Bağımsızlıktan Bilinmeyene Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
15 Kasım 2008’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin 25. yılını andık. Yani 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan dokuz yıl sonra kurulan “Yavru Vatan” KKTC’deki Türkler 34 yıldan uzun bir süredir kavgasız yaşarken, KKTC de çeyrek asırdır var olmaya çalışıyor. Bugün Türkiye’de pek az yerde “KKTC’nin 25. doğum günü” sebebiyle etkinlik (sempozyum, panel, konferans ve resepsiyon vs) var. Bu önemli gün neredeyse unutulmuş, hatta bizzat KKTC’nin yeni yöneticileri tarafından unutturulma aşamasına getirilmiş. Zira, Beşparmak Gazetesi’nin bugün Ankara’da düzenlediği “Dünden Bugüne Kıbrıs” başlıklı ve içinde çok değerli konuşmacılaran ve temsilcilerin bulunduğu panele KKTC Ankara Büyükelçiliği temsilci göndermemişti. Gene bu etkinlikte öğrendiğimize göre; KKTC’nin üç aydır Türkiye’de büyükelçisi yok. Oysa bu ülke “yavru vatan Kıbrıs”ı tanıyan tek ülke ve tek “Ana vatan!” KKTC, sadece Türkiye gibi diğer bazı ülkeleri de dikkate almamış. Roma, Londra ve Zürich gibi başkentlerdeki KKTC temsilcilikleri de epeydir “temsilcisiz” imiş.

Temmuz 2008’le birlikte Kıbrıs hakkında, Türk ve Rum liderleri görüşme sonucunu ortak açıklamalarında “tek egemenlik, tek vatandaşlık” söylemiyle dillendirdiler. Bu gelişme o zaman Türkiye’deki suni olduğu izlenimi veren, “Ergenekon” gündeminin gölgesinde kaldı. Kıbrıs’la ilgili bu önemli gelişme, sanki gizli bir el tarafından “Türkiye’nin gündeminden cımbızla çekildi.” Oysa Kıbrıs, yaşları 50’den yukarı olanların hayatlarının bir parçası gibiydi. Adeta Kıbrıs’la doğup, onunla büyüdü, ona “yavru vatan” diyerek yaşları ilerledi. Kıbrıs, AB havucunun gösterildiği tarihte başlanan bir süreçle ve 2003 yılından itibaren artan ivmeyle, “Kıbrıs halısı” hem Kıbrıslı Türklerin, hem de Türkiye’nin altından bilinçli bir şekilde çekilmeye başlandı. Ya da bir başka ifadeyle Kıbrıs, Türkiye’nin gündemine bile giremeyecek hale getirilerek, adeta denizdeki sahipsiz sandal gibi Türkiye’den uzaklaşırken ve buna hemen başkaları sahip çıkarken, Türkiye olarak akıl almaz bir aymazlığı sergilemeye başladık. Üstelik içinde yıllardır güvenlikleri için mücadele ettiğimiz soydaşlarımızın, Türkiye ile AB üyesi olamayınca, kimliklerini bile değiştirebilecekleri bir başkalaşımı göze alarak, AB üyeliğine Rumların “tek egemenliği” ve tek “Kıbrıs vatandaşlığı” aldatmacası altında girmeye razı olduklarını izlerken…

50 yaşın üstündeki Türkiyeli Türklerden biri olarak, Kıbrıs’la ilgili yaşadıklarımı kısaca özetledikten sonra, adanın Türkiye ve Batı-ABD açısından önemine, BM ve AB şemsiyesi altındaki görüşmelere, son yıllarda Doğu Akdeniz’in deniz yatağındaki petrol yataklarının varlığına özetlerle de olsa yer vermeğe, adanın avucumuzdan kaymakta olduğunu da bir garabet anlayışıyla değil, Türkiye’nin milli çıkarları, Kıbrıslı Türklerin benlikleri açısından kaygıyla değerlendirmeye çalıştık…

