Borç para ile sömürge yaratma

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
IMF ve Dünya Bankası Aracılığıyla
Sömürge Yaratma Stratejisi

Dünya’da her millet icraatına tahammül ettiği “Hükümetin mesuliyetine ortak” sayılır.
M. Kemal Atatürk



SÖMÜRGE YARATMANIN DERİN OLMAYAN STRATEJİSİ
(Emperyal) devlet yurtdışı piyasaların ele geçirilmesinde ve (kendi) yerel pazarların korunmasında derin ve nüfuz edici bir rol oynar. ABD’de tarım ürünleri ihracatı, su ve elektrik enerjisi indirimlerinin yanı sıra vergi muafiyetleri biçiminde sübvansiyonlarla da desteklenir. İkinci olarak emperyal devlet, üçüncü dünyada kredi alan devletlere, ticaretin önündeki engellerin azaltılması yada kaldırılması, işletmelerin özelleştirilmesi ve ulusal denetimden çıkarılması yolundaki koşullu anlaşmalarla uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası) kanalıyla baskı yapar. Bu durum ABD’li Avrupalı ve Japon çokuluslu şirketlerin (ulusal) piyasalara nüfuz etmesine ve (ulusal) yerel işletmeleri satın almasına olanak sağlar. İhracat kalemlerinin büyük kısmı devlet kurumları tarafından finanse edilir. Devlet müdahalesi olmasaydı ne dedikleri gibi bir küreselleşme olurdu ne de emperyal devletin askeri ve seçimlerle ilgili müdahalesi (1)…
ULUSLARARASI İSTİKRAR İÇİN ULUS DEVLET TEHDİT MİŞ !
Önce Francis Fukuyama’ya söyletmişlerdi, ulus-devletin döneminin ve tarihinin bittiğini, sonra bir kabile şefinin çocuğu Nelson Mandela’ya 1994 yılında NPQ’da yazdırdılar. Şöyle diyordu Mandela;
«On altıncı yüzyıldan bu yana, ulus devletler bize uluslararası politikada hazır bir rehber sunmuştur. Ama bu son beş yıl devletlerin küresel geçişte gerekli olan uyum konusunda ne kadar başarısız olduklarını göstermiştir. Olayların büyüklüğü karşısında devletler çok çaresiz, çok sarsak gözükmektedirler, ticaret savaşlarından kamu sağlığına kadar türlü konularda başarısızdırlar ve bu durum bugün sıradan insanların hayatlarını etkilemektedir. Bir zamanlar dünyamızın başta gelen düzenleme ilkelerinden olan egemenlik de derinden derine sarsılmaktadır… Artık refah içinde yaşamak tek tek ülkelerin yurtiçi performansına bağlı bir şey değildir; ulusal ekonomilerin kaderi çoğu zaman daha başka yerlerde tayin edilmektedir. Karşılıklı bağımlılığa yönelik bu gidiş iletişimin artan etkisiyle hızlanmıştır… Sınai üretim, rekabetçi işçilik ücretlerinden yararlanarak gezegenin her yanına yayılmıştır. Çok tanınmış markalar küreselleşmiş daha az milli olmuş; hizmetler ekonomilerin niteliğini yeni rotalara sokmuş onları da “ulusal”dan küresel alana doğru çekmiştir. Finans piyasaları ulus-devletin ötesinde yepyeni bir canlılık bulurken, günde 24 saat çalışan uluslararası sermaye piyasaları, İngiltere efsanesinin yerine geçmiştir. Sınırlarını giderek kaybeden bu dünyada Doğu-Batı çatışması önemini kaybetmiştir. Her iki tarafta ulusal kontrolün kaybedilmesi, bu nedenle 1989 olaylarının doğması (Tiananmen), Berlin Duvarının yıkılması birbirini izlemiştir. O an küresel durumda bir dönüm noktasını işaretlemiştir.» (2)
Fukuyama; ulus-devletin döneminin ve tarihinin bittiği düşüncesinden
«11 Eylül sonrası dönem için, küresel politikadaki temel mesele, devletin nasıl küçüleceği değil nasıl yapılanacağıdır. Tek tek toplumlar ve küresel topluluk için, devletin güçten düşmesi bir ütopyanın değil bir felaketin başlangıcıdır.»
diyerek çark ediyor ve ekliyordu. «Ulus devletler dünyanın sonuna kadar varlığını sürdürecektir» Fukuyama’nın çarkıyla ideologsuz kalan neoliberal emperyalizm bu sefer Wall Street Journal’de Henry Kissinger‘i sahneye sürüyordu. Kissinger; jeopolitik atmosferin değişmekte olduğunu ve ulus devletlerin 300 yıllık sürecinin sonuna gelindiğini, ABD ile Avrupa arasında felsefi farklılıklar oluşmaya başladığına dikkat çekerek; Ortadoğu ve Asya’da Batı karşıtlığının daha geniş bir ortak payda olduğunu söylüyordu. ABD’nin yeni başkanı kim olursa olsun, yeni yönetim, ilişkilerin düzeleceğine inanırsa büyük hayal kırıklığına uğrayacaktı. Kissinger’e göre; Avrupa’da ulus devlet zayıflıyor buna karşın Rusya, ABD ve Asya’da klasik formunu koruyordu. Bu da uluslararası istikrar için Hitler ve Sovyetler Birliği’nden daha büyük tehditti.(3)
SİNSİ BİR MİT: ULUS DEVLETLER ARTIK YOK !
Günümüzün en yaygın ve sinsi mitlerinden biri de, ulus-devletlerin artık var olmadığı bir dünyada yaşadığımız fikridir. Gerçeklerden bu kadar kopuk başka bir iddia olamaz. Dünyanın bütün bölgelerinde (emperyal, kapitalist ya da yeni sömürge hangisi olursa olsun) devlet güçlendi, faaliyet alanını genişletti, ekonomi ve sivil topluma müdahalesini yaygınlaştırdı. Bizim emperyal devlet dediğimiz, emperyalist ülkelerdeki devlet özellikle ülke içinde iktidarın yoğunlaştırılmasında ve (bu iktidarın) deniz aşırı bir dizi kurum ve ekonomik ve politik durumda izdüşümünün yaratılması ve geniş nüfuz ve hakimiyet alanlarının kurulmasında hala faaldir. ABD emperyal devleti yolu açar, Almanya ve Fransa önderliğinde Avrupa Birliği ve Japonya onu izler. Emperyal devletin iktidarı; Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB), Asya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası finans kuruluşlarına dek uzanır. Emperyal devletler, bu uluslararası finans kuruluşlarının fonlarının çoğunu sağlar, başkanlarını atar ve onları kendi ülkelerinin çok uluslu şirketlerinin lehine politikalar uygulamakla yükümlü tutar. Ulus-Devletlerin artık var olmadığı bir dünya fikrinin savunucuları ya da küreselleşme teorisyenleri uluslararası finans kuruluşlarının, ulus-devletin ötesinde daha gelişkin yada yeni bir hükümet biçimi olmayıp, güçlerini emperyal devletlerden alan kuruluşlar olduklarını bir türlü kavrayamıyorlar.(4) Kavrayamadıkları gibi birde büyük bir arsızlıkla Ulus-devleti, ulusal çıkarları savunanları gericilik, dinozorluk, geri zekalılık ve statükoculukla suçluyorlar. Oysa tarihsel gerçeklik Kissinger’in istemeden de olsa itiraf ettiği gibi; Ulus-Devletin Avrupa dışında Rusya, ABD ve Asya’da klasik formunu koruduğu ve ötesinde Ulus-Devlet olgusunun daha da güçlendiği yönünde. Yine bir başka tarihsel gerçeklik; küresel sistemin beynini oluşturan emperyalist devletler, devletlerinin ulusal niteliklerinin ortadan kalkmasını ve kendileri dışında var olan ulus-devletleri, ulusal bağımsızlık savaşlarını güvenliklerine, istikrarlarına, geleceklerine tehdit olarak görmeleridir. Çünkü emperyalist genişlemeye hizmet eden neoliberal politika ve uygulamalara, emperyalist devlete ancak ulus devlet karşı koyabilir. Bu durumu Reagan’ın Dışişleri Bakanı Alexander Haig’in;
«Millî kurtuluş savaşları diye adlandırılan saldırılarla, ülke dışındaki çıkarlarımızı korumada uğradığımız geçici yenilgiler, dünyadaki gelişmeleri etkileme gücümüzü tehlikeye sokuyor.»(5)
sözleri en yalın biçimiyle doğrulamaktadır.


