köylü...

uruzbasat

New member
Katılım
30 Eki 2008
Mesajlar
50
Tepkime puanı
0
Puanları
0
eskiden köyden bize tenekede kavurma,deride çökelik gelirdi.çuvalda bulgur, bidonda pancar basması,ağaç külekte tereyağı,bez torbada kurut ve birazda erzincan şeker fabrikasının o sert ve büyük kıtlama şekerlerinden gelirdi. biz burada yaşarken hep oralı kalmıştık. o dönemde bu yaşadığımız şehir gurbet; yüz üstü bırakıp geldiğimiz topraklarımız ise sılamız oluyordu demek... toprakla haşır neşir olan insanların olduğu,ahırında inek saklayıp, her sabah altını süpürüp sütünü sağan eli nasırlı köy kadınları, tarlada çalışmaktan yüzü gön yanığı anadolu karası köy insanları; nenem,dedem... bizim sahpsiz olmadığımızı bize hisettirir gibi;yaz boyu emek sarf edip,toparladığı mahsülden gönderirlerdi. biz istanbul dan köye, çarpma kapı otobüslerle; onsekiz, bilemedin yirmi saat süren; yıpratıcı bir yolculuktan sonra ,otobüs tutmuş bir şekilde varırdık. mertek tavan, toprak tabanlı büyük hayad da, ocağın ve yüklüğün olduğu odada otururduk .halam, bakır ibrikle şekil çizerek suladığı toprak tabanı süpürür ,sonrada bulunduğu yere isten kara bir leke bırakan gazlambasını yakardı; önce odayı kesif bir gazkokusu sarardı; o zifiri karanlıkta belli belirsiz sarı ve fersiz bir ışık, titreye titreye, odada bulunanların yüzünü, bir gösterip bir kaybederdi. köyde dedem tarlayı tırpanla biçerdi. iyi hatırlıyorum tırpanı körelince ,takım çantasından çatal örsünü çıkarıp müsait bir yere çakar; dirseğinin altına fesini koyar ve tırpanının ağzını yavaş yavaş dövüp masat taşı ile bilevlerdi. bu yaptığını her seferinde aynı edayla ,bir ritüel gibi yapardı. dedeme içmesi için gözeden sitil ve tasla su taşırdım; azık olarak getirdiği süzme yoğurdu ağacın dalına asar, sonra benim gözeden getirdiğim o buz gibi suyla ayran yapıp ,köy ekmeğini içine doğrardı... afiyetle yerdik. dedem tarla sıvarırdı. beni suyun gelip gelmediğini söylemem için bekletir, suyun indiğini söyleyince; içine ot ve çamur doldurulmuş çuvalı ki, biz ona ' ölü derdik' ölüyü çektirir diğer hevleğin sulamasına geçerdik. öküz arabalarının son dönemleriydi, köyde çocukluğumuzun geçtiği yıllar. o koca koca hayvanların yavaş yavaş; toynaklarını yere saplaya saplaya, kafaları boyundurukta yanyana çektikleri gacır gucur öküz arabaları...köyden aklımda kalan birde kocaman siyah kulplu hedik kazanları vardı.buğdayın; köyde akan çayın önüne yapılmış kurunlarda yıkanmasından sonra hedik kazanlarında kaynatılması ve bizim gibi çocukların o kaynayan hedikten yememiz; sanki hedik bayramı var ve o yediğimiz hedikler o bayramın tatlısıymış gibi gelirdi.hediklerin bacalara serilip kurutulması ve bulgur yapılması için değirmene ,dibeğe gönderilmesi süreci var ki, hiç görmeyenler için su değirmeni ayrı bir aygıt; farklı bir dünyaya adım atmışsın gibi gelirdi herhalde.dedemi köyde,nenemi istanbul da bir mezarlığa defnettik bunca yılın birlikteliğini ayrılıkla sonlandırmış ikisinide birbirinden ayırmış olduk. şimdilerde ,ihtiyaçlarımızı hipermarketlerin şarküteri reyonlarından alır olduk. bu benim yaşayıpta anlattıklarımı ,benim çocuğumun yaşıyamaması çok garip geliyor bana. ona köyden erzak gönderecek ve sahipsiz olmadığını hissettirecek bir dedesi ve nenesi olmayacak. köy olgusu olsada yazları tatile gidilip gezilecek beldeler olarak kalacak. aslında sütün, market rafında kutunun içinde değilde; bir ineğin memesinden çıktığını göremeyecek. insanoğlu şehirli oldukça ,ayağı yerden kesiliyor ama farketmediğimiz bir gerçekte şu ki yüksekten düşenin canı; alçaktan düşene göre daha fazla yanar. köy olgusu ,bizim ayağımızın toprağa sağlam basması manasına geliyordu. köyü şehire kurban veren zihniyetin farketmediği ise düşmek için çok yüksekte olduğumuz...