Osmanlıların kuruluş ve gelişmesinde,Bâcıyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum’un etkileri?

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Osmanlıların kuruluş ve gelişmesinde, özellikle Wittek’in üzerinde durduğu maneviyât erenlerinin yani Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Bâcıyân-ı Rum ve Abdalân-ı Rum’un etkileri hakkında neler biliyoruz?

Osmanlı Devleti’nin ulu çınarı, medrese, cami ve tekke üçlüsünden aldığı iman suyu ile büyümüş ve 600 sene hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu üçlü, liyakatli âmirler ve ilmiyle amel eden âlim ve meşâyıhların da desteğiyle, tasavvuf vasıtasıyla, İslâm âleminin içinde kudsî bir rabıta olan kardeşliğin inkişâfına ve gelişmesine en önemli sebep olmuşlardır. Gerçekten küfür âleminin ve Hıristiyan dünyasının sinsî siyâsetleri ile İslâmiyet’in güneşini söndürmek için vâki olan müthiş hücumlarını, üç mühim ve sarsılmaz kale olan medrese, cami ve tekke üçlüsü koruyabilmiştir.
Bu sebepledir ki, Osmanlı ulu çınarı kendi zamanında Osman Bey’in koskoca Bizans İmparatorluğu karşısındaki fetih ve zaferlerinin arkasında, Alp Gündüz, Gazi Rahman, Akça Koca ve Köse Mihal gibi büyük gaziler kadar, İslâm âleminin değişik bölgelerinden ve özellikle Horasan’dan gelen erenlerin yani Sadreddin Konevî’ler, Mevlânâ Celâleddin Rûmîler, Dursun Fakih’ler, Şeyh Edebali’ler, Ahi Evran’lar ve Şeyh Baba İlyas’ların bulunduğunu başta Osman Bey olmak üzere bütün Osmanlı Padişahları görmüş ve hissetmiştir. Sultân Orhan Gâzî’nin Bursa’yı fethedip Rumeli’ye yönelişinde, elbette ki Lala Şahin ve Hayreddin Paşa’lar kadar Molla Davud-ı Kayserî’lerin, Çandarlı Kara Halil’lerin, Karaca Ahmed’lerin ve Geyikli Baba’ların da payları vardır. Sultân Murâd Hüdâvendigâr Kosova’da şehâmet destanları yazarken, yanında cihâd eden Gâzî Evrenos’lara, Kutlu Beğlere, Kara Timurtaş ve Hacı İl Begi’ne dayandığı kadar, Molla Muhammed Cemâlüddin Aksarayî’lere, Molla Fenarî’lere, Koca Efendi’lere ve Şeyh Hacı Bektaş Velilere de dayanmış ve onlardan manevî imdâd taleb eylemiştir. Ve nihayet Hıristiyan âleminin korkulu rüyası Sultân Yıldırım Bâyezid Niğbolu Zaferini kazanırken, Ali Paşalar ve Timurtaş Paşalar kadar, Şeyh Hâmid bin Musa Kayserî’ler, Emir Sultân denen Şeyh Şemseddin Muhammed Buhârî’ler, Şeyh Abdurrahman-ı Erzincânî’ler, Tapduk Emre’ler, Yunus Emre’ler, Şeyh Kutbuddin İznikî’ler, Hacı Bayram Veli’ler ve Molla Şemseddin Fenarî’lerden manevi yardımlar almıştır.
İşte Âşıkpaşa-zâde, bu maneviyât erenlerinden Anadolu’da bulunan büyük ve müstakil teşkilâtlar tarzında bahsetmektedir ki, bunlar sırasıyla şunlardır:
A) Gâziyân-ı Rum = Gâzîler ve Alpler: Daha evvel Türk toplumlarında Alpler diye bilinen bu mana ve madde kahramanları, Türkler Müslüman oldukdan sonra Gazi unvanıyla anılır olmuşlardır. Anadolu Selçuklularının yer yer Alp unvanını kullanmaya devam ettikleri anlaşılmaktadır. Bunlarla kastedilen, vatan, millet ve din uğruna canlarını ve mallarını feda eden erler, ordu ve şehirlerdeki belli sınıf kahramanlardır. Bunlara re’îs’ül-fityân, ayyârların başı veya sipâhsâlâr-ı gâziyân da denmektedir.
