olan evin sahibidir. Bilmeyen evi ister. Bu cihanın yapısına hayran
olmalı. Gönül ve can göklerine gel, âlemi seyret.)
NAZM
Nazar eyle bu devr-i eflâke / Daire oldu nokta-i hâke
Daire içre âlem-i imkân / Alem içre behâim ve insan
Oldu insan içinde arş-ı âzîm / Kâbe'tullah yani kalb-i selîm
Kalb içinde muhabbet-i şüphân / Ahsen'el-hâlikîn ve âlişân
Anın ile vücuda geldi cihân / Bahr ile sanki mevc-i bîpayân
Katreden âdemi kılur peydâ / Anı bahr-ı ulûm eder mahzâ
(Bu dönen feleklere bak, toprağın noktasına daire oldu. İmkân âlemi daire
içinde âlem içere hayvanlar ve insanlar: İnsan içinde oldu büyük arş,
Allah'ın kâbesi yani selim kalb. Kalb içinde şanı yüksek, yaratıcıların en
güzeli süphan olan Alah'ın sevgisi vardır. Onunla cihan vücuda geldi; sanki
denizle ölçüsüz dalga. Damladan insanı peyda eder, onu ilimler denizi
kılar.)
NAZM
Kendedir cehl ile zulmet nefs-i şebânındadır
Kandedir ilim ile hikmet bil ânı cânındadır
Zâhiren ahkâm-ı eflâkin eğer mahkûm isen
Bâtınen ây u gün felekler cümle fermanındadır.
Sûretâ bu harman-ı âlemde sen bi danesin
Mânâ yüzünde ne kim var cümle harmanındadır
Saykal ur mirât-ı kalbe taşraya bakmağı ko
ASen sana bak cümle âlem halkı divanındadır
Vech-i Hakk'a âyinesin sen özünü bir hoş gözet
Men arafe sırrındaki mâden senin kânındadır
(Bilgisizlikle ykaranlık nerdedir? Doymayan nefsindedir. ilimle hikmet
nerdedir? Onun canındadır bil. Görünüşte feleklerin hükümlerinin
mahkumusun, aslında ay, gün ve felekler hepsi senin fermanındadır. Sureta
bu âlem harmanında bir tanesin. Mâna yüzünde ne varsa hepsi senin
harmanındadır. Kalp aynasına cilâ vur, dışarıya bakmayı bırak. Sen, sana
bak; âlemin bütün halkı divanındadır. Hakk'ın yüzüne aynasın sen. Özünü
iyice gözet, "kendini bilen, Rabbi'ni bildi" sırrındaki maden, senin
kanındadır.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

29-BÖLÜM:029:
İKİNCİ KİTAB

Bedenlerin aynası olan anatomi ilmi; cisim ve canın hürriyetini, hayvanî ve
bitkisel ve üçleri, bedene ilişkin olan insanî ruhu ve geçici olan ruhun
bazı durumlarını beş bahisle hakîmâne açıklar.

BİRİNCİ BAHİS


Anatomi ilminin faydalarını, can ve cismin geldikleri ve gidecekleri yeri,
uzuvların tabiatlarını, insan cisminin bileşim ve karışımının, doğuşunu,
açık ve gizli uzuvların özelliklerini, isimlerini ve kısımlarını üç bölüm
ile anlatır.

BİRİNCİ BÖLÜM


Anatomi ilminin faydalarını, hayvanî ruhun bedende bazı tasarruflarını,
insan bedeninin geliş ve gidiş yerini, cisim ve canın yükseliş ve inişini,
bedenin değişimini, geçici ruhun bekasını, anne gibi olan cihan terbiyesini
altı madde ile açıklar.

Birinci Madde


Anatomi ilminin faydalarını topluca bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar, bedenlerin bileşimi ilmine: Anatomi ve
hürriyet adını vermişlerdir. Bedenlerin ve ruhların sırlarına ve
tavırlarına yetmişlerdir. İmam Şafiî (Allah ondan razı olsun) hazretleri:
"İlim ikidir: Bedenler, dinler ilmi," hadisi üzere, bedenler ilminin
(anatomi) önemli ve lüzumlu ilimlerden olduğunu duyurmuştur. Şu halde
anatomi, bir aziz ve leziz ilimdir ki, hakikatin hikmetine ermişlerin
neticesi, mütehassıs tabiblerin sermayesi, yakine ulaşanların nefislerinin
gıdası, din ve dünya hasletlerinin vesilesi, Mevla'yı tanımaya vasıta ve
yardımcıdır. Zira ki, anatomi ilmini bilmeyen, tıptan, hikmetten ve kendini
tanımaktan gafil, Hak'kı tanımaya ulaşmaktan uzaktır. Halbuki insanların
çoğu onu bilmekte aldanmıştır. Eğer tahsil eden olursa da, tıpla mâhir
olmak için eğilir. Ancak Allah'ı tanımak için onu tahsil eden metanet
bulup, kendini tanımaya ve ondan Hak'kı tanımaya ulaşır. Şu halde, eğer
anatomiyi mütalaa edip, yaratıcının kudretinin şaşırtıcılığını onda
müşahede edersen, sana üç türlü faydası olur. Birinci fayda budur ki: Böyle
bir bileşim eserini seyredip, bilirsin ki, bunun gibi bütün eşyanın
benzerlerini toplayıcı olan muhtasar binayı ve süslü şekli; en mükemmel
nizam ve en güzel yaratılış ve intizam üzere yaratan Hallak-ı zü'l-Celal'de
acz ve kusur tasavvuru muhal iştir. Şu halde ondan, hakîm olan Yaratıcının
kudretini kesin ilimle bilirsin. İkinci fayda budur ki: Bunculeyin faydalı,
anlayışlı ve süslü bileşiği icat eden yorulmaz Yaratıcı'da ilmin kemali
olmamak ne ihtimaldir. Şu halde ondan yaratıcı olan Allah'ın alîm ve hakîm
olduğunu yakîn gözüyle mütalaa edersin. Üçüncü fayda budur ki: Hak
Taâlâ'nın sana ondan çeşitli lütûf ve inayetlerini, şefkat ve
merhametlerinin kemalini idrak edip, ondan Rabbinin seni, he an terbiye
kıldığını yakın bir gerçekle müşahede edersin. Zira ki Yaratıcı Taâlâ,
bedenlerin bileşiminde, hikmetlerden, faydalardan ve zinetlerden bir kusur
koymayıp, hepsini en mükemmel yapmıştır. Alemlerin Rabbinin bu lütûf ve
keremleri, sadece insana mahsus değildir. Belki onsekizbin âleme şâmildir.
Hatta atlar, kediler, canavarlar, kuşlar, sinekler, arılar, yılanlar ve
karıncaların hayat ve bekasına, ziynet ve yaşayışına gerçek sebeb olan;
durumlarında ve tavırlarında hiçbir kusur koymayıp, hepsini kemal üzere
tasvir ve tadil etmiştir. Nitekim İmam Gazali (Allah ona rahmet etsin):
"İmkanlar âleminde daha bediî durum olamaz," buyurup, bu mânâyı
duyurmuştur.
Şu halde anatomi, insan nefsini tanımanın anahtarıdır. Allah'ı tanımanın
anahtarıdır. Ama nefsi tanımak, Hak'kı tanımaya nispetle, güneşten zerre,
denizden damladır.
Beden bir bileşimdir ki, insan nefsi ona binmiş gibidir. Allah'ı tanımak,
asıl maksattır. Şu halde bir kimse bedeninden, nefsini idrak etmeksizin,
Alemlerin Rabbini tanıma davasını eylese, o kimse öyle bir müflise benzer
ki; kendi yiyeceği ve içeceği olmayıp, beldenin fakirlerini toptan ziyafete
davet eder. Herkese lazımdır ki, önce kendi nefsini bilmeye, sonra Rabbini
bilmeye yönele. Ta ki muhabbete nâil ve sevgiliye ulaşıcı, muradını elde
edici ola. Zira ki nefsi tanımak, Hak'kı tanımayı gerektirdiği gibi, Hak'kı
tanımak dahi sevgisini gerektirir. Mesela güzel bir yazıyı veya fasih bir
şiiri görüp okursan ve bunların yazıcısını bilip, ona sevgi duyup, onunla
karşılaşmayı gönülden arzu edersin. O dahi sana dost olup muhabbet ve
muvafakat eyler. Ey Allah'ımız, bizi kendimizi tanımayı ve kendini tanımayı
nasip et. Sevginle rızıklandır. Ya Vedut, ya Allah, ya Rahman, ya Rahim!