IMF, DÜNYA BANKASI GÜÇLERİNİ EMPERYAL DEVLETLERDEN ALIR
On dokuzuncu yüzyılda Britanya, yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra da Amerika, Biritanya ve ABD kapitalizminin liberal ve demokratik yapılarına uygun uluslararası liberal ekonomi kuralları ve kurumları (Britanya ölçeğinde, serbest ticaret ve altın standardını, ABD ölçeğinde ise Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü ve diğer kurumlar) geliştirerek güçlerini arttırdılar. Eğer bir ülke gücünü başka ülkelerin gözünde meşrulaştırabilirse, arzularına ulaşma konusunda daha az dirençle karşılaşır. Eğer kültürüyle ideolojisi çekiciyse, diğer ülkeler onun peşinden seve seve giderler. Eğer kendi toplumuyla uyumlu uluslararası kurallar geliştirebilirse, değişmek zorunda kalma ihtimali azalır. Diğer ülkelerin faaliyetlerinin kendi arzusu doğrultusunda yönlendirilmesini veya sınırlandırılmasını sağlayacak kurumların desteklenmesine yardımcı olabilirse masraflı havuç ve sopalara ihtiyaç duymaz. (6)
IMF 1929 yılında başlayan ve 1930′lu yıllar boyunca Batı emperyalizmin yaşadığı ekonomik bunalımdan ve ikinci dünya savaşının ortaya çıkardığı yıkımın ardından 1944 yılında Bretton Woods Konferansında kabul edilen White Planı çerçevesinde 1946 yılında bir dizi görevle kuruldu. IMF uluslararası ticaretin yayılmasına ve dengeli büyümesine yardımcı olacak, yüksek düzeyde istihdam ile reel gelirin desteklenmesine ve sürdürülmesine katkıda bulunacak, sabit kur sistemini denetleyerek ülkelerin devalüasyon yoluyla rekabet üstünlüğü elde etmelerini engelleyecek, konvertibiliteyi geliştirerek uluslararası ticareti teşvik edecek ve son olarak bir kredi kuruluşu gibi davranarak nakit sıkıntısına düşen ülkelere kredi sağlayacaktı. Bretton Woods Konferansıyla İkinci Dünya Savaşının yıkımına uğrayan ekonomileri yeniden inşa etmek üzere kurulan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankasına (Dünya Bankası) kuruluşunda verilen görev alt yapı yatırımlarına kredi sağlamaktı. Başlangıçta bu kurumun yeteri kadar hızlı davranamadığını gören ABD, Marshall yardımını devreye sokmuştu.
Amerikan politikası GATT (daha sonra Dünya Ticaret Örgütü), Dünya Bankası ve IMF gibi 1945′ten sonra açık bir uluslararası ekonomik sistem yaratmış olan normlara ve kurumlara bilinçli bir biçimde destek olmuştur. Kırk beş yıl boyunca ekonomik küreselleşmenin sahası komünist hükümetlerin otarşik politikaları nedeniyle sınırlı kalmıştı. Soğuk Savaşın sona ermesi bu engelleri azaltmış, Amerikanın ekonomik ve yumuşak gücü hem bu gelişmeye bağlı olarak piyasa ideolojisinin yükselişinden, hem de korumacılığın azalmasından yararlanmıştı. (Bugün) ABD dört küreselleşme biçiminin dördünde de merkezi bir konuma sahiptir. Ekonomik (dünyanın en büyük sermaye piyasası ABD’dedir), askeri ( ABD askeri anlamda dünyanın her tarafına uzanabilen tek ülkedir), toplumsal ( ABD popüler kültürün kalbidir) ve çevresel (ABD dünyanın çevresel kirlenmesine en çok katkıda bulunan ülkesidir… Bu açıdan bakıldığında, merkezde yer almak beraberinde hegemonyayı getirir.(7)
IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü dışında kalan “küresel kurumların” (8) da merkezinde ABD ve ABD politikalarına uyumlu yada yönlendiren şirketler yer almaktadır. Örneğin; Merkezi Paris’te bulunan 1919 yılında dünyanın en büyük şirketlerinin yöneticileri tarafından kurulan, Birleşmiş Milletlerde üst düzeyde danışmanlık statüsü olan Uluslararası Ticaret Odası (ICC), yine Birleşmiş Milletlerde danışmanlık statüsü olan 1972 yılında dünyanın en büyük 1000 şirketin kurduğu Dünya Ekonomik Forumu.
ULUSLARARASI FİNANS KURULUŞLARININ ÜSTLENDİĞİ YENİ ROL
Cecil Rhodes 1890′larda sömürgeciliğin savunmasını kısa ve özlü olarak şöyle yapıyordu:
«Kolayca hammadde elde edebileceğimiz, aynı zamanda sömürgelerin yerli halkının sağladığı ucuz köle emeğini sömürebileceğimiz yeni topraklar bulmaya mecburuz… Ayrıca, sömürgeler kendi fabrikalarımızda üretilen fazla mallardan kurtulmak içinde bir kanal oluşturacaktır.» (9)
Dün Cecil Rhodes gibi maceracı ve sömürgecilerin, imtiyazlı şirketlerin üstlendiği fonksiyonu bugün; IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finas kuruluşları daha etkin bir şekilde yerine getirir hale gelmişlerdir.