Farkına Varmaksızın Hayatımızın Bir Parçası Haline Gelen Kıbrıs’la İlgili Yaşadıklarım
Bu yazıya başlarken Kıbrıs’ın, hayatımdaki yerini bir kez daha gözden geçirmeme sebep oldu. Daha dün gibi hatıralarımda canlandı, 1974’te Deniz Harp Okulu’ndan mezun oluşum. O yıl, 22 Temmuz’da yaklaşık bir ay sürecek Akdeniz gezisine çıkacak, ilk kez Mısır-Libya-Yugoslavya-İtalya-Fransa ve İspanya’ya uzanan bir “okul gezisi”ni Atatürk’ten yadigar “Savarona” okul gemisiyle gerçekleştirecektik. Ancak, 20 Temmuz’da başlayan Kıbrıs Barış Harekatı ile yurtdışı gezimiz iptal edildi. Başlangıçta bizden öncekilerden dinlediğimiz bu muhteşem gezinin, her genç deniz subayını tahrik eden gelişmelerini kaçırdığımıza üzülsek de, hatta Heybeliada çamlıkları arasında “tanktan savunma” eğitimi alan müstakbel deniz subayları olsak da, harekatın heyecanı ve milli ruh hali içerisinde bu üzüntülerimizi gençlik heyecanının potası içerisinde eritmeyi başarabilmiştik. Bu ruh hali içinde, bir yıl süreyle cep harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz “Mezuniyet Balosu” ve “Yıllık” paralarını “Türk Donanma Vakfı”na bağışlamıştık.

Mezuniyet sonrası sınıf okullarındaki eğitimlerde ve staj döneminde gemilerde büyüklerimizden dinlediğimiz en ilginç anılar “Kıbrıs Barış Harekatı”na aitti. İlk sorumlu görevime Şubat 1976’da, Mersin-Magosa/Kıbrıs arasında lojistik nakliyat görevi yapan “TCG Erkin”de başladım. Gemiye katıldıktan bir-iki gün sonra Magosa limanına aborda olunca tarifsiz bir heyecan duymuştum. İlk kez, üstelik Kıbrıs Barış Harekatı’nın hala etkisinin hissedildiği bir dönemde Kıbrıs’taydım. O dönemde bile merakımdan olacak Kıbrıslı soydaşlarımızla hasret gidermiş, sorularımla onların da hissiyatını öğrenme fırsatını bulmuştum. Kıbrıs Türklerinden dinlediklerim içerisinde hiç unutamadığım iki cümlenin anlamı çok büyüktü. Bunlardan biri; “1963’ten 1974’e kadar, Anavatan’dan bizi kurtarmaya gelecek Mehmetçiğin hasreti içerisinde bekledik!” idi. İkincisi ise; “Kıbrıs Barış Harekatı gerçekleştikten sonra kızlarımız ve kadınlarımız Mehmetçiğin postallarını çıkartıp, onların ayaklarını yıkadı!” şeklindeki, minnettarlığı en büyülü şekilde ifade eden açıklamaydı. İkinci etkileyici olay ise, Sampson darbesi sonrasında Kıbrıs’ta katledilen masum Türklerin durumuydu. Bunlardan ilk gördüğüm “Atlılar Köyü” anıtıydı. Beşikteki bebekten 70’ine varan dedeyi katleden Rum’un vahşetini unutabilmek mümkün değildi…

Kıbrıs Barış Harekatı’na fiilen katılmamış ama bu harekata katılan pek çok subayla birlikte Mersin’de görev yapmak suretiyle ve merakım sebebiyle harekatın Deniz Kuvvetleri’nce yapılan bölümünü neredeyse tamamen öğrenmiştim. Çıkarma harekatına katılan tank çıkarma gemileri (LCU ve LCT) komutanlarından ikisiyle aynı gemide görev yaparken, onları biraz da sorularımla kışkırtarak ayrıntıları öğrenmeye çalışmıştım. Bu sebepledir ki, kıymetli ağabeyim ve daha sonraları bir başka gemide komutanlığımı yapacak olan harekat subayı İlkin Sungur’dan[1] çıkarma anını ayrıntısına kadar ezberlemiş, gemisi karaya oturup, karadan ateş de başlayınca kendisine karacı personelin dozerle yardım etmesini, bir başka çıkarma gemisinin komutanı Üsteğmen Aziz Duman’ı telsizle çağırarak kendisini halatla çektirmesini, kendi anlatımıyla dinlemek müthiş bir keyifti. Ve nice böylesi anılarla yüklü bir görevdi Mersin’deki görevim…