İkinci Madde


İnsan bedeninde olan Yaratıcı'nın garip eserlerini, Hak'kın emriyle hayvanî
nefsin bazı tasarruflarını, bedenlerin azalarının bazı özelliklerini
bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsanın en büyük rüknü
kalbi, en küçük rüknü kalıbıdır ki kalbin kabuğudur. Nitekim insan bedeni,
cihanın özüdür. Bunun gibi insan kalbi, bedenlerin özüdür. Şu halde özlerin
özü olan gönül, Rahman'ın evidir. Astronominin anatomiye yardımı olduğu
gibi, anatomi dahi kalb ilmine yardımcı ve yol göstericidir. Zira ki,
bedenin yaratılışında o kadar acayip sanatlar, garip hikmetler,renkli süsler
ve çeşitli hizmetler vardır ki, sınırlanamaz ve özetlenemez ve
sayılamazdır. Açık ve gizli olan azanın her birinde nice faideler vardır
ki, halkın çoğu onlardan habersizdir. Mesela insanda nice yüz adet kemikler
ve nice yüz adet sinirler ve nice yüz adet damarlar ve nice yüz adet
ihtiyarî hareketler konulmuş ve tertip kılınmıştır. Her biri bir başka
yapıda bir başka sıfatta, bir başka hizmette ve bir başka harekette
bulunmuştur. Her biri bir başka yararlı iş için yaratılmıştır. Yakînen
anlarsın ki, hepsi topluca kaleme alınmıştır.
İnsanların çoğu, bunlardan bilgisi ve keyfiyetlerinden gafil bulunmuştur.
İnsanlar ancak bunu bilirler ki, göz bakmak ve el tutmak için
yaratılmıştır. Lakin göz ki, on tabakadır. O tabakalar nedendir ve
faydaları nelerdir bilmezler. Eğe o tabakaların birine halel gelse, göz
görmekten kalır. O halel neden gelir ve niçin göz görmez olur, bilmezler.
Elde kaç kemik, kaç sinir ve kaç damar olduğunu ve her biri ne yapıda düzen
bulduğunu ve ne tarz ile hareket ettiğini bilmezler. Bedenin içinde olan
ruh uzuvlarının şekil ve tabiatları nicedir, her birin kuvvet ve hizmeti
nedir ve nefs kuvvetlerinin san'at ve menfaati nedir bilmezler. Mesela
içeride yürek, mide, ciğer, dalak, öd kesesi gibi uzuvlar; çekme, tutma,
hazmetme, dışarı atma, şekil verme ve üreme kuvveti gibi kuvvetlerin hepsi,
bedende hizmetçi tayin olunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân
müdavim bulunmuştur. Her biri kendi hizmetinde kaim, her ân müdavim
bulunmuştur. Zira ki hayat kaynağı olan yürek, dembedem bu uzuvlara çeşitli
areket ve kuvvet vermektedir. Midede olan çekme kuvveti muhtelif yemekleri
mideye çekip; tutma kuvveti koruyup ve hazmetme kuvveti pişirmektedir.
Ayırıcı kuvvet, pişmiş gıdaların kesifini latifinden ayırıp, atma kuvveti
kesif olanları mideden bağırsaklara itmektedir. Ondan midede kalan latifi,
ciğer kendine çekip, ciğerde olan şekillendirme kuvveti, onu kan renginde
boyamaktadır. Onun üzerinde ortaya çıkan siyah köpük ki, ona sevda derler,
onu dalak çekip, kendinde değişime uğratmaktadır. Onda kalan sarı köpük ki,
ona safra derer, onu safra kesesi ki, öddür, kendine çekip değiştirmektir.
Onda olan balgamı dahi akciğere çekip, nefesle gırtlak yoluna itmektedir.
Daha sonra bunlardan hâsıl olan kan, ciğer içinde suyla karışıp, kıvam
bulduğundan; ondan o suyu böbrek kendine çekip değiştirmektedir.
Böbreklerde kalan tortu sidiğe dönüşüp, mesaneye gitmektedir. Sonra ciğerde
kalıp, kıvamına gelenden saf kan, damarlar yoluyla bütün uzuvlara
ulaşmaktadır. Büyüme kuvveti, ondan uzuvlara büyüme ve gelişme verip, et ve
yağ gibi kuvvet ve kudret hâsıl olmaktadır. Sonra damarla içinde kalan
kandan, üreme kuvveti erkeklerde meni, kadınlarda yumurta ve süt meydana
getirip, her biri kendi yerlerine gelmekte ve dolmaktadır.
Eğer dalağa bir illet erişip, kandan siyah köpüğü ayırıp, devretmese; o
köpük ile karışmış kalan kan, bedenin uzuvlarına gelip, ondan humma, cüzzam
ve delilik gibi hastalıklar meydana gelir. Eğe öd kesesine bir illet
erişip, safrayı kadan ayırmasa, o kandan sarılık gibi safravî hastalıklar
peyda olur. Bunun benzerleri, bedende olan aza ve kuvvetlerin her biri
kendi hizmetinde olur. Eğer bunların biri noksan olsa ya hizmetten kalsa
çeşitli hastalıklar ortaya çıkması ile beden helak olup, insan nefsi onda
tasarruftan kalır.