Bretton Woods konferansı sonucunda yaratılan bu iki uluslararası resmi kredi kurumundan ilki olan IMF; Bretton Woods Sisteminin çökmesi ve altının dolara konvertibilitesinin kaldırılmasından sonra (1971) Dünya Bankası ise; Avrupa’nın savaş sonrası yeniden imarının tamamlanmasının ardından işlev değiştirmiştir. Gelişmekte olan ülkeler 1970′lerin sonunda borçlarını ödeyemez duruma girince, iki uluslararası kurum dikkatlerini bu ülkelere yoğunlaştırmış ve merkez ülkeler bu kurumların verdikleri krediler aracılığıyla kendi politikalarını çevre ülkelere dayatma olanağı bulmuşlardır. Giderek artan dış borçların ödenmesini garantilemek için bu kurumlar aracılığıyla getirilen düzenlemeler öyle bir hal almaktadır ki hükümetlerin iktisat politikası uygulama iradesini neredeyse ortadan kaldırmaktadır. Küreselleşmeyi liberalleşmeyle birlikte ele alan IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları gelişmekte olan ülkelere sağladıkları mali imkanları sürece uyum şartına bağlamakta, bu yönde telkin ve tavsiyelerde bulunmaktadırlar. Küreselleşme süreci bu tür uluslararası kuruluşların, özelikle 1980-1990 döneminde çok borçlu ülkelerin borçlarını indirmeleri yada ertelemeleri konusunda dışa açılma ve ticari-mali serbestleşme şartına bağlamalarıyla hızla yayılmıştır. Dolayısıyla dünya finans sistemini kurmak, üçüncü dünya ülkelerinden kaynak transferini derinleştirmek ve bu ülkelerdeki kalkınmacı devleti tasfiye etmek bu tür uluslararası kuruluşların üstlendiği yeni roldür.(10)
Joseph E. Stiglitz;
«Dünya Bankasının gerçek adı “uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası” asıl misyonunu yansıtıyor; kalkınma bölümü sonradan düşünülüp eklenmiş sayılır. Gelişmekte olan ülkelerin çoğu o zamanlar hala sömürgeydi ve ekonomik kalkınma için hangi yetersiz çabaların harcanabileceği yada harcanacağı kararı Avrupalı efendilerin sorumluluğu olarak görülüyordu.»(11)
demektedir. Oysa tarihsel süreç içerisinde Dünya Bankasının uygulamalarına bakıldığında, imar ve kalkınma görevinin yetersiz bir biçimde sadece savaş sonrası Avrupa için geçerli olduğunda kuşku yok. Nitekim; Dünya Bankasının bu yetersizliği karşısında ABD, Avrupa’nın yeniden imar ve kalkınmasını sağlamak üzere Avrupa ülkelerine Marshall yardımı adı altında hibe olarak doğrudan para sağlamıştı. Dünya Bankası Avrupa’nın Marshal yardımı sonrası toparlanmasının ardından, yeniden yapılanarak henüz bağımsızlığını yeni elde etmiş ülkelere yönelerek üye ülkelere özel sektör girişimlerini teşvik , kamusal hizmet sektörlerinde piyasalaşmayı hızlandırma amacıyla kredi tahsis etmeye başlayarak adındaki imar ve kalkınma sözcüklerinin perdelemesi altında emperyal merkezlere yeni ve eskisinden daha sağlam iş ve sömürü alanları yaratmaya başlamıştır.
Dünya Bankası Grubu, faaliyetlerini kendisine bağlı çeşitli alt kuruluşları (IBRD, IDA, IFC, MIGA, ICSID) aracılığıyla sürdürüyor: Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD) ve Uluslararası Kalkınma Birliği (IDA) aracılığıyla gelişmekte olan ülkelere sağladığı düşük faizli, faizsiz ve hibeler şeklindeki kredileri yine Dünya Bankasının diğer kuruluşları olan; Uluslararası Finans Kurumu (IFC), Çok Taraflı Yatırım Garanti Ajansı (MIGA), Uluslararası Yatırım Anlaşmazlıkları Çözüm Merkezi (ICSID) ile geri aldığı gibi, bu kuruluşlar sayesinde gelişmekte olan ülkenin kaynaklarına çokuluslu şirketlerin ve dolayısıyla emperyal devletlerin el koymasını sağlar. Nitekim IFC’nin tanımlanan görevi; yüksek riskli sektörlerin ve ülkelerin yaptıkları özel sektör yatırımlarını desteklemek ve geliştirmek, MİGA’nın görevi; gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımcılara ve kredi verenlere politik risk sigortası (garantisi) sağlamak, ICSID’ın görevi; çokuluslu şirketler ve geri kalmış ülkeler arasındaki yatırım (sömürü) uyuşmazlıklarında uzlaşma sağlamaktır.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
IMF ve Dünya Bankası Aracılığıyla
Sömürge Yaratma Stratejisi (2)

KÜRESELLEŞME


IMF’ye göre Küreselleşme; ülkeler arasında mal, hizmet, uluslararası sermaye akımları ve teknolojik gelişimin hızlı bir şekilde artmasını ve serbestleşmesini ve bunlar sonucu ortaya çıkan ekonomik gelişmeyi ifade eder.(2) Friedman ise küreselleşmeyi; dünyada birçok ekonomik, finansal, politik, ulusal güvenlik, çevresel, sosyal, kültürel ve ulusal eyaletler arası teknolojik bağlantılar, piyasalar ve bireyler yoluyla kıtalararası mesafeleri birbirine bağlayan bir ağ olarak tanımlanmaktadır.(3)
Gerçekte küreselleşme; tüm dünyada kapitalizmin-piyasa ekonomisinin egemen kılındığı bir dünya düzeni tanımlamakta ve piyasa ekonomisi uygulamayan tüm rejimlerin değiştirilmesi, buna izin vermeyen ülke liderlerin, aksi düşüncelere sahip siyasal, toplumsal oluşumların yok edilmesini hedeflemektedir. Uygulamada küreselleşme; bir taraftan Irak ve Afganistan’da olduğu gibi hak ve özgürlük dağıtma maskesi altında askeri işgal zoruyla piyasa ekonomisini dayatma, işgal edilen ülke ve ulusunca yaratılan ekonomik güce, doğal kaynaklara toprağa el koyma, diğer taraftan; daha çok demokrasi, daha çok özgürlük masalıyla devşirerek sınırsız destekle devlet yönetimine getirdikleri liderler ve onların siyasi partileri vasıtasıyla ekonomik, mali, askeri kültürel olarak kendilerine bağımlı devletler yaratma sürecidir.
Küreselleşme; dün medeniyet götürdüğü iddiasında olan klasik emperyalizmin özgürlük, demokrasi gibi umut vaad eden kavramlarla makyajlanmış IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlarla ayakta tutmaya çalıştığı yeni halidir. Ancak; silah teknolojilerindeki gelişmeler, sömürgeci sermayedeki büyümeler doğrultusunda vahşiliği ve yok etme yeteneği sınırsız hale gelmiş, kara hava ve deniz taşımacılığında gelişen teknolojiler aracılığıyla maddi sömürü kapasitesi de olabileceği üst seviyeye ulaşmıştır.
Küreselleşme, hedefleri açısından klasik emperyalizmden farklılık göstermez. Sınırların kalktığı, sermaye, mal, hizmet ve işgücünün uluslararası sistemde serbestçe dolaştığı kaynakların üretiminin, dağıtımının, tüketiminin, pazarlamasının ülke ölçeğinden çıkarak uluslararası ölçeğe dönüştüğü, tüketim alışkanlıklarının değiştiği tüketim hızının arttığı, gibi hayal ürünü bir gerçek dışılıkla kendisini dayatır. Oysa gerçek; emperyal merkezlerdeki üretim fazlalarının az yada hiç gelişmemiş ülkelerin borçlandırılmak yoluyla eritilmesi ancak bunun karşılığında bu ülkelerin kaynakların üretiminin, dağıtımının, tüketiminin, pazarlaması ve insanın gücünün ucuz işgücü olarak ele geçirilmesidir. Serbestçe sınırları aşarak dolaşan ise sömürgeci küresel sermaye ve o sermayenin üretimde kullandığı hammadde, ürettiği mal ve hizmettir.
Küreselleşme daha çok özgürlük ve demokrasi vaadiyle ulusları etnik kökenlerine; etnik kökenleri dinine, mezhebine diline, rengine; bireyi cinsiyeti siyasi düşünce ve felsefi inancına göre ayrıma tabi tutarak, yerelleştirerek yok eder. Coğrafyalarda yeni sınırlar yaratarak yeni sömürge vahaları oluşturur. Sınırların kalktığı, sermaye, mal, hizmet ve işgücünün uluslararası sistemde serbestçe dolaştığı, Refahın ve gelirin arttığı daha çok özgürlük ve demokrasiye ulaşıldığı sahte cennet rüyası gördürülen toplumlar, uyandıklarında; sahip oldukları toprakların, doğal kaynakların ve ekonomik gücün ellerinden alınarak sömürgeci sermayenin eline geçtiği ve ülkelerinin bir sömürgeye kendilerinin de bir köleye dönüştüğü, gerçek bir cehennemle karşı karşıya kalmaktadır.