Kıbrıs’a 1976-1980 boyunca hep aynı gemiyle lojistik nakliyat yaptık. Her geçen gün Kıbrıs’taki olumsuzlukları görebilmek mümkündü. Kıbrıs’ın statüsü belli değildi ve üretim yoktu. En çok üretilen narenciyeyi dışarıya satamadıkları için bahçeler kurumaya terk edilmişti. Halkın gelir kaynağı neredeyse sadece Türkiye’den Ada’ya turistik ve çoğunlukla da “bavul turizmi” maksadıyla gelen, yarı “kaçakçılık” heveslisi Türkiyeli Türklerden elde edilen gelirdi. Üstelik bavul turizmcilerinin bavulları Kıbrıs’ın Rum kesimi (GKRY)’den geçirilen kaçak mallarla doluyordu. Tabii bu arada Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler için her yıl ayırdığı önemli bir ekonomik destek de mevcuttu.

1981-1983 dönemini kapsayan Deniz Harp Akademisi öğrenimimin ikinci yılında Kara-Deniz-Hava kuvvetleri müşterek derslerinde “Amfibi Harekat” hala önemli ve gözde idi. Bu müşterek ders için dersin hocası Deniz Kurmay Albay Kemal Tok[2], hem amfibi gemi ve araçlarını tanıtmak, hem de Kıbrıs Barış Harekatı’nın deniz harekatı bölümünü açıklamak için beni görevlendirmişti. Bir kez daha, katılmadığım bu harekatı yaşama imkanı bulmuş, hatta birini Akademiye bıraktığım derleme bir kitap bile hazırlamıştım.

Kıbrıs’la ilgili bağlantım, Deniz Harp Akademisi öğrenimini tamamlayıp 1983’te Genelkurmay Başkanlığına atandığım zaman da sürdü. Öyle ki, yeni görev yerim Personel Dairesi’ne henüz başlamıştım ki, iki saat içinde “Kıbrıs Barış Harekatı Madalya ve Taltif Projesi”nin proje subaylığına başladım. O esnada merhum Orgeneral Nurettin Ersin Haziran-Aralık 1983 arasında kısa sürede olsa Genelkurmay Başkanı olarak görevliydi. Aradan dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen, o dönemde anlatıldığı üzere, Kıbrıs Barış Harekatı’na katılan pek çok subay gibi, Bedrettin Demirel Paşa da harekatla ilgili hassasiyetini Ersin’e bildirmiş, nihayet Ersin’in kısa süreli Genelkurmay Başkanlığı döneminde, harekat sonrasında belirlenen personele madalya verilmesi kararı alınmıştı. Ağustos 1983’te başlayan bu madalya ve taltif projesini Ekim ya da Kasım ayı içinde Genelkurmay Karargahı’nın “Orbay Salonu”nundaki madalya töreniyle sonuçlandırmıştık. Bu maksatla altın, gümüş ve bronz madalya örnekleri çizmiş, İstanbul’da Darphane’de bastırtmıştık. Her bir taltif edilen TSK mensubu için sıralı üstler yoluyla yazılanları okumuş, ille de bu sıralamanın en üstünde bulunan harekatın Kıbrıs’taki en büyük komutanı Korgeneral Nurettin Ersin’in, herkesten daha titiz ve inci gibi el yazısıyla son değerlendirmelerini satır satır okumuştum. Deniz harekatının safhalarını çok iyi bildiğim Kıbrıs Barış Harekatı’nın, bu kez uçar birlik ve hava indirme dahil, kara harekatı ile hava harekatına da ayrıntılarına kadar vakıf olmuştum.

Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu duyduk. Üstelik o yıllarda bu gelişmeden Türkiye’de iktidarın da haberi yoktu. Bir şaşkınlık olsa da, Rauf Denktaş’ın bu emrivakisi pek “anormal” bir davranış olarak karşılanmamıştı.