Üçüncü Madde

İnsan bedeninin başlangıç ve sonunu bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki; filozoflar demişlerdir ki: Bedenlerin başlangıcı
ve sonu topraktır. Nitekim Hak Taâlâ Kelâm-ı Kadim'inde: "Sizi yerden
yarattık; yine ölümünüzden sonra sizi toprağa döndüreceğiz. Hem de ondan
sizi başka bir defa aha çıkaracağız." (20/55) buyurmuştur. Zira ki yukarıda
açıklandığı üzere yıldızların şualarının tesirleri ile dört unsur toplanıp,
kaynaşmaları bir miktar itidal buldukta; toprak kendi suretini terkedip,
bitki suretine gelir. O bitki ya ekmek veya hayvan yemi olur. Böylece ekmek
ve hayvan, insan gıdası olduğundan, sözü edilen kuvvetler bu minval üzere
hizmetlerinde bulunup; çekme kuvveti, ki iştihadır, gıdayı çekip, tutma
kuvveti hıfzedip, hazmetme kuvveti pişirir. Ayırt etme kuvveti kalını
inceden ayırıp, itme kuvveti kalını bağırsaklar yolundan çıkartıp gider. Bu
durumlar, kuvvet ve zayıflığa göre iki saatte veya üç saatte veya dört
saatte midede meydana gelir ki, ona ilk hazım derler. Sonra inceyi, ciğer
kendine çekip sözü edilen kuvvetler midedeki işlemleri bir daha orada
işlerler. O zaman orada kesif olan dört kısım olu ki: Bir kısmı dalağa
gidip siyah köpük olur. Bir kısmı safra kesesine gidip safra olur. Bir
kısmı böbreğe gidip sidik olarak mesaneyi bulur. Bir kısmı akciğer tarafına
gelip, göğüste balgam olur. Bu durumlar dahi kuvvet ve zayıflığa göre iki,
üç, dört saatte ciğerde meydana gelir ki, buna ikinci hazım derler. Onda
kalan latif halis kan olup, ana damarlara ve azaya akıp gider. Bu
kuvvetler, işlemlerini bir daha damarlar içinde belirli bir müddetle
tamamlarlar ki, buna üçüncü hazım derler. Bu hazmın tortusu deliklerden
çıkıp; kulak kiri, çapak, burun kiri, kıl, tırnak, ter ve uzuvların kiri
olur. Eğer bunlardan fazla o tortudan bir nesne kalırsa akıntı, nezle,
yara, cerahat gibi hastalıklar olur. Damarlar içinde kalan latif kanın her
cüz'ü bir uzva bölünüp, şekil verme kuvveti o cüzleri bulunduğu uzuvlar
rengi ile tasvir eylediği halde, o kuvvetler o işleri o müddette o damarlar
içinde bir dahi ederler ki, buna dördüncü hazım derler. Bu hazmın kalıntısı
bedenden eksilen kısımları doldurur, tamamlar. Belki fazla et ve yağ olup,
o cismi güzel ve yağlı eder. Kalan latifin özünü, üreme kuvveti erkeklerin
sulbüne çekip, onda meni eder. Kadınların göğsüne çekip, onda hem meni ve
hem süt eder. Sonra o gıda hülasası olan meni, belirli bir kuvvette
birleşme vasıtası ile kadınınki ile birleşir. Rahme düşer. Orada kırk güne
dek meni suretini terk edip, kan pıhtısı suretine gelir. Yani uyuşmuş kan
olur. Ve bir kırk gün daha geçtiğinde yani seksen gün sonra o kan pıhtısı
et parçası olur. Üçüncü kırk gün tamamında yani yüzyirmi gün sonunda o et
parçası içinde kemikler, sinirler, damarlar, uzuvlar, etler, yağlar,
saçlar, tırnaklar vücuda gelir. Dördüncü ay tamamlandığında ceninin bütün
azaları olgunlaşıp, onda hayvanî ruh tasarruf sahibi olup, göbek bağı
yolundan gıdası kan olur. Çünkü nutfe rahimde karar bulup: Evvelki ayda
zühalin terbiyesinde olur. İkinci ayda müşterinin terbiyesine gelir. Üçüncü
ayda merihin, dördüncü ayda güneşin, beşinci ayda zührenin, altıncı ayda
utaritin ve yedincide ayın terbiyesini bulur. O halde eğer yedi aylık
doğarsa o çocuk yaşar. Eğer sekiz aylık doğarsa ölür. Zira ki, sekizinci
ayda zühalin terbiyesine gelir. Zühal, soğuk ve kuru olduğunda tabiatı ölüm
olur. Eğer dokuz aylık doğarsa müşterinin terbiyesinde olduğundan ölmez,
yaşar. Zira ki müşteri rutubetli ve sıcaktır, tabiatı hayat olur. Anlatılan
başlangıç yolunu, Hak Taâlâ beyan edip buyurmuştur: "Biz insanı muhakkak ki
çamurun özünden yarattık. Sonra Adem'in neslini sağlam bir yerde (rahimde)
az bir su nutfe yaptık. Sora o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan
sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık; o et parçasını da kemikler haline
çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış verdik.
Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah'ın şani ne yücedir!" (23/12-
14)
Bu tafsilin özü böyle olmuştur ki: İnsan bedeninin madde ve aslı topraktır.
Toprak önce bitkiye gelip, ya ekmek veya hayvan yeygisi olmuştur. O ekmek
ve hayvan insan gıdası olup, ondan erkeklerde ve kadınlarda meni suretini
bulmuştur. Sonra ana rahminde nutfe, kan pıhtısı, et parçası olup; kemik,
sinir, damar, et ve yağ ile dolmuştur. Sonra ya kız veya erkek oldukta; ruh
bulup, doğup ortaya çıkmıştır. Ya yaşayıp kemalini bulmuştur. Veya akıl
baliğ olmayıp çocuk iken ölmüştür. Halbuki feleklerin hareketleri ve
yıldızların şuaları ile toprak unsurunun bin cüz'ünden ancak bir cüz'ü
bitki olur. Bitkinin bin cüz'ünden bir cüz'ü ancak ekmek ve hayvan olur.
Hayvanın binde biri ancak insan gıdası olur. Gıdanın bin cüz'ünden bir
damlası meni olur. Bin damla meniden ancak bir damlası rahme düşer.
Rahimlere düşen nutfelerden binde biri çocuk olarak doğar. Bunca doğanın
binde biri yaşar. Bunca yaşayanın binde biri akıl baliğ olur. Nice bin
akıllının ancak biri mü'min olur. Nice bin mü'minin ancak biri âlim olur.
Nice bin âlimin ancak biri hakikatı araştırır. Nice bin araştırıcının ancak
biri ârif olur. Nice bin ârifin ancak biri kemale ulaşır. Şu halde
feleklerin hareketleri ve unsurların birleşmesinde, bileşiklerin ortaya
çıkması ve bütün kâinatın yapısından murat ve maksadımız ancak kamil
insanın varlığının şerefi bulunmuştur. Kamil insanın gayrisi hep ona çocuk,
hizmetçi ve tâbi kılınmıştır. Nitekim insanoğlunun en mükemmeli Habib-i
Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretlerinin şanında: "Sen olmasaydın,
sen olmasaydın felekleri yaratmazdım," denilmiştir. Bu mânâ bu beyt ile
bilinmiştir:
BEYT
Her bin senede bir gönül burcuna gelir
Aşk göklerinden olmuş bir yıldız
İnsanın bedeninin başlangıcı, bu açıklama ile ortaya çıkmıştır. Şu halde:
"Her şey aslına döner," hükmünce, bedenlerin sonu dahi bundan ortaya çıkıp
anlaşılmıştır.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

Dördüncü Madde


Cismin ve canın iniş ve çıkış keyfiyetini, bedenin konaklarını kat ederek
dönüşünü; insanî ruhu, bedenin değişimini ve geçici ruhun bekasını
bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Eğer bir kimse murat
eylese ki, kendisine vad olunan dönüş yerini araştıra ve dönüşünün
menzillerini kat edip aslına gide. O, hemen bunu bilsin ki, ihtiyarlıktan
önce kırarmıştı. Ondan önce civan olmuş idi. Civanlıktan önce çocuk olmuş
idi. Çocukluktan önce ana rahminde cenin olmuş idi. Ondan önce et parçası
olmuş idi. Ondan önce kan pıhtısı olmuş idi. Ondan önce rahimde, kadının ve
erkeğin dölünden birleşmiş nutfe olmuş idi. Ondan önce, babanın sulbünde ve
ananın göğsünde meni olmuş idi. Ondan önce damarlar içinde kan olmuş idi.
Ondan önce babanın ve ananın gıdası olmuş idi. Ondan önce hayvanî olmuş
idi. Ondan önce bitkisel olmuş idi. Ondan önce unsurların cüzleriyle
karışmış toprak idi. Topraktan önce mutlak cisimdi. Ondan öne küllî
tabiattı. Ondan önce mücerret cevherdi. Şu halde o kimse ki, hal ile bu
makama yetmiştir. O, cisimlerin ve ruhların yollarını tamamıyle kat edip
gitmiştir. karanlık ve nur perdelerini toptan kaldırmıştır. Kendi nefsini
anlayıp bilmiştir. Mevlasını tanımış ve bilmiştir. Başlangıç ve sonunu
bilip, kanden gelip gittiğini anlayıp, ârif ve Hak'ka ulaşıcı olmuştur. Bu
ruhanî miracla he müşkülü çözüp, her muradı hâsıl olmuştur.
Bu değişimlerden ortaya çıkan budur ki, gerçi insanî ruh, işleriyle bedene
yoldaştır. Lâkin zatıyle başkadır ve ondan ayrıdır. Zira ki ruh, mücerret
bir cevherdir ki, bir hal üzere bakidir. Beden ise her anda değişici ve
fânidir. Ruh o yönden bedenden gayridir ki, o, bedenin menzillerinin
hepsini seyir edip, birbirinden fark etmiş ve ayırmıştır. Başlangıç ve sonu
tefekkürle geçip, tezekkürle nihayetine gitmiştir. Tahkik ve yakîn ile
gereği gibi durumların hakikatine yetmiştir.
O halde bir kimse ki, ölçüp biçebilmiştir; o kimse o nesnein aynısı
olmayıp, gayri olmuştur. Ruhun, cisimden başka olduğuna hikmet kitaplarında
deliller çoktur. Burada uzatmaya hacet yoktur. Lâkin burada münasip delil
budur ki: Ruh, ancak o ruhtur ki, bu beden beş yaşında idi ama beden o
değildir. Zira beden bunca şekillere girip, nice sıfatlar bulmuştur.
Uzunlukta, genişlikte ve derinlikte hareketle büyük olmuştur. Ya önce civan
idi, şimdi ihtiyar olmuştur. Veya güçlü idi, zayıf olmuştur. Latif idi,
kesif olmuştur. Şu halde gerçekte ihtiyar olan beden, genç olan bedenin
gayrisidir. Civan olan beden dahi, çocuk olan bedenin gayrisidir. Gerçi
bedene bunca değişim ve farklılık gelip, lakin insan ruhu yine önceki
durumda kalır. Tabii ölüm vaktinde, ayrıldığı bedenden ki, onu kabirde ve
mahşerde bulur. Onunla ya cehennemde elem çeker ve cennette nimetlenmiş
olup kalır.