B) Âhiyân-ı Rum: Anadolu Ahileri: Ahî teşkilâtı, fütüvvet teşkilâtının Türkler tarafından geliştirilen ve özellikle Anadolu’da yayılmış bulunan bir şeklidir. Moğol istilası ve bazı iç isyanlar sebebiyle Müslüman Türklerin birliği bozulmuş ve halk önemli ölçüde tedirgin olmuştu. İşte böyle bir buhran döneminde halkı birbirine sevdiren ve yeniden birliği kuran manevî liderler ortaya çıkmıştır. Mevlâna, Yunus Emre ve Ahî Evran da bunların ileri gelenleridir. Ahi Evran esnafın birlik ve beraberliğini, zaviye ve tekkeleri birer meslek kuruluşları haline getirerek bu görevi ifa etmiştir. Müslüman Türkler, genellikle bekâr gençlerden san’at ve meslek sahibi olanların bir araya gelerek kendilerine reis tayin ettikleri şahsa ahi adını vermişler ve bu cemiyete de eskiden olduğu gibi fütüvvet demişlerdir. Şu anda Kırşehir’de medfûn olan Ahi Evran (1306 yılına kadar hayatta olduğu sanılmaktadır), ahlakla san’atın ahenkli bir birleşimi olan ahi teşkilâtını kurmuş ve o denli itibarlı bir hale getirmiştir ki, bu durum yüz yıllar süresince bütün esnaf ve san’atkârlara yön vermiştir. Osman Gâzî, kılıcını ahi usulüne göre kuşanmış ve Orhan Gâzî ise ahiliğin önemli bir savunucusu olmuştur. Kısaca "ahilik millî bir birlik olup, gayretleri neticesinde Osmanlı Devleti gibi büyük bir devlet ortaya çıkmıştır".
Fütüvetnâmelerden öğrendiğimize göre, bunların da toplantı yerleri tekke ve zaviyelerdir. 740 maddeyi bulan fütüvvet nizâmnâmeleri vardır. Zaviyeler bir merkezde toplanmıştır. Her meslek erbabının bir ahi baba denen reisi mevcuttur. Bu reisin başkanlığında bütün üyeler, çalışma esaslarını, giyimlerini ve hareket tarzlarını teşkilâtın nizâmlarına uydurmak mecburiyetindedirler. Reislerine şeyh veya ihtiyar da derler. Kısaca Asya’dan gelen san’atkâr ve tüccar Türkler’in, Ön Asya’daki yerliler karşısında tutunabilmeleri ve beraber yaşayabilmeleri, ancak aralarında bir teşkilât kurarak dayanışma sağlamalarıyla mümkündü. İşte bu zaruret, dinî ahlâkî kaideleri Fütüvvetnâmelerde zaten mevcut olan bir esnaf ve san’atkârlar kaynaşma ve kontrol teşkilâtının yani ahiliğin kurulması sonucunu doğurdu.
C) Bâcıyân-ı Rum: Bu tabir ile uc beyliklerindeki Türkmen kabilelerinin cengâver hanımları kasdedilebileceği gibi, hanımlara ait tekke mensupları da kasdedilmiş olabilir.
D) Abdalân-ı Rum: Bunlara biz Horasan Erenleri de diyoruz. Osmanlı kaynaklarında zikredilen abdal ve baba lakabını taşıyan ve ilk Osmanlı sultanlarıyla beraber harblere katılan tahta kılıçlı ve cezbeli dervişler bu gruba girdiği gibi, cevabın başında zikredilen maneviyât erenleri de bu gruba girmektedir. Bu tabiri, Bektaşi Babaları veya Alevî Dedeleri diye açıklamak, Osmanlı tarihini bilmemek olur. Zira, mesela Şakâık’da, Osmanlı Devleti’nin kuruluş safhasında, kimlerin etkili oldukları, bunların İslâmi eserleri ve şahsiyetleri hakkında ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır.
Kısaca bu dört teşkilât Osmanlı Devleti’nin kısa zamanda kurulmasında ve maddi-manevî açılardan fethedilen toprakların ihya olunmasında çok etkili rol oynamışlardır6.
 
Üst