Daha sonra uzun bir süre Kıbrıs’la ilgili doğrudan bağlantılı görevler ve ilişkiler içine girmedim. Taa ki, 1995’te Bonn Deniz Ataşeliğim sırasında Hannover Yedekler Cemiyeti’nin ismen benden Kıbrıs konusunda konferans talebinde bulunuşuna kadar. Gereken izni aldıktan sonra bu konferansı büyük bir keyif içinde vermiş, hatta daha sonra da, güvenlik politikasıyla ilgili bir Alman dergisinde[3] yayınlatma fırsatını da bulmuştum. Derken 1996 sonlarında KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Bonn’a geldi. Hem Büyükelçilik rezidansındaki özel sohbette, hem de konferansında kendisini dinleme fırsatını buldum. Kıbrıs’la ilgili doğrudan bağlantım tam sona erdi derken, bu kez GKRY’nin adaya Rusya’dan satın almak istediği S-300 füzeleri ile ilgili kriz ortaya çıktı. Biz de Almanya’da, özellikle de Alman Savunma Bakanlığı’nın açık kaynaklarından kısa bir sürede elde ettiğimiz S-300 füzeleri hakkındaki bilgileri tercüme ederek Ankara’ya ışınlamıştık…

r1525b250.jpg
1997’de Mersin’e ikinci bir kez, Akdeniz Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak atanınca, Kıbrıs yeniden görevlerimin ilklerinden biri haline geldi. İkinci yıl Mersin’deki yüzer birliklerin komodoru[4] olarak atanınca, bu kez Kıbrıs’taki “Barış Semineri”ne de bir tebliğle ve görevli olarak katılmıştım. Bu şekilde Kıbrıs’a intikalim, son ayrılışımdan 18 yıl sonra gerçekleşmiş, Kıbrıs’ı çok daha değiştiğini ve özellikle inşaat alanında geliştiğini görmüştüm. Üstelik bazı alanlarda üretim de yapılmaya başlanmıştı. Üniversite öğrenimi ise en dikkat çekici gelişmeydi. Ancak, aynı yıllarda Kıbrıslı gençlerin Adadaki Türk kuvvetleri için “işgal kuvveti” benzetimi yaptıklarını da büyük bir üzüntüyle duymuştum. Oysa Barış Semineri’ne katılan ve bir kısmı daha sonra generalliğe terfi eden adadaki alay komutanı arkadaşlarım da benim gibi, olası bir Rum-Yunan oldu bittisine karşı özellikle Kıbrıslı soydaşlarımızın can ve mal güvenliğini ön planda tutan bir haleti ruhiye içindeydik. Üstelik Türkiye, yıllardan beri kendi ekonomik kaynaklarından bir bölümünü KKTC için ayırıyor, bu sadece Türkiye’nin tanıdığı devletin memurlarının maaşları, hatta “işgalci TSK” haykırışında bulunan üniversitelilerin hocalarının maaşları bile Türkiye tarafından ödeniyordu...

Bu derin ıstırap ve yaraya rağmen, 1999 yazı tatilini eşim ve çocuklarımla birlikte KKTC’de geçirdik. Arabayla geçtiğimiz adada, hem nakil sırasında hem de bürokratik formaliteler yüzünden baygınlıklar geçirmemize ramak kalmıştı. KKTC’nin bu bürokratik cehennemi andıran hali artık unutmaya yüz tuttuğumuz 1970’li yılların Türkiye’sinin bürokrasini yeniden hatırlatmıştı. Ama, adanın tatil cenneti için yaratılmış özelliği kısa sürede bize bu sıkıntıyı unutturdu. Maraş/Magosa’dan Saint Hilarion Tepe’sine, Karpaz’dan Güzelyurt’a kadar tüm adadaki tarihi ve turistik yerleri dolaşan çocuklarımla güzel bir tatil keyfi yaşadık…