Beşinci Madde

Bedenlerin değişiminin keyfiyetini ve geçici ruhun bekasını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: İnsan ruhu değişici
olmayıp, bedeni değişici olduğunun sebebi budur ki: Ruh ulvî âlemden
gelmiştir. Ulvi âlemde oluşum ve bozuşum olmadığından, onun cüzü bulunan
ruh dahi bir karar üzere kalmıştır. Bu bedenin parçaları, bu süflî âlemden
alınmıştır. Halbuki süflî âlem oluşum ve bozuşuma mahâl kılınmıştır. Çünkü
beden dört unsurdan yaratılmıştır. Şu halde insanın bu bileşimi, bu oluşum
ve bozuşum âleminin bir cüzü bulunmuştur. Parçalar ise daima bütüne dönücü
olup, bütün dahi cüzüne eğilimli ve feyiz verici bilinmiştir.
Cüzün külle dönüşünün delili budur ki: İnsan ihtiyar olup, cân âlemine
döner. "Biz Allah'ın kuluyuz ve yine ona döneceğiz," (2/156) âyet-i
kerimesi, hükmünü bulur.
Bütünün parçaya meyl ve feyzinin delili budur ki: Daima İlâhî fazlın feyzi,
külli akıl vasıtasıyle mülk âlemine incidir. Nitekim: "Hamd âlemlerin
Rabbine mahsustur," (1/1), âyet-i kerimesi, buna şahit ve âdildir. Şu halde
bütün, parçaya meyledici ve feyz verici olduğu gibi; parça dahi bütüne
dönücü ve meyledicidir. Parçanın bütüne dönüşünün bir delili dahi budur ki:
İnsan acıkıcı ve susayıcı olur. Zira ki bedenin parçalarının, bütün
tarafına dönüşü her â olur. Şu halde ondan bedene za'f ve noksan gelir.
Yeme ve içmeye koyulmakla, beden için eksilen yerine gelici olur. Yani
unsurlar tarafına giden bedensel parçaların yerine, gıdadan bedene gelip
yine beden ondan kuvvet bulur. Çünkü bedenin gıdası, yine kendi aslı
bulunan unsurlardan hâsıl olan bitki ve hayvandır. Şu halde hakikatte
bedenlerimizin beş senelik parçaları tümden ayrışıp, dembedem tedric ile
bedenlerimizden dışarı çıkıp, bütüne gitmiştir. Mesela ellibeş yaşımızda
iken bedenlerimizde olan parçalar, elli yaşımızda olanın gayrisidir ki,
ayrışanların bedeli gıdadan gelip, yine yavaş yavaş bedenimize parçalar
olup, bütüne giden parçaların yerine dolup, bedenin şekillerinde teşekkül
etmiştir. Lakin bu durumlara vâkıf olmayanlar, bedeni, ruh gibi bi durum
üzere sâbit kalır zannetmişlerdir. Bunun misali böyledir ki: Bir kimse bir
sahrada ir çadır kurup, onun kazıkları ve ipleri hep siyah olsa ve o
haftada bir defa varıp, bir siyah kazık çıkarıp, yerine bir beyaz kazık
çaksa; bir siyah ipini çözüp, yerlerine başka beyaz kazıklar ve ipler çakıp
ve bağlasa; o zaman bu değişikliğin farkına varmayanlara o çadır, yine
geçen senede kurulduğu hal üzeredir ve bütün parçalarıyla sâbit görünmüştür.
Halbuki onun bütün kazıkları ve ipleri yenilenip, değiştirilmiştir. Zira ki
bu beyaz kazıklar ve ipler, o siyah kazıkların ve ipleri gayrisi
bulunmuştur. Aynen bunun gibi insan bedeni dahi her an açık ve gizli
ayrışıp, ayrışanların yerine gıdadan toplandığından, her beş senede bir
kere tamamen değişip, farklılık bulur, bilinmiştir. Şu halde parçanın bütüne,
bütünün parçaya meyli bu deliller ile ispat olunmuştur. Hakikatini en iyi
bilen Allah'dır.

Altıncı Madde


Bu cihanın, bizi müşfik bir anne gibi terbiye eylediğini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, filozoflar demişlerdir ki: Bu âlem, bizim şefkatli
annemizdir. Nitekim anne, çocuğunu terbiye eder. O gıdaları ki, çocuk elde
edemez, annesi onları yer ki, onlardan süt hâsıl olup, çocuğuna gıda olmaya
layık ola. Memenin yolundan çocuğunu verilip, onunla beslene. Bunun gibi,
bu âlem dahi bizim üşfik annemizdir ki, iki göğüs mesabesinde bulunan bitki
ve hayva yolundan layıkımız olan gıdalarımızı bize ulaştırıp, çeşitli
renkte lezzetli meyveler ve nefis yemeklerle bizi yetiştirir.
Bu anne ki, âlem bilinmiştir. Başka annelerin aksi bulunmuştur. Zira ki
bütün anneler, görünenlere yönelmişlerdir. Alem ise kendi içine
yönelmiştir. Ta ki bize bakıcı olup, yetişmemizde hazır ola. Şu halde
hakikatte henüz, halen biz kendi annemizin karnında sâkinleriz ki: "Sait,
anası karnında saittir. Şaki, anası karnında şakidir," hadis-i şerifini
bazıları böyle tevil etmişlerdir. Bu mânâ, bu âyet-i kerimeye uygundur ki,
Hak Taâlâ: "Kim bu dünyada kör olursa, artık o, ahirette de kördür ve yol
bakımından da daha sapıktır." (17/72), buyurmuştur. Bu mânâyı, bir kâmil
bir beyt ile duyurmuştur.
BEYT
Kim ki bu dünyada ârif-i Hak olmadı
Ta ebed bigâne kaldı bulmadı
Bu mânâ çok açıktır ki, doğuştan kör olana asla ilâç olmaz. Şu halde iki
cihan saadetini hemen bu durumda elde etmek mümkündür. Henüz anne
karnındayız, yani bu âlemdeyiz. Burada kör olmak budur ki: İnsan kendini
bilmeye ve görmeye, kendi hakikatine ermeye. Zira ki kendini bilmeyen çocuk
sayılır. Mevlasını dahi bilmemiş ve bulmamış olur. Şu halde, o kimse iki
âlemde kör kalır. Onun için, peygamberler, veliler ve âlimler gelmişlerdir
ki, halkı, Yaratan'a davet kılarlar. Cihan halkı, Kur'an nuru, tevhid ilmi,
irfan ve Rahman'a ibadetle körlük illetinden kurtulalar. Kendini bilme
vasıtasıyle, Hüda'ya âşina ve seçilmişlerin seçilmişi olalar. Ebeden onunla
kalalar. Ey hay ve kayyum olan, göklerin ve yerin yaratıcısı, mülkün sahibi
celal ve ikram sahibi olan Allahımız! izzetinle kalblerimizi diriltmeni,
gözlerimizi seni tanıma nuruyla nurlandırmanı dileriz. Ey Allah!
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

30-BÖLÜM:030:
İKİNCİ BÖLÜM

Bedenlerin bileşiminin keyfiyetini, uzuvların tabiatlarının mahiyetini,
insan hayatının mizaçlarını, dört rüknün karışım ve bileşiminin,
karışımların sebeblerini, durumlarını ve faydalarını ve onlardan oluşanı
dört madde ile uzun uzun açıklar.