Küreselleşmenin hayasızlığı William Greiderin yaptığı lirik tanımla daha da bir anlam kazanır. küreselleşme, olağanüstü bir makineye benzer. yok ettiklerinin karşılığını alır. Modern tarım makineleri gibi büyük, hareketli, karmaşık ve güçlüdür. Koşarcasına sahalar açar ve sınırları önemsemez. Arkasında geniş tahribat izleri bırakırken, büyük miktardaki refah ve zenginliği beraberinde götürmekte, Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapmaktadır. Fakat makinanın direksiyonunda hızını ve yönünü kontrol eden kimse yoktur. Olabildiğince özgür ve de sınırsız makine, dünyayı yeniden yapılandıran, kendi kendine işleyen, bir ekonomik sistem draması oluşturan, küresel endüstriyel devrimin zorunlulukları tarafından yönetilen modern kapitalizmdir.(4)
O halde küreselleşme, kapitalizm, piyasa ekonomisi; ulusun ve ulus-devletin ve bu devletin temel amaç ve görevlerinin karşısındadır. Çünkü Ulus devlet kendisini kuran halkın egemenliğine dayanır. Bu egemenlik hakkına dayanarak ulusal menfaatler doğrultusunda kurallar koyar. Ulusu oluşturan bireylerin sahip olduğu , temel hak ve özgürlükleri, toplumun sağlığını, toplumun temeli olan aileyi korur. Toplumun sağlıklı bir çevrede yaşamasını sağlar Milli ekonominin yararlarını dikkate alır. ulusal mülkiyet altında bulunan ve devletin hüküm ve tasarrufuna bırakılan kıyıları, madenleri ormanları milli menfaatler gözetilerek korur geliştirir işletir. Ulusun ve devletin ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmasını planlar, sosyal güvenliği sağlar, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; tekelleşme ve kartelleşmeyi Piyasaların yabancı hakimiyetine girmesini önler…


DEĞİŞİM ARDINDAN BORÇ VE YAPISAL UYUM (KOLONİZASYON)
IMF ve Dünya Bankasında küreselleşmeyi liberalleşme birlikte ele alma yönündeki çarpıcı değişim,1980‘lerde Ronalt Reagan ve Margaret Thatcher, ABD ve İngiltere‘de serbest piyasa ideolojisi vaazları verirken gerçekleşti. IMF ve Dünya Bankası verecekleri borç ve bağışlara fena halde ihtiyacı olan, serbest piyasa ekonomisine geçmeye gönülsüz fakir ülkelere bu fikirleri dayatmak için yeni misyoner kuruluşlar haline geldi. Fakir ülkelerde hükümet yetkililerinin çoğunluğu ve daha önemlisi bu ülkelerdeki halk kuşkulu baksa da maliye bakanlıkları fonları alabilmek için gerekiyorsa gönüllü olarak siyasal görüş değiştiriyorlardı. 1980′lerin başında Dünya Bankası’nda banka’nın düşünüşünü ve doğrultusunu yönlendiren araştırma departmanında bir temizlik yapıldı… Eski başkan Chenery ve ekibi gelişmekte olan ülkelerde piyasaların nasıl başarısızlığa uğradığı ve devletlerin piyasaları iyileştirmek ve yoksulluğu azaltmak için ne yapabileceği üzerine yoğunlaşırken, yeni başkan sorunun devletler olduğunu düşünüyordu. Bu döneme kadar IMF ve Dünya Bankasının görevleri ayrıyken bu dönemde faaliyetleri gittikçe birbiri içine girmeye başladı. 1980′lerde Dünya Bankası sadece projelere (yol, baraj projeleri gibi) kredi vermekten öteye geçti ve yapısal uyum kredileri adı altında daha geniş kapsamlı destek sağlamaya başladı. Ama bunu yalnızca IMF onay verince yapıyordu; tabi bu onayla birlikte IMF’nin ülkeye dayattığı şartlar geliyordu. IMF’nin krizler üzerine yoğunlaşması gerekiyordu ama gelişmekte olan ülkelerin her zaman yardıma ihtiyacı oluyordu; dolayısıyla IMF gelişmekte olan ülkelerin yaşamlarının kalıcı bir parçası haline gelmişti.” (5)
ABD Maliye Bakanı James Baker, Üçüncü Dünya Ülkelerini borç yükümlülüklerini yerine getirmek üzere ekonomilerini radikal bir biçimde “yeniden yapılandırma”ya zorlayan bu yeni stratejiyi resmileştirdi. “Baker Planı” IMF ve Dünya Bankasının 1985 toplantısında açıklandığında, her iki kurumun da borçlu ülkelerin ekonomik politikalarına daha köklü “düzenlemeler” dayatması istendi. IMF ve Dünya Bankası bu yeni manivelayı sonuna kadar kullandılar. Beraberce ekonomideki para arzını azaltarak ve hükümetin sadece kamu işletmeciliğinden değil, en savunmasız durumda olanlara ulaştırılan temel sağlık ve refah hizmetlerinden de geri çekilmesini talep ederek, Üçüncü Dünyayı “yapısal olarak uyumlulaştırma” politikasını uygulamaya koydular. IMF ilk “resmi” Yapısal Uyum Hizmetini 1986′da başlattı Dünya Bankası onu izledi.1989′a gelindiğinde banka, bu süre içinde IMF’den benzer krediler almış ülkelerin %75′ine uyum kredileri vermişti. Bankanın koşulları IMF’nin mali “liberalleşme” ve açık piyasalar reçetesini hem genişletti hem güçlendirdi. Bunların arasında kamuya ait işletmelerin “özelleştirilmesi”, kamu sektöründe kitlesel işten çıkarmalarla devletin küçültülmesi ve giderlerinin azaltılması temel toplumsal hizmetlerde kesinti yapılması temel gıda maddelerine sübvansiyonun kesilmesi ve ticaretin önündeki engellerin azaltılması yer alıyordu.(6)
Oysa serbest piyasa yada neo-liberal emperyalizm her zaman bir mitti; Emperyal devletler pazarlarını hiçbir zaman tam olarak açmadılar, tüm sübvansiyonları kaldırmadılar ya da kah siyasal kah toplumsal nedenlerden ötürü stratejik ekonomik sektörleri desteklemek ya da korumak üzere müdahale etmekten geri durmadılar. Neo-liberal emperyalizm daima seçmeci ürün sektörlerinde, seçilmiş ülkelere, belirli zaman dilimlerinde seçmeli açıklık anlamına geldi. Deniz aşırı ülkelerdeki piyasalar, ABD bağlantılı şirketlerin ürettiği ürünlere, ABD hükümeti eliyle açıldı. Emperyal ülkede “serbest ticaret”, ekonomik değil siyasi kriterlere dayanıyordu. Diğer taraftan Avrupa-ABD’li politika yapıcılar ve onların IMF ve Dünya Bankası’ndaki memurları Üçüncü Dünya’ya “piyasa fundamentalizmi”ni yani tüm sektörlerdeki tüm ürün ve hizmetler için ticaret engellerinin, sübvansiyonların ve kuralların hepsinin kaldırılmasını vaaz ediyorlardı. Emperyal devletlerin seçmeci serbest piyasa uygulamaları, yurtiçinde önemli siyasi seçmen çevrelerini kapsayan ekonomik sektörler korunurken, çokuluslu şirketlerine de, piyasa fundamentalizmini uygulayan hedef ülkelerdeki piyasa fırsatlarından yararlanmalarına olanak sağlıyor(du).(7)
GATT, WTO VE MAI
Imf ve Dünya Bankasının değişen rolüne GATT-WTO’da dahil olmuş durumdadır. ABD ve OECD ülkelerinin girişimiyle Dünya Ticaret Örgütü’nün mal ve hizmet ticaretini konu alan benzer bir oluşum uluslararası sermaye hareketlerinin düzenlenmesi içinde başlatılmıştır. Daha GATT Uruguay görüşmeleri sürerken Dünya Bankası çerçevesinde yürütülen Çok Taraflı Yatırım Garanti Anlaşması (MIGA-Mutuel Investment Guarantee Agreement) 1988 yılında imzalanmış daha sonra da MAI görüşmelerine geçilmiştir. MIGA ile yabancı yatırımların çeşitli risklere karşı 15 yıl süreyle sigortalanması ve imtiyaz sözleşmeleriyle tahkim kurumunun getirilmesi söz konusu olmaktadır. 1995 yılında Çok taraflı Yatırım Anlaşması (MAI-Multilateral Agreement on Investment) adı altında başlatılan müzakereler ise 28 Nisan 1998 tarihinde Fransız delegasyonunun diretmesi üzerine ertelenmiştir. Sermayenin anayasası olarak nitelendirilen MAI sermaye önündeki tüm engelleri kaldırarak (8), ulusal ekonomiyi yok etmeyi, ulusal hukuk sistemini işlevsizleştirerek sömürgeci sermayenin önündeki nihai ve tek engel olan Ulus Devletleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu suretle; emperyal devletlerin ve bu devletler merkezli çok uluslu şirketlerin ulusal şirketleri satın alarak ulusal piyasalara nüfuz ve ele geçirilmesi sağlanmış olacaktır.