1999’da Genelkurmay Başkanlığı’nda gene Kıbrıs’la bağlantılı bir göreve atandım. Aslında görevim Yunanistan Şube Müdürü idi ama, Kıbrıs’la ilgili gelişmeleri de atlamam mümkün değildi. O yıllarda Türkiye olarak, bir taraftan Türk-Yunan Güven Artırıcı Önlemler paketini çıkartarak barış taarruzuna kalkışırken, bir taraftan da Kıbrıs’la ilgili gelişmeleri yakından ve endişeyle izliyorduk. Zira Derviş Eroğlu’nun koalisyonunda derin çatlaklar vardı. Kıbrıslı bir gazete alenen Türkiye ve TSK’nin adadaki varlığına saldırıyordu. Öte yandan Türkiye de AB’nin dayanılmaz çekiciliğine kendisini kaptırmış, Kıbrıs’la birlikte AB’ye girmenin “yanlış” hesapları içerisindeydi. O günlerde Kıbrıs’ı çok iyi tanıyan bir Türk hariciyecisini, Lefkoşa Büyükelçiliği görevinden yeni dönen Ertuğrul Apakan’ı tanıma fırsatını buldum. Kendimi strateji ve jeopolitik konularında iyi yetişmiş biri olarak bilirim. Ancak, sadece Kıbrıs’ı değil, Kıbrıs’a ilaveten ve olması gereken şekilde Doğu Akdeniz jeopolitiğini bu kadar iyi tanıyan ve açıklayan birini ilk kez sayın Apakan’ın şahsında bulmuş, sorumluluk sahibi bir Türk olarak da bundan büyük bir mutluluk duymuştum. 2001’de Genelkurmay’daki görevimden bir başka kurmay görevine ayrılırken, Kıbrıs’la doğrudan ilgileneceğim bir husus bulunacağına inanmıyordum. Ancak, Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmama yakın tarihlerde Doğu Akdeniz’in adeta kaynadığını, Nil Nehri’nin mansabından Kıbrıs’a kadar yer alan Akdeniz coğrafyasının deniz tabanında petrol ve doğalgaz olabileceği söylentilerinin yayıldığını, GKRY’nin bu sebeple bazı siyasi oyunlar içine girdiğini görmeye başlamıştım.

Bir süre sonra Kıbrıs’ı belki de tamamen koparacak bir yanlışlığı daha yaşadı Türkiye. Annan Planı oylandı. Türkiye’nin Kıbrıs’ta yanlışları oynayan dış politikası, Kıbrıs’taki yanlış politikacıların yanlışlarıyla paralel “at koşturdu” adeta… Birbiri peşi sıra Kıbrıs’ta kaybetmenin hızı da yükseldi. Hayatının 50 yılını Kıbrıs davasına adayan Rauf Denktaş, önce siyaseten etkisizleştirildi, ardından da cumhurbaşkanlığına veda etti. Türkiye, 2004 Sonbaharında AB ile katılım ortaklığı belgesini imzalayarak, Kıbrıs’la ilgili tutunabileceği bir dalı daha kesti. Kıbrıs adeta elimizden kayıp gidiyordu… En azından Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz sahasıyla ilgili milli çıkarlarını göz önüne serebilmek maksadıyla 2007 içinde bir yazı yazarak, Kıbrıs’tan uzaklaşmamayı, Kıbrıs’la ilgili konferans ve panellere katılmayı sürdürdüm.[5]

Bir çırpıda özetlediğim hatıralarım içerisinde Kıbrıs’ın yeri oldukça büyük. Sanıyorum, Türkiye’de yaşayan Türklerin şu ya da bu şekilde Kıbrıs’la ilgili hatırlayabildiği benden daha fazla, ya da daha az, ama mutlaka hatıraları vardır. Üstelik benimki gibi, önemli bir bölümü görev icabı olmaksızın… Zaten nasıl olmasın ki? Kıbrıs’a “Yavru Vatan” adını Türkiye’nin resmi ağızları takmadı. Anadolu Türklüğü verdi bu adı ona… Zira Türkler, XVI. asrın ikinci yarısından beri Kıbrıs’taydı. Ya da, o tarihten itibaren uzun bir süre Kıbrıs Türk yurdu Anadolu’nun bir parçası gibiydi.