Birinci Madde

Bedenlerin bileşiminin keyfiyetini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Dört esas ki,
(rükün) basit cisimlerdir, insan bedeni ve diğer hayvanların ilk
cüzleridir. Zira ki bileşik cisimlerin çeşitli nevileri, özlerin
birleşmesiyle meydana gelir. Esaslar ise dörttür: İkisi hafif, ikisi
ağırdır.
Hafifler: Ateş ile havadır. Ağırlar: Su ile topraktır. Çünkü ateş unsuru,
havaî cevherinin sirayetiyle diğer unsurlarda cereyan edip, bileşip,
hararetiyle iki ağır ve soğuk unsurun, soğukluklarını kırar. Onlar,
unsurluklarını terkedip, mizaçlık mertebesine giderler. Şu halde iki ağır
unsur, uzuvların sükûn ve oluşumuna metin madde olur. iki hafif unsur,
uzuvların hareket ve hayatlarına yardımcı olur.
İlk esasların kuvvetleri ki, dört keyfiyettir, onlar, sıcaklık, soğukluk,
rutubet ve kuruluktur. Bu dördü, unsurların anneleridir. Esaslarda
mevcuttur. Bu unsurî keyfiyetler, tabiî suretler üzerine eklenmiştir. Zira
ki onlar, sıcaklık ve soğukluk gibi keyfiyetlerde geçici ve değişicidir.
Halbuki tabiî suretlerin her iri, kendi zatıyle bakidir. Eğer dört
keyfiyet, tabiî suretlerin aslı olsaydı, onlar dahi değişici olup, sabit
kalmazlardı. Şu halde eğer basit cisimler olan dört esas, küçülüp biraraya
gelseler, tam bileşik cisimler olan üç bileşikde (mevalid-i selase) teğet
olup, bu zıt keyfiyetleriyle birbirine tesir etseler ve o bsitlerin her
biri öbürünün şiddetli keyfiyetini kırsa; o zıt keyfiyetler arasında her
birinden tümünde eşit ve benzer aracı keyfiyet hâsıl olur ki, ona: Mizaç
derler. Üç bileşik yani maden, bitki ve hayvan hep onunla vücuda gelirler.
Lakin yarı bileşik cisimler olan bulut ve şihap gibi atmosferik şeyler,
unsurlardan mizaçsız meydana gelirler. Onun için süratle yok olurlar.

İkinci Madde


Beden uzuvlarının tabiatlarının mahiyetini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: O şekil verici
ve yaratıcı olan Allah Taâlâ hazretleri, âlemde her nesneyi, münasip ve
muvafık yerli yerinde, güzel ve mutedil yaratmıştır. Her canlıya uygun ve
her uzvunun haline muvafık olan mizacı vermiştir. alemin cüzlerinin tümünde
olan mizaçların en layık ve en uygununu insan bedenine kerem kılıp, her bir
uzvuna en münasip ola mizacı bahşetmiştir. Bazı cüzlerini ziyade sıcak,
bazısını ziyade soğuk, bazısını ziyade rutubetli ve bazısını ziyade kuru
etmiştir.
Bedende fazla sıcak olan o ruhtur ki, latif buhardır. Sonra yürektir ki,
ruhun menşeidir. Sonra kandır ki, muttasıldır. Sonra karaciğerdir ki, kan
ondan doğmadır. Sonra halis olan ettir. Sonra sinirdir ki, et ile karışmış
olan sinirdir. Sonra dalaktır ki, onda kan vardır. Sonra böbrektir ki, kanı
azdır. Sonra atardamarlardır ki, ruhun çevresinde olan kanın zarflarıdır.
Sonra toplar damarlardır ki, mutlak kanın zarflarıdır. Sonra el derisidir.
Bedende gayet soğuk olan balgamdır. Sonra saçlardır. Sonra kemiklerdir.
Sonra kulak kemiğidir ki, kıkırdaktır. Sonra kirişlerdir. Sonra
perdelerdir. Sonra sinirlerdir. Sonra murdar iliktir. Sonra dimağ
(beyin)dir. Sonra iç yağıdır. Sonra deridir.
Bedende gayet kuru olan saçtır ki, duman buharındandır. Sonra kemiktir ki,
uzuvların en sertidir. Sonra kıkırdaktır. Sonra kemik başlarıdır. Sonra
kiriştir. Sonra zardır. Sonra damarlardır. Sonra toplar damarlardır. Sonra
hareket sinirleridir. Sonra yürektir. Sonra bedenin sinirleridir. Sonra
deridir.

Üçüncü Madde

İnsanın yaşlarının mizaçlarını bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Yaşların
mizaçları muhtelif olduğundan, insanın yaşları topluca dörttür. Biri büyüme
çağıdır ki delikanlı yaşı da derler. Bunun müddeti insanın otuz yaşına
dektir. Sonra duraklama çağıdır. Buna gençlik yaşı dahi derler. Bunun
müddeti insanın altmış yaşına dektir. Sonra açık düşüş yaşıdır ki, buna
ihtiyarlık dönemi dahi derler. Bunun müddeti ömrün sonuna varıncaya dektir.
Lakin delikanlılık çağı da iki kısımdır. Biri çocukluk çağıdır ki, onbeş
yaşına dektir. Sonra delikanlılık çağıdır ki, delikanlılık çağının sonuna
dektir.
Çocukların mizacı mutedildir. Delikanlılığın mizacı sıcaklık ve rutubettir.
Gençliğin mizacı sıcak ve hiddetlidir. Duraklama çağının müddetinden sonra
sıcaklığın maddesi olan rutubeti, bizi kuşatmış olan hava çektiğinden
sıcaklık noksan bulmağa başlar. Zira ki, geçen bölümde açıklandığı üzere
cismanî kuvvetlerin ve cüzlerin hepsi nihayete erer. Ayrışanların bedeli
için eşitlik ve bir minval üzere sürekli soğumadır. Lakin bozulma gün gün
arttığından ayrışan rutubetle beraber karşılığı gelmez. Şu halde gelen ile
sarfolunan bedende eksilme ve geri dönme üzere olduğundan, rutubet yok
olup, hararet söner. Tabii ölüm budur. Şu halde her bir şahsın ilk mizacı
hasebince rutubeti içine alan kuvveti ne miktar ise, onun tabii ecel
miktarı odur. Eğer dışardan bir kazaya uğramazsa odur ki, ömrü de odur.
Zira ki, Allah'ın kudreti ile ulvî cisimlerin süflî cisimlerde çeşitli
tesirleri daima birbirini takip ettiğinden bütün halkın şekil ve durumları
ahlak ve tavırları henüz anaların rahimleri içinde nutfe iken tesadüf eden
baht ve talihleri tesirleri ile ortaya çıkmıştır ki, ana karnına nutfe
düştüğü saatte baba ve ananın talihleri ne işte ise ve herbirinin yıldızı
neye bakıyorsa: Eğer kutlu, uğursuz, o nutfenin zatına tesiri ile
nakşedilir. Mesela saadet, şekavet, anlayış, hamakat, cimrilik, cömertlik,
korku, şecaat, sevgi, düşmanlık, hırs, kanaat, himmet, alçaklık, fakirlik,
zenginlik, rahat, güzellik, kemal, yorgunluk ve üzüntü her ne konum üzerine
ise o mutfenin zatına tâi olur. Zira ki o nutfe, ceninin cisminin levh-i
mahfuzudur Levh-i mahfuz bu âlemin aynasıdır. Şu halde her kim ki, sait
olmuştur, o saadetini ana karnında bulmuştur. Her kim ki şakî gelmiştir, o
dahi şekavetini anası karnında almıştır. Nitekim Habib-i Ekrem Sallallahu
Aleyhi ve Sellem Hazretleri: "sait anası karnında saittir. Şaki anası
karnında şakidir," buyurmuştur. Herkesin talihinin tesirini remz ile
duyurmuştur. Çünkü halkın bütün şekilleri, vasıfları ve mizaçları felikî
konumlar gereğince rahimlerde muhtelif bulunmuştur. Şu halde eceli
müsemmaları dahi mizaçları hasebi ile onda muhtelif takdir olunmuştur.
Elhasıl delikanlı ve çocuk bedenleri, itidal üzere sıcak ve rutubetli
müşahede kılınmıştır. Gençlik bedenleri hiddetli, sıcak bilinmiştir.
Kırarma ve ihtiyarlık bedenleri, buhar ruhu ve sıcak kandan yukarıda
anlatıldığı üzere geçkin oldukları için soğuk ve kuru bulunmuştur.
Kadınların mizacı erkeklerden daha soğuk ve daha rutubetli olduğu tecrübe
kılınmıştır.