Çokuluslu şirketlere madencilik, tarım, sağlık, kültür, eğitim alanlarından, özelleştirmelere, hukuka kadar akla gelen her alanda neredeyse sınırsız ve ulusal sermayenin, ulusal güvenlik ve çıkarların aleyhine yatırım serbestisi sağlayacak şekilde düzenlenen MAI özetle;
Yabancı yatırımcılara, gittiği ülkede o ülke yurttaşlarının sahip olduğu haklara eşit veya daha fazla hak ve yetkiler talep edebileceği, En Çok Kayrılan Ülkelere tanınan tüm ayrıcalıkların MAI sonrasında, anlaşmaya taraf olan bütün yabancı ülkelerin yatırımcıları ile bu ülkelerde yatırımı bulunan ve aslında MAI’ye taraf olmayan ülkelerin yatırımcılarına da tanınması,
“Yatırım” kavramının, portföy yatırımları, fikri mülkiyet (patent-telif) ve maden haklarını da alacak kadar geniş tutulması, Yabancı yatırımcıların yatırımları ile ilgili her kademedeki elemanı, istedikleri ülkeden yatırım yapacakları ülkeye getirebilmeleri,
Yabancı yatırımcının, gittiği ülkede emek standartlarına, çevre yasalarına uymak ya da belli düzeyde istihdam yaratmak, ihracata ve GSMH’ya katkıda bulunmak, üretim sürecinde yerli girdi kullanmak, teknoloji transferinde bulunmak gibi kısıtlamalara tabi tutulmaması,
Her türlü Kamulaştırma, Dolaylı Kamulaştırma veya kamulaştırma ya da dolaylı kamulaştırmaya benzer sonuç yaratabilecek her türlü devlet girişiminin yasaklanması, Uyuşmazlıkların çözümü için Uluslararası Tahkime gidilebilmesi, her türlü sivil itaatsizlik, grev, tüketici boykotları v.b. hareketlerin Ulus Devletler tarafından engellenmesi, düzenlemeler içermektedir.
 

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
IMF ve Dünya Bankası Aracılığıyla
Sömürge Yaratma Stratejisi (3)

BİR ULUS-DEVLET OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ ETKİSİZLEŞTİRİLİRKEN “PİYASA FUNDAMENTALİZMİ” ve “DEVLET DÜŞERKEN”

1970′lerde yaşanan iki büyük petrol şoku ile birlikte yükselen petrol fiyatları nedeniyle Türkiye derin bir ödemeler dengesi krizine girmiş O günlerin dillere pelesenk olan deyimiyle 70 cent’e muhtaç hale gelmiştir. Döviz yokluğu nedeniyle üretimde kullanılan ithal girdileri temin edilememiş ve temel ihtiyaç maddelerinde baş gösteren kıtlık, karaborsa ve kuyruklar oluşturmuş, bu şartlar Türkiye’yi giderek yükselen enflasyon olgusuyla karşı karşıya bırakmıştır. Ekonomideki bu krizin aşılabilmesi için başvurulan IMF ve Dünya Bankası, değişen rolleri gereği yardımı “yapısal dönüşüm” şartına bağlamışlardı. İşte Türkiye’de uluslararası kredi kurumları aracılığıyla yapılan küreselleşmeyi liberalleşme birlikte algıla baskılarına 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte boyun eğerek, devletin yapısal olarak değiştirilme ve dönüştürülmesi işlemlerine emperyal merkezlerin kontrolü ve memurlarının gözetimi altında hızlı bir şekilde başlanılmıştır. Bu başlangıcın Dünya Bankası ve IMF’nin yeni roller üstlendiği zaman dilimine rastlaması doğrusu sıradan bir rastlantı sayılmamalıdır. Nitekim; 24 Ocak kararlarının alınmasında karar verici ve daha sonra bu kararların uygulayıcısı konumunda olan Turgut Özal’ın daha önce Dünya Bankası Sanayi Dairesi’nde danışman olarak çalışmış olması, keza 24 Ocak kararlarıyla Türkiye Cumhuriyetinin içine girdiği bu yeni dönemi “transformasyon” (biçim değişimi, dönüşüm) olarak tanımlanması oldukça dikkat çekicidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Piyasa Fundamentalizmi üzerinden dönüşümü 24 Ocak kararları üzerine inşaa edilmiştir. Bu bağlamda her ne kadar IMF resmi olarak ilk yapısal uyum hizmetini 1986 yılında başlatma birlikte gayri resmi olarak ilk yapısal uyum 24 ocak kararlarıyla Türkiye Cumhuriyeti üzerinde denenmiştir.
24 Ocak kararlarıyla “ithal ikamesi” modeli yerine “ihracata yönelik sanayileşme” modeli benimsenmiş ihracatı özendirici, yabancı sermayeyi teşvik edici, ithalatı kolaylaştırıcı bir çok yatırım ve gümrük muafiyeti sağlayıcı bir dizi içerikle uygulamaya konulan kararlar ve izlenecek stratejilerle ilgili olarak ,IMF, OECD Dünya Bankası gibi kuruluşlarla uyum sağlanmış ve bu kuruluşların desteğiyle önemli borç ertelemeleri yapılarak, yeni krediler elde edilmiştir. Tüm bunların karşılığında Türkiye Cumhuriyeti ekonomik yapı ve işleyiş biçiminin tedricen değişeceği, emperyal devletlere ve onların şirketlerine ulusal güvenlik ve ulusal çıkarlar aleyhine inanılmaz fırsatlar sunan devletin karar alanlarını daraltan, kaldıran kamusal gücün özel sektöre ve sermayeye hepsinden önemlisi çok uluslu sömürgeci sermayeye devredildiği geri dönülmez bir deregulasyon sürecine hızla girmiştir. Ana rota hiçbir değişime uğramadan 80′li yıllardan günümüze 24 ocak kararları üzerine yaşanılan her kriz sonrası stanby anlaşmaları ile yapılan eklemelerle gelmiş, Türkiye küresel emperyalizmin giderek artan bir eğilimle açık bir kolonisi olarak konuşlandırılmaya başlanılmıştır.