Kıbrıs’ın “Yavru Vatanı” Haline Gelişi

1571 yılında Türkler tarafından fethedilen Kıbrıs’ta, Lala Mustafa Paşa’nın askerlerinden 30 bin civarındakileri Kıbrıs’a yerleştirildi. Tımar ve zeamet verilen askerlerden evli olanların aileleri de adaya yerleştirildi. Bekarların evlenebilmeleri için de çıkartılan bir fermanla Anadolu’dan genç kızların getirilmesinin yolu açıldı. O dönemde ekilmemiş geniş tarlaların bulunduğu Kıbrıs’ta, zanaatkarlara, taşçılara, demircilere ve daha birçok el erbabına ihtiyaç duyuluyordu. Bunu haber alan Sultan Selim II, 9 Nisan 1571 tarihli bir fermanla, Karaman bölgesinden Kıbrıs’a intikalle yerleşmek isteyenlere zorluk çıkarılmamasını, hatta yardım edilmesini, adanın bereket ve güzelliğinin herkese duyurulmasını, daha iyi bir geçim sağlamak isteyenlerin de adaya gitmesi için haberdar olunmasını emretmişti. Kadılar vasıtasıyla Karaman’a iletilen bu ferman üzerine, o dönemde “sürgün” tabir edilen geleneksel bir yöntemle, fakir köylüler, kasabalardaki işsizler öncelikle kaydedildi. Gönüllülerin müracaatları da dikkate alındı. Tıpkı askerlik hizmeti ya da yurt vazifesi gibi addedilen sürgün sistemi ile Kıbrıs’a gönderilenler, bir daha memleketlerine geri dönmeyecekleri için malları mülkleri açık arttırmalarla satılarak veya hükümet tarafından satın alınarak, bedelleri kendilerine ödendi. Kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra, Kıbrıs’ın bu yeni “sürgün” Türkleri Lefkoşa’da Kıbrıs Beylerbeyi’ne teslim edildiler. Zaman içinde tekrarlanan sürgün yöntemi ile Anadolu ve Rumeli’den yeni gelenlerin bir kısmı daha Kıbrıs’a intikal ettirilerek, adadaki Türk varlığı perçinlendi.[6]

XIX. yüzyılın sonlarına doğru, bu yüzyılda “yaprak dökümü”nü andıran toprak kayıplarına Kıbrıs da katıldı. 1878’de, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrası, Rusya’nın “sıcak denizlere” inerek, Akdeniz’de kendi çıkarlarına zarar verebileceğini düşünen İngiltere, adayı resmen gasp etti. Notalar vs işe yaramadı, sonunda karşılıklı olarak iki ülke “Kıbrıs’ın kiralandığı” yalanını yaydılar. Bu tarihten itibaren Ada’dan tersine göç, yani Anadolu’ya Türk göçü yaşandı. Birinci Dünya Harbi, İstiklal Harbi ve nihayetinde Lozan Barış Antlaşması ile adaya tamamen veda ettik. Daha sonra sıkça tekrarlayacağımız yeni adıyla, “yavru vatanın” elimizden kayıp gidişine ilk kez tanık olduk.
Kıbrıs’ın Batı İçin Önemi

Akdeniz’in doğusunda, Türkiye’nin güney kıyılarına ve Suriye-Lübnan kıyılarına nispeten yakın bir coğrafyada yer alan Kıbrıs, Akdeniz’in Sicilya ve Sardinya’dan sonra üçüncü büyük adasıdır. 30.33 ve 35.41 eylemleri ve 32.23 ve 34.55 boylamları arasındadır. Güneyinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), kuzeyinde ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) yer almaktadır. Türkiye dışında tanıyan ülke bulunmayan KKTC’nin yüzölçümü 3.355 km²dir. Kuzey Kıbrıs’ın kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan; güneyinde Güney Kıbrıs ve 418 km ile Mısır; batısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır.

Coğrafi konumu yukarıda verilen Kıbrıs, bir taraftan bu kıyıları kontrol edebilecek, diğer taraftan da Mısır’da Süveyş Kanalı-Girit arasındaki deniz ticaret hatlarını kontrol edebilecek, stratejik önemi çok büyük bir uçak gemisi gibidir. Adanın Ortadoğu’da bir ileri harekat üssü, İncirlik’e alternatif bir lojistik destek ve ileri harekat üssü gibi kullanabilme imkan ve kabiliyetleri mevcuttur. Hele de İsrail’in bölgede kuruluşundan beri dindirilemeyen çatışmalar ile özellikle 2003 tarihli Irak müdahalesi de dikkate alındığında, Kıbrıs’ın stratejik önemi çok daha ön plana çıkabilmektedir. Tüm bu özetlenenleri bir tarafa bırakalım, İngiltere’nin Kıbrıs’taki üslerinden neden ayrılmadığı sorusuna cevap aranırsa, adanın önemini kavrayabilmek çok daha kolaylaşabilecektir.

Kıbrıs’