Dördüncü Madde


Bedenlerin dört karışımının keyfiyetini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Bedenin ilk
rutubetleri olan dört karışım akıcı ve rutubetli cisimlerdir ki, gıdalar
önce ona dönüşüp, onlardan bedenin cüzleri gıdalanır.
Değerleri karışımın rutubetleri dört cinstir ki: En faziletlisi kan
cinsidir. Sonra balgam cinsidir. Sonra safra cinsidir. Sonra siyah köpük
cinsidir. Bu karışımların her biri tabiî ve tabiî değildir. Tabiî kan, sıcak
ve rutubetlidir. Rengi kırmızı, tadı tatlıdır. Faydası et, yağ ve uzuvların
gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı soğuktur ve rengi bulanıktır. Tadı acı
olup, faydası olmaz. Tabiî balgam, soğukçadır. Rengi yumurtanın beyazı
gibidir. Tadı tatlıdır. Faydası ya kan veya kanın yerini tutup, uzuvların
gıdası olmaktır. Tabiî olmayanı kuru mizaçlı ve değişik renktedir. Acıdır.
O, ya tuzlu veya asitli olur. Tabiî safra sıcak ve kırmızıya yakın,
yapışkandır. Faydası kana karışıp ve yardımcı olup bedenin cüzleri
olmaktır. Tabiî olmayanı, yakıcıdır ve zehir cevheridir. Tabiî siyah köpük
tabiî kanın altında kalan tortudur. Tadı tatlıya yakındır. Yeri dalaktır.
Faydası açlığı ve şehveti tahriktir. Tabiî olmayanına zehirli kara köpük
derler.
Dört karışımın doğuş keyfiyeti böyledir ki: Önce gıdanın çiğnenme ile hazm
olması vardır ki, ağız yüzeyi ve mide yüzeyi ile bitişik ve bağlantılıdır.
Şu halde onda dahi hazmetme kuvveti hâsıldır. Zira ki, çiğnenmiş nesnenin
önceki tad ve kokusu gitmiştir. Sonra çiğnenmiş gıda mideye vardığında,
midenin ağzı kapanıp, tamamen ona hazmolunur. Lakin sadece midenin harareti
ile değildir. Belki ağ taraftan karaciğerin, sol taraftan dalağın ve onda
olan atar ve toplar damarların, harekete kabiliyetli olan iç yağının,
midenin üstünde ve zarının ötesinde yüreğin, bütün bunların hararetleri ile
tamam olup iki üç saatte ilk hazım hasıl olur. Midede keşkek suyu gibi
akıcı cevher olur. Sonra onun kesifi mideden bağırsaklara çıkışa yol bulur.
Latifi mideye bitişik olan damarlar yolundan karaciğere bitişik olan ince
kıllar gibi damarlar ile süzülüp, karaciğere çekilir. Şu halde karaciğer o
latif cevhere kavuşup; sünger gibi emer. Onda da önceki sindirim süresi
kadar zamanda pişer. İkinci hazım da hasıl olur. O pişen kırmızı rengi
boyanıp, onun yüzünde kaymak gibi nesne ve dibinde tortu gibi nesne hâsıl
olur. Eğer ifrat derecede pişerse bir yakıcı nesne hâsıl olur. Eğer az
pişerse hint kavunu gibi bir nesne peyda olur. O kaymak safradır veya siyah
köpüktür. Bu ikisi tabiîdir. Yakıcı olanın latifi itilen safradır, kesifi
itilen siyah köpüktür. Bu ikisi tabiî değildir. Hit kavunu,tabiî balgamdır.
Hepsinden saf ve hasi olanı kandır. Lakin suyu fazladır ki, karaciğerden
ayrılmazdan önce suyu, böbreklere inen damarlarla çekilip, kendilerine gıda
olacak yağ ve kanı alıp, artığı mesaneye süzülüp, dışarı çıkmaya yol bulur.
Kıvam bulmuş halis kan, karaciğer üstünde doğan büyük damara çekilip, ondan
ayrılan atardamarlara akar. Sonra yüreğe ve buradan bütün vücuda yayılır,
uzuvların besini olur.

Beşinci Madde


Karışımların oluş sebeblerini, tabiat ve faydalarını ve hareket
sebeblerini; buharlardan doğan tabiî ruhu bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Tabiî kanın fail
sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, gıdaların ve içeceklerin mutedil
olmasıdır. Tam sebebi bedenin beslenmesidir.
Tabii safranın fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, sıcak, latif,
tatlı ve yağlı gıdadır. Sureta olan sebebi, fazla çiğnenmektir. Tam sebebi,
kan karışımı ve bedenin beslenmesidir. Yakıcı safranın fail sebebi,
karaciğerin aşırı hararetidir.
Tabii siyah köpüğün fail sebebi, mutedil hararettir. Maddî sebebi, rutubeti
az olan çok sıcak ve katı gıdalardır. Sureta olan sebebi, akmayan ve
ayrışmayan gıdalardır. Tam sebebi, kanı kuvvetlendirip, bedenin gıdası
yapmaktır. Yakıcı siyah köpüğün fail sebebi, az hararettir. Maddî sebebi,
az çiğnemektir. Tam sebebi, kan karışımı ve bedenin beslenmesidir.
Şu halde, karışıkların doğuş sebebleri, sıcaklık ve soğukluktur. Zira ki
mutedil hararetten kan; fazla hararetten yakıcı safra ve çok fazla
hararetten yakıcı siyah köpük; soğukta balgam doğmuştur.
Kan ile damarlardan akan karışımların, damarlar içinde dahi iki üç saat
müddetinde üçüncü hazmı vardır. Azaya tevzi edildiğinde; her uzuvda kendi
nasibinin bu müddet içinde de dördüncü hazmı vardır. Damarlar içinde olan
üçüncü hazmın ve azada olan dördüncü hazmın fazlaları geçen bölümde
açıklandığı gibi kulak kiri, göz çapağı, burun kiri olup, sa ve tırnak
suretini bulup; bedenin azalarından ayrışan ter, kir, yara ve cerahat
şeklinde vücuttan atılır.
Sözü edilen karışımların doğuş sebebleri olduğu gibi, hareket sebebleri de
vardır. Zira ki bedenin hareketi ve sıcak eşya, kanı ve safrayı tahrik
eder. Bazı kere siyah köpüğü dahi tahrik eder. Lakin hareketsizlik, balgama
kuvvet verir. Güzel şeyler düşünmek de dört karışımı harekete geçirir.
Nitekim dört karışımın kesafetinden, bir kesif cevher doğar ki, uzuvdur
veya uzvun bir cüzüdür. Bunun gibi karışımın latif buharlarından, bir mizaç
hasebiyle latif bir cevher doğar ki, tabiî ruhtur. Hayvanî ruhu kabul
istidadını bulmuştur. Mizaç üzere önce bu ruh doğup, sonra bütün uzuvlara,
nefsanî kuvvetleri ve başkalarını kabul istidadını veren budur. Şu halde
nefsanî ve hayvanî kuvvetler insan bedeninin uzuvlarında hâsıl olmaz. Ancak
bu tabiî ruh vasıtasıyle olur. Eğer bedenin bir uzvu nefsanî ve hayvanî
kuvvetlerden kesilip, tabiî ruhtan kesilse, o uzuv henüz hayattadır. Zira
ki uyuşmuş veya felç olmuş olan uzuv, his ve hareket kuvvetini yitirmişken
yine hayatiyeti vardır. Eğer ölmüş olsa, kokuşur ve bozuşurdu. Şu halde
felç olmuş uzuvda, onu koruyan bir kuvvet vardır ki, bu tabiî ruhtur.
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
Cevap: Marifetname