IMF’nin talebi doğrultusunda 24 Ocak 1980′de alınan ekonomik kararlarlar içinde yer alan bazı düzenlemeler; bir yasa yada yasa değişikliğini gerektirmekteydi. Bu yasa yada değişiklik tasarıları hükümetçe hazırlanıp meclise sevk edilmekle birlikte, meclis aritmetiği bu yasaların çıkmasına olanak vermemiştir. Bu yasa tasarılarının başlıcaları; vergi yasasında değişiklik öngören yasa tasarısı, eşel mobil yasa tasarısı, sigarada tekelin kaldırılması ile ilgili yasa tasarısı, Devletleştirilen bazı madenlerin özel sektöre devri ile ilgili yasal düzenleme, serbest bölgeler ve limanlar kurulması için yasa tasarısı, kıdem tazminatında değişiklik öngören ve kıdem tazminatı fonu kurulmasını öngören yasa tasarısı, sendikalar, toplu sözleşme grev ve lokavt yasasında değişiklik, özel güvenlik örgütleri yasa tasarısıdır. (1)
Ancak birbirini izleyen hükümetler o zaman çıkarılamayan (geçmiş hükümet zamanında) bu düzenlemeleri meclisten geçirmiş bu düzenlemelere yeni krizlerle birlikte Standby anlaşmaları çerçevesinde IMF ve Dünya Bankası tarafından yapısal uyum adına dayatılan yeni yasal düzenlemeler de eklenmiştir. Meclis aritmetiği yahut, seçim ve buna bağlı olarak hükümet değişikliği nedeniyle meclisten geçirilemeyen dayatma yasal düzenlemeleri de kendinden sonraki hükümetlere bir miras olarak bırakmıştır. IMF’ye verilen Niyet Mektupları; maliye politikasından sanayileşmeye, tarımdan sosyal güvenliğe, enerjiden bankacılığa, çevreden ticarete, madenden ücretlere, sağlıktan yargıya, bütün alanlarda ülkenin gerçeklerine ve ihtiyaçlarına değil; IMF’nin, Dünya Bankasının talimatlarıyla ve bunların ardında yerini alan emperyal merkezlerin, çok uluslu şirketlerinin çıkarları doğrultusunda düzenlemeler devlette yürütme ve yasama erki iç içe geçerek yargı erkini etkisiz bırakmış, yargı kararları niyet mektupları ve Stanby anlaşmalarının altında ezilmiştir.
Ekonomik istikrar programları doğrultusunda IMF ve Dünya bankası ile borç ilişkilerine giren ülkemizde çok uluslu şirketlerin taleplerinin IMF’ye verilen niyet mektuplarına sokulması ve bu talepler doğrultusunda taahhütlerde bulunulması sıradan işler haline gelmiştir. Keza Dünya Bankası tarafından ekonomik istikrar programı uygulayan ülkemiz için sözde kalkınmayı sağlayacak yapısal reform önerileri ve bu doğrultuda hazırlanan raporlar, yayılmacı çokuluslu şirketlerin işlerini kolaylaştıracak yasal düzenleme önerileriyle doldurulmuştur. Bunun en somut örneğini Kasım-Aralık 2000 ve Şubat Mart 2001 aylarında karşı karşıya kaldığımız şiddetli bir bankacılık ve döviz kuru krizi sonucu ülkemize dayatılan “onbeş günde onbeş yasa” uygulaması teşkil eder. Nitekim krizlerin öncesinde Dünya Bankas’nın “Ağustos 2000 tarihli” Türkiye Sürdürülebilir Kalkınma İçin Yapısal Reformlar başlıklı raporunda krizler sonrası dayatılan 15 yasa sayılmaktadır. Bu yasalar; Sözde kamu bankalarının özerkleştirilmesini sağlayacak Bankalar Kanunu, Banka tasfiyelerini kolaylaştıracak İcra İflas Kanunu, Türk Telekom‘un yüzde 51′inin daha sonra tamamının özelleştirilmesini sağlayacak Telekom Yasası, hava taşımacılığında fiyat belirlemede Ulaştırma Bakanlığı onayının kaldırılarak serbest tarifelerin geçerli kılınacağı Sivil Havacılık Yasası, Merkez Bankası Kanunu, tütün ekimini kısıtlayan Tekel’in özelleştirmesini sağlayacak Tekel Kanunu, Şeker pancarı ekimini kısıtlayacak, şeker piyasasını düzenleyecek Şeker kanunu, Endüstri bölgeleri yasası, Maden yasası, yine sözde kamu ihalelerini şeffaflaştıracak kamu İhale yasasıdır.
Piyasalaşma sürecinde; Çokuluslu şirketlerin sirayet ettiği ekonomiler sürekli kriz tehdidi altında yine onların ekonomi içerisinde köklerini derinleştirerek ekonomik yapılar içerisine derinlemesine nüfuz etmelerini kolaylaştırıcı yasal düzenleme dayatmaları ile karşı karşıya kalmakta çoğu zaman kriz tehditlerine aksi takdirde demokrasiniz yara alır tehditleri de eklenebilmektedir. Bu çerçevede; Kasım-Aralık 2000 ve Şubat Mart 2001′de karşı karşıya kaldığımız bankacılık ve döviz kuru krizi akabinde; Türk bankacılık sektöründe ve sermaye piyasalarında çokuluslu sermayenin önemli bir ağırlığa ulaşması oldukça dikkat çekici bir durumdur. Krizin hemen sonrası Türkiye’ye ihraç edilen Kemal Derviş’in IMF’nin ardındaki emperyal gücün Hazine Bakanı Paul O’Neill ile ABD’de yaptığı görüşmenin ardından O’Neill’in; “ABD yönetiminin Türkiye’ye yeni IMF kredisi verilmesini desteklediğini, Türkiye’nin, destek karşılığında ekonomik reformlar yapmayı kabul ettiği” (2) şeklindeki açıklamalar dikkat çekici durumu açıklamaya yeterli olabilir.
IMF ile olan ilişkiler Devletin; Savunma , Adalet, Eğitim, İç güvenlik, Dışişleri, Sağlık gibi klasik ana fonksiyonlarını savunma, adalet ve özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımları olarak sınırlamıştır. Nitekim; Özelleştirme idaresi Özelleştirmenin felsefesini açıklarken, devletin asli görevlerini; adalet ve güvenliğin sağlanması ile özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımları olarak belirlemekte, kalan kamusal hizmetlerin ise pazar (piyasa) mekanizmaları tarafından yönlendirilmesi olarak tanımlamaktadır .(3) Özel sektör tarafından yüklenilmeyecek alt yapı yatırımlarının da sonradan özelleştirme konusu yapıldığı dikkate alındığında; IMF ve Dünya bankası aracılığıyla Türkiye’de devletin ana fonksiyonlarının sadece savunma ve adaletle sınırlandırdığı çok açık bir şekilde görülmektedir.