31-BÖLÜM:031:
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Azanın fayda, mahiyet ve keyfiyetlerini, isim ve kuvvetlerini, doğuş ve
özelliklerini dört madde ile ayrıntılı olarak açıklar.

Birinci Madde


Azaların mahiyet ve keyfiyetini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Dört esasın
birinci mizacından doğan bedenin karışık cisimleri olduğu gibi, dört
karışımın dahi birinci mizacından doğan beden azalarının cisimleri
olmuştur. Bazı aza tek ve bazısı bileşik suret bulmuştur.
Tek uzuv odur ki, hangi his olunan cüzünü alsan, sayı ve cisimde cüzü
bütününe ortak olur. Kemik, et ve sinir gibi. Bunlara, cüzleri benzeşen
azalar denir.
Bileşik uzuv odur ki, hangi cüzünü alsan, ne sayıda, ne isimde bütününe
ortak olmaya. Yüz, el ve ayak gibi. Zira ki, yüzün bir cüzü, yüz değildir.
Bunlara: Alet uzuvlar derler. Zira ki hareket ve işlerde tamamen nefsin
âletleri olmuşlardır. Cüzleri benzeşen azanın birincisi kemiktir. Sert
yaratılmıştır. Zira ki kemik, bedenin esası, uzuvların hareketinin direği
bulunmuştur. Sonra kıkırdaktır ki, yumuşaktır. Katlanabilir. O, kemikten
daha yumuşak, sair uzuvlardan daha sert kılınmıştır. Bunun yararı; yumuşak
uzuvlara kemiklerin bağlantısı bununla gökçek olmaktadır. Ta ki yumuşak ile
sertin vasıtası olup; vurma ve düşme zamanlarında her uzuvdan, yumuşak olan
uzuv incinmeye. Sonra sinirlerdir ki, dimağdan ve omurilikten bitmişlerdir.
Katlanmakta esnek, gerilmekte sert olan beyaz cisimlerdir. His ve hareket
için olan aza, bütünüyle sinirlerle tamamlanır. Sonra kirişlerdir ki,
adalelerin çevresinde bitmiş, sinirlere benzer cisimlerdir. Hareketli
uzuvlara tam bağlıdır. Kâh adalelerin sıkılması ile kirişler dahi çekilmiş
olup; hareketli uzuvları çeker. Kâh adalenin yayılmasıyla ve kendi yerine
dönmesiyle kirişler rahatlayıp, uzuvları durumu üzere yayarlar. Sonra kemik
başlarındaki iplikçiklerdir ki, kemiklerden bitmiş, sinirlere benzeyen
cisimlerdir. Bunların adalelere uzananlarına, mutlak bağ derler.
Kemiklerin mafsallarını ve sair uzuvları bağlayanlara ökçe bağı derler. Bu
Adı geçen bağların hiçbirin hissi yoktur. Ta ki kendilerine lazım gelen
hareket fazlalığıyla diğer işlerde incinmeyeler. Bunların faydası,
uzuvları birbirine bağlamaktır. Sora atar damarlardır ki,yürekten çıkarlar.
Uzun ve içleri boştur ki; uzunları sinirlere, cevherleri bağlara benzerler.
Bunların öyle açılıp kapanan hareketleri vardır ki, sükûnet ile
ayrılmıştır. Bunlar can damarlarıdır. Faydaları budur ki, bunlar, yürekten
duman buharını saçmakla,ona rahat verip, ruhu bedenin uzuvlarına tevzi için
halk olunmuştur. Sonra toplar damarlardır ki, toplar damarlara benzer
cisimlerdir. Karaciğerden bitmişlerdir. Hepsi de sakindir. Bunlar kan
damarlarıdır. Faydaları budur ki, bunlar karaciğerden kanı, bedene tevzi
için yaratılmıştır. Sonra zarlar (perdeler)dir ki, ince ve hisleri olmayan
latif sinirlerden dokunmuş cisimlerdir. Sair cisimlerin yüzeylerini
örterler. Nice faydaları vardır ki: Biri, bütün uzuvları yapı ve şekilleri
üzere korurlar. Biri dahi kendi lifine bitişik olan sinir ve bağlar
vasıtasıyla uzuvları birbirine bağlarlar. Böbrekleri sulbe bağladıkları
gibi. Bir faydası dahi akciğer, karaciğer, böbrek, dalak benzeri hissî
olmayan uzuvların cevherlerinde, bu zarların kendilerine değen bizzat
hassas olup, lifli olan cisimlerine değeni ârizî olarak hissedici
olmalarıdır. Sonra ettir ki, bedende olan bütün bu azanın aralarındaki
boşlukları doldurur.
Alet olan uzuvlar, bunlardan bileşen uzuvlardır ki, inşaallah bundan sonra
onlar dahi açıklanır.

İkinci Madde


Uzuvların isimlerini ve kuvvetlerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: bedende olan
azadan her bir uzvun kendi nefsinde tabii bir kuvveti vardır ki, o uzvun
beslenmesi işi, ancak o kuvvetle olur. O kuvvet gıdayı, çeker, tutar ve
ondan fazlayı dışarı atar. Uzuvların hepsinden kuvvetli olan, dimağ ve
karaciğerdir. Zira ki bu ikisi yürekten hayati kuvvet, tabiî hararet ve
ruhu kabul edip, dimağ bütün hislerin başlangıcı olup; karaciğer, bedenin
bütün uzuvlarının besleyicisi olmuştur. Yürekten gayri. Zira ki yürek,
göğsün içinde sol meme altında karaciğer nevinden ve onun renginde fincan
şeklinde şerefli ir uzuv ve latiftir ki, onun aşağı tarafında, alt yüzeyi
ortasında gözbebeği, benzeri siyah bir nokta vardır ki, en latif azadır.
ismi süveydadır. Ruhun kaynağı ve kuvvetlerinin toplamıdır. Hayvanî ruhun
ve insanî nefsin birlikte bulunduğu yer ve Rabbanî ilhamların iniş yeri,
Hüda'nın nazargâhıdır. Bütün uzuvlara hayat, hareket, idrak ve gıda verip,
besleyendir. Bütün kuvvetlerin ve uzuvların hizmetçisi ve uşağıdır. O,
bedenin emîridir. Şu halde bedenin bazı uzuvları reis, bazısı reis hizmetçisi
ve bazısı ne reistir ne de hizmetçi.
Reis uzuvlar, o azadır ki; bedende olan ilk kuvvetlerin başlangıç
yerleridir. Şahsın bekası ve nevin bekası onlara muhtaçtır. Şahsın bekası
hasebiyle olan reis uzuvlar üçtür: Biri yürektir ki, hayat kuvvetinin
başlangıcıdır. Biri dimağdır ki, his ve hareket kuvvetinin başlangıç
yeridir. Biri dahi karaciğerdir ki beslenme kuvvetinin başlangıç yeridir.
Nevin bekası hasebiyle reis ola uzuvlar, yine yukarıda sayılan bu üçüdür.
Nevin bekasına mahsus olan dördüncü uzuv tenasüldür ki, onlar nesli koruyan
meniyi doğurmak için kendilerine muhtaç olunandır. Erkek ve kadın
organlarının tam yapısı olan mizacı ifade ederler.
Hizmetçi olan uzuvların bazısına hazırlayıcılık, bazısına yerine
getiricilik gibi hususi hizmetler vardır. Hazırlayıcılık hizmeti reisin
işinden önce, yerine getiricilik hizmeti reisin işinden sonradır. Yüreğin
hazırlayıcılık hizmetini gören akciğer, yerine getiricilik hizmetini gören
atar damarlar gibi. Dimağın hazırlayıcı hizmetçisi karaciğer ve sair ruh
uzuvları ve gıda uzuvları gibidir. Yerine getirici hizmetçisi sinirler
gibidir. Karaciğerin hazırlayıcı hizmetçisi mide gibidir. Yerine getirici
hizmetçisi toplar damarla gibidir. Tenasül uzuvlarının hazırlayıcı
hizmetçisi, onlardan önce meniyi doğuran aza gibidir. Yerine getirici
hizmetçisi, erkeklerde zekerin deliği ve husyeler arasında olan
damarlardır. Kadınlarda meniyi iten damarlardır. Rahimdir ki, meninin
yararlanışı onda tamam olup, cenin oluşacak yerdir.

Üçüncü Madde


Ceninin azasını oluşumunu bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Cüzleri benzer
olan beden uzuvlarının hepsi, iki meniden oluşur. Et ve yağ buna girmez.
Zira ki bu ikisi, kandan oluşur. Şu halde et ve yağdan başka cüzleri benzer
olan uzuvlar, peynir mayadan bağlandığı gibi, babanın menisinden bağlanır.
Bütün bu uzuvlar peynir sütten oluştuğu gibi ananın menisinden oluşur.
Nitekim mayanın ve sütün her biri, kendilerinden hâsıl olan peynirin bütün
cevherlerinden birer cüzdür. Bunun gibi menin her birisi, rahimde olan
ceninin bütün cevherlerinden birer cüzdür. Bundan sonra hamile kadının
hayız kanı, rahimde oluşan ceninin göbeği yolundan gıdası olup, onunla
büyüyüp gelişir. Pıhtılaşıp, öneki azası arasında olan boş yerleri
doldurup, et ve yağ olur. Kanın fazlası, nifas vaktine kadar kalıp, ondan
analık tabiatı dışarı atar. Doğumda sonra, çocuğun karaciğerinin oluşturduğu
gıda kanı, göbekten aldığı kanın yerine gidip, göbeği kapayıp, o kandan
oluşan et ve yağ, bu kandan oluşmaya başlar.
Et, kanın metininden oluşup, sıcaklık ve kurulukla bağlanır. Yağ, kanın
sulu ve yağlısından oluşup, bağlanır. Onun için sıcaklıkla çözülür. İki
meniden oluşan azanın birisi bedenden ayrılsa, bir daha o uzuv hakiki bir
bitişmeyle yerine gelmez. Bir cüzü eksik olsa, onun karşılığında bir şey
bitmez. Ancak çocukluk çağında, çocuğun dişi biter. Kandan oluşan uzuv,
telef olmasından sonra yine tamam bitip, benzerine bağlanır. Et gibi.

Dördüncü Madde

Beden uzuvlarının faydalarını ve özelliklerini bildirir.

Ey aziz, malûm olsun ki, anatomi bilginleri demişlerdir ki: Hassasve
hareketli olan bütün uzuvların his ve hareketinin başlangıç yeri kâh biry
sinir olur ve kâh farklı olup, her kuvvetin başlangıç yeri bir başka sinir
olur. Zarlara sarılmış ola iç organların zarlarının kaynağı, göğüs ve
karnın iki tarafında bulunan zarların birisindendir.
Göğüste olan zarlar; akciğer, atar ve toplar damarlar gibi azanın
zarlarının kaynağı kaburga kemiğidir. Boşlukta olan aza ve damarların
zarlarının kaynağı karın adalesindendir.
Etten olan bütün aza, ya liflidir, adalede olan et gibi. Veya onda lif
olmaz, karaciğer gibi. Bedenin hareketleri ise ancak lifi ile olur. Gerek
iradî olsun, gerek tabiî olsun: İradî hareket, adale lifiyle olur. Tabiî
hareket, et ve damar gibi. İradî hareketle tabiî hareketten bileşen
hareket: Bu iki hareket uzunluk ve en bulunan bir yapıya mahsus lif olur.
Şu hale çekmek için uzlaşan, itmek için tersi ve tutmak için ikisi arası lif
gereklidir. Azadan aort gibi bir tabakalı olan uzvun üç kısım lifi
birbirine benzerdir. İki tabakalı olan uzvun dış tabakasında lif birbirine
muhaliftir. İç tabakasında lif enlidir. İçinin iç yüzeyinde lif
uzunlamasınadır. Ancak bir tarz üzere yaratılmıştır ki, çekme lifi ile itme
birlikte olmayıp, belki çekme lifi ile tutma lifi birlikte olsunlar. Ancak
bağırsaklarda değil. Zira ki, bağırsakların tutmaya şiddetle ihtiyacı yoktur.
Her zaman çekmeye ve itmeye muhtaçtırlar.
Kendi cevherinden uzak olan cisimleri kuşatan sinirsel azaların bazısı bir
tabakalı, bazısı iki tabakalı bulunmuştur. İki tabakalı yaratılanlarında
nice faydalar vardır. Birinci fayda: İçlerinde olan cisimlerin hareketi
kuvvetiyle yarılmaktan korumaktır. Can damarları gibi. İkinci fayda budur
ki: İçlerinde bulunan saklı cisimler, ayrışma ve çıkmadan iki kat korunmuş
olur. Can damarlarında olan ruh ve kan gibi. Üçüncü fayda budur ki: İtme ve
çekmede, o uzuv kuvvetli harekete muhtaç olduğunda, itme âleti bir
tabakasında, çekme âleti bir tabakasında başka bulunsunlar. mide ve
bağırsaklar gibi. Dördüncü fayda budur ki: O uzvun sinirsel iç tabakasını
korumak için, dış et tabakası hazım için ayrılmış olsun. Zira ki hazmeden,
hazmedenle karşılaşmaksızın kuvvetiyle ulaşır olmak mümkündür.
Bazı uzuvların mizacı kana yakın olup, kan ona gıda olmak için birçok
değişikliklerde tasarruf etmeğe muhtaç olmaz. Et gibi. Onun için ete ulaşan
gıda, bir müddet kalıp sonra et gıdası olmak için onda boşluk ve karıncık
yoktur. gıda, ete düştüğü saatte, ona meyledici olur. Bazı aza, kandan uzak
mizaçlı olup, kan ona değişmekte çok değişime muhtaç olur; kemik gibi.
Onun için gıdası, onda bir müddet kalacak ya bir boşluk vardır; ayak ve
bilek kemiği gibi. Veya ayrı boşluklar vardır; alt çene kemiği gibi. Böyle
olan aza, vaktinde gıdadan ihtiyaç üstü alır ve çeker. Ta ki yavaşlıkla
kendi nefsine dönüştüre. Kuvvetli aza, kendi fazlalıklarını zayıf olan
komşularına iter. Yürek iç organlara, dimağ kulak arkasına, karaciğer bunun
iki yanına ittikleri gibi.
 
Üst