Kamusal hizmet sektöründe piyasalaşma, sosyal devlet olgusunu yerle bir eden ve devletin meşruiyetini ortadan kaldıran bir biçim değişimi, dönüşümdür. Ulus Devlette ulusun, devletin hem meşruiyetinin hem de tercih ve hedeflerinin kaynağı olması, Ulus devletin sosyal devlet olmasını beraberinde getirmektedir ki sosyal devlet aynı zamanda bir refah devletidir. Bu açıdan bakıldığında IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerin dayatmasıyla Türkiye’de gelinen noktada yapısal uyumun çok ötesine geçildiği, esasen ortada uyum değil, bir anlamda devletin meşruiyetinin temel dayanağı olan ulusun köleleştirilmesi, devletin kolonizasyonu gibi bir uyumsuzluğun, söz konusu olduğu görülecektir. Refah devleti söz konusu olduğunda kapitalist piyasa ekonomisi dahi piyasa güçlerinin işleyişini bozma konusunda tereddüt göstermemektedir. Nitekim Refah Devletini İngiliz İktisatçılardan Briggs;
« Refah devleti, kişilere ve ailelere, sahip oldukları mülklerin piyasa değerine bakmaksızın minimum bir gelir garanti ederek; kişisel ve ailevi krizlere yol açabilecek hastalık, yaşlılık, işsizlik gibi belirli “sosyal riskleri” karşılayabilecek güce kavuşturmak suretiyle kişiler ve aileler için güvensizlik alanını daraltarak ve nihayet statü ya da sınıf ayrımı yapmaksızın tüm vatandaşlara belirli sosyal hizmetleri en iyi standartlarda sunmayı garanti ederek, piyasa güçlerinin işleyişini değiştirmek amacıyla devlet erkini politikalar ve idare yoluyla bilinçli olarak kullanan devlettir… »
şeklinde tanımlamaktadır. Buna karşın yapısal uyum IMF’nin dayattığı Sosyal Güvenlik Yasası ve onu tamamlayıcı nitelikteki Genel Sağlık Sigortası yasasıyla Sosyal devletin sağlık konusunda üstlendiği fonksiyonların tasfiyesinin de yolu açılmış olmaktadır. Bundan böyle sosyal güvenliğe bütçeden ayrılan paylar giderek artan bir eğilimle azalacak. Ve yakın bir gelecekte sıra hastaneler, eğitim ve öğretim kurumlarının özelleştirilerek sosyal devletin bu alanda vermiş olduğu hizmetlerin tamamı piyasalaştırılmış olacak.
Belki de Dışişlerinin de piyasalaştırılması bu alanında lobi şirketlerine iş olarak sunulması gündeme gelebilecektir. Nitekim iç güvenlik hizmetlerinde gerçekleştirilen piyasalaşma sürecinin IMF ve Dünya Bankasının baskı ve gözetiminde savunma hizmetlerine de nüfuz etmesi kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Bu son cümle çoğumuza saçma gelebilir. Ancak ABD, İngiltere ve bir çok Avrupa ülkesinde Savunma hizmetlerinin, bir çok askeri operasyonun özel askeri şirketler eliyle yürütüldüğü de yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Örneğin Suudi Arabistan‘ın 1975 yılından buyana petrol bölgelerini koruyan ve ulusal muhafızlarını eğiten Vinel Corp. İsimli ABD merkezli Çok uluslu bir özel askeri şirket, yani özel ordu. Bu özel ordunun Suudi Arabistan‘a sağladığı hizmetler sadece bununla da sınırlı değil, karşı-istihbarat, kimyasal savunma ve diğer operasyonel güvenlik hizmetleri sunuyor. Suudi ordusunun silah envanterini belirliyor, hava ve kara kuvvetlerine lojistik destek ve diğer servisler sağlıyor.
IMF ve Dünya Bankasının yapısal olarak uyumlulaştırma politikasına teslimiyetin bir sonucu olarak ortaya çıkan özelleştirme süreci, kamuya ait işletmelerin nasıl özelleştirilmesi gerektiği konusundaki planın ABD merkezli Morgan Bank’a ihale edilmesiyle başlamış, bu çalışmalarda Dünya Bankası/IFC Uzmanlarının yanı sıra Lioyds Bank, National Westminister Bank gibi bankalar yer almış, bu süreç çokuluslu şirketlerin direktifleri doğrultusunda ve Dünya Bankasının yapısal uyum kredileriyle şekillenip sonuçlandırılmaya başlanılmıştır.
Özelleştirmede ilk adım 1984 yılında kamuya ait yarım kalmış tesislerin tamamlanması ya da yerine yeni bir tesis kurulması amacı ile özel sektöre devri ile atılmış, 1985 yılından günümüze 246 kuruluştaki kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 393 taşınmaz, 8 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 103 Tesis, 6 Liman, şans oyunları lisans hakkı ve Araç Muayene İstasyonları özelleştirme kapsamına alınmıştır. Bugüne kadar 195 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 186’sında hiç kamu payı kalmamıştır. 1986 yılından 2004 yılına kadar geçen süreçte özelleştirme sonucu yaratılan 14,3 Milyar Dolarlık kaynaktan hazineye sadece 3,4 milyar dolar aktarılabilmiş, yaratılan kaynağın 11 milyar dolara yakın kısmı özelleştirme kapsamındaki kuruluşlara yapılan ödemeler özelleştirme uygulamalarına ilişkin harcamalarla borç ve faiz gideri olarak kullanılmıştır. Kısaca özelleştirme karşılıksız bir kaynak transferi niteliğinden öteye gidemediği gibi kendisinden beklenilenin aksi sonuçlar doğurmuştur. Özelleştirme uygulamalarının asıl çarpıcı sonucu devletin çekildiği petro-kimya, bankacılık, madencilik, akaryakıt dağıtım vb faaliyet alanlarını ağırlıklı olarak çokuluslu şirketlerin doldurarak piyasaya bu şirketlerin hakim olmasıdır.
Bir taraftan iç pazara çokuluslu şirketler egemen olurken, diğer taraftan yine İMF ve Dünya Bankası ile yürütülen istikrar programları aracılığıyla uluslararası sermaye hareketlerinin düzenlenmesi işine başlanılmış, ilk önce Dünya bankası çerçevesinde yürütülen Çok taraflı Garanti yatırım anlaşmasının 1988′de imzalanmasının akabinde aynı yıl bu anlaşma ülkemizde yasalaştırılmış, ardından yine Dünya Bankası ve onun alt Kuruluşu IFC’nin bir parçası olan Yabancı Yatırım Danışma Servisi (FIAS) tarafından hazırlanan içerik itibariyle “Sermayenin Anayasası” olarak bilinen Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının (MAI-Multilateral Agreement on Investment) hükümlerini içeren “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu” 2003 yılında yasalaştırılmıştır .(4) Bu yasayla uluslararası tekellere her sektörde mülkiyet edinme hakkı verilmiş, yabancı yatırımlarda; kazanılan gelirin belli bir kısmının yeniden yatırıma yönlendirilmesi, teknoloji, istihdam yaratma zorunluluğu vb. koşulları ortadan kaldırılarak, yabancı yatırımcılara ülke içerisinde elde edilen karın yanı sıra sermayenin ülke dışına sınırsız transfer hakkı tanınmış, yabancı yatırımlar karşısında yerli yatırımcının korunmasına ve teşvikine yönelik tüm uygulamalar ortadan kaldırılarak yerli ve yabancı sermaye eşit sayılır hale getirilmiştir. Doğal kaynakların tüketiminde ulusal ve toplumsal çıkarın gözetilmesi şartının kaldırılması, uluslararası tekellere petrol, maden ve orman gibi yenilenemeyen ya da uzun vadede yenilenebilen kaynaklarımızı sınırsız sömürme yetkisi tanınması, Yabancı yatırımcılarla anlaşmazlıklarda ulusal hukuk sistemi işlevsiz kılınarak tüm yetkiler uluslararası tahkime devredilmesi, yabancı şirketlere sınırsız gayrimenkul edinme hakkı sağlanması, suretiyle, insiyatif tamamen yabancı tekellere terkedilmiş,kamu yararı gerektirmedikçe ve karşılıklar ödenmedikçe devletleştirme yapılamayacağı kabul edilmiştir.


SONUÇ
1923′ten günümüze Türkiye Ekonomisine bakıldığında, İzmir İktisat Kongresinin bir kilometre taşı olduğu görülür. Lozan Barış görüşmelerinin kesilmesinin hemen ardından, Şubat 1923′te toplanan İktisat Kongresi’nin daha ilk gününde alınan kararlar, Mustafa Kemal’in,
« İstiklalimizi emin bulundurabilmek için, heyet-i umumiyemizce heyet-i milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız… »
söylevine uygun olarak yeni kurulan devletin, Ulusal İktisat’a dayanan bir politikası olacağını tüm dünyaya duyurmuştur.
Türkiye’nin endüstrileşmesinde en büyük engel olan Osmanlı’dan kalma imtiyazlara sahip yabancıların elindeki madenler, demiryolları, limanlar vb gibi ne kadar işletme varsa bunların devletleştirilerek söz konusu kaynak ve işletmelerin Türk ulusunun emrine amade kılacak bir süreç başlatılmış, Türkiye Cumhuriyeti, ulusal kaynaklar üzerinde sanayileşmeyi bir devlet politikası olarak benimsemiştir. Ancak 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte bu politikalar bir oldu bittiyle terk edilerek ,Cumhuriyetimiz başkalaşma sürecine sokulmuş, Cumhuriyet kazanımlarının, ekonomi alanındaki zaferlerin savunulması üzerine titrenilmesi anlayışı ilkellik olarak görülmeye başlanmıştır. Bu başkalaşım ulus devletimizi, Ulusal bağımsızlığımızı törpüleyerek, Cumhuriyetimizi hızla başlangıç noktasına doğru itmiştir. Geldiğimiz nokta itibariyle;Mustafa Kemal ve onun kurduğu Cumhuriyetin Türk ulusuna amade kıldığı değerler, yolsuzluklarla örülmüş mezatlarla, emperyal devletlerin IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla verdiği talimatlar doğrultusunda Cumhuriyet öncesinde olduğu gibi sömürgeci sermayenin ellerine bırakılır hale getirilmiş, ulusal ekonomiden bahsetmek “adeta bir muamma ve kabahat olarak görülmeye” başlanmıştır.
Sömürgeci sermayeye her türlü koruma ve kolaylık sağlayan, onlara ulusal sınırlar içinde hukuksuz, kanunsuz ve kuralsız faaliyet imtiyazları tanıyan, ulusal sermayeyi göz ardı ederek bu güne kadar görülmemiş haklar tanıyan yasal düzenlemeler; ulusal ekonomiyi yok ederken, ulusal sermaye ve ulusun köleleştirilmesinin önünü açmakta, ulusal kaynaklarımız ve parasal varlığımızı yok pahasına yurt dışına aktarılmakta, ulusal hukuk sistemini hepsinden önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devletini işlevsiz bırakmaktadır.
1923 yılında; Ya İstiklal Ya Ölüm”, “Tam Bağımsızlık”, “Misak-ı İktisadi” ülküsüyle yola çıkan Türkiye, Bu düzenlemeler sonucunda; ABD emperyal devleti öncülüğündeki küresel emperyalizmin -IMF ve Dünya Bankası gibi- uluslararası örgütleri aracılığıyla ticaretin önündeki engelleri kaldırarak iç pazarlarını ardına kadar açmış, kamuya ait işletmeler küresel emperyalizmin yapı taşı olan çokuluslu şirketlerin eline teslim edilmiş,Türkiye Cumhuriyeti Devleti kolayca hammadde temin edilen, toprakları, özel şirketleri, borsaları, üretim araçları ele geçirilmiş, ulusun emeğinin sömürüldüğü, emperyal merkezlerdeki üretim fazlalarının eritildiği, bir sömürge ülkeye dönüştürerek endüstriyel varlık ve enerjisi yok edilmiştir. Hükümetler artık Cumhuriyetimizin varlığını ulus devletten, ulustan değil küresel kapitalizmden kuvvet alarak, sürdürme çabasındadır. O yüzdendir ki devlet, ulusun iktisadi siyasi ve sosyal çıkarlarını koruyamamakta, hükümetler ABD ve AB” den izin almadan hiçbir şey yapamamaktadır.
IMF ve Dünya Bankasının talimatlarıyla emperyal devletler ve çok uluslu şirketler lehine yapılan düzenlemeler emperyalizmin doğası gereği kalıcı olmak zorunda, kalıcılılık da yeterli değil yeni ve daha büyük imtiyazlar için önündeki tüm engelleri kaldırılması bir zorunluluk. Bu çerçevede; çok uluslu sömürgeci sermayenin iktisadi, siyasi, mali, sosyal, hukuksal, askeri ve çevresel… gibi temel konularda belirleyici olması için Türkiye’yi milli devlet ulus devlet esasından kopartacak temel bir yasa değişikliği şart. Emperyal devletler IMF ve Dünya Bankası ve çok uluslu şirketler altın vuruşu yeni anayasa ile yapacaklar. Devlet onların hedef ve tercihlerinin kaynağı olacak ve siz onu ilk sivil anayasa olarak bileceksiniz. Kıyametimizse ha koptu ha kopacak.
Bugün dünyada küreselleşmenin boyunduruğundan kurtulmaya çalışan Rusya başta olmak üzere Latin Amerika ülkeleri, bir taraftan İşbirlikçi iktidarları devletlerinin başından uzaklaştırırken diğer taraftan Ulus devletlerini yeniden inşaa etme çabalarına hız vermiş; sömürgeci sermayenin özelleştirme yoluyla el koyduğu ekonomik güç unsurlarını hızla devletleştirmeye başlamıştır.
Sorun ve çözümü bellidir. Oysa bizler hala kuşatıldığımızın prangalara vurulduğumuzun farkında olmaksızın sözün ve ulus devletimizin bittiği noktalarda dolaşıyoruz.
Piyasa düşerse devlette düşer hala anlamıyor muyuz ?
Düşen devlet; milli, demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti olamaz.
Ya milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden atasına layık insanlar olacağız ya da emperyalizm tarafından efendisine hizmet etmekle görevlendirilmiş bir köle.
MUSTAFA ÇINKI
DİPNOTLAR
1 M.Sönmez, Türkiye Ekonomisinde bunalım, 24 Ocak Kararları ve Sonrası, 1. Kitap Belge Yayınları İstanbul-1980
2 Akşam Gazetesi, 28.04.2001
3 http://www.oib.gov.tr/program/turkiyede_ozellestirme.htm
4 Bu yasaya ait Plan Bütçe Komisyonu raporunda yer alan Karşı oy yazısında; Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanun Tasarısının büyük ölçüde Doğrudan Yabancı Sermaye Danışma Servisi adlı bir yabancı kuruluş tarafından hazırlandığı hususu yer almaktadır
5 Uğur Mumcu, Cumhuriyet, 1 Eylül 1976 ( Uyan Gazi Kemal ! ); Atatürk‘ün emperyalizm ve kapitalizm konularındaki bu düşüncelerini Atatürk büstüne yazdıran Balıkesir ilinin Balya ilçesi kaymakamı Kemal Baykal ve belediye başkanı Ali Şuuri İnal haklarında kovuşturma açılmış, Atatürk‘ün bu sözleri dolayısıyla sorguya çekilmiştir. İçişleri Bakanı emir vermiş, Balıkesir Valisi de kovuşturma açmıştır. Evet Damat Ferit örfi idaresinde değil, Türkiye Cumhuriyeti’nde, Kurtuluş Savaşımızın amaçları suç sayılmaktadır. Hem de bu savaştan yarım yüzyıl sonra. Kovuşturma konusu sözler, Atatürk’ün, emperyalizm ve kapitalizme karşı çıkan düşünceleridir.
 
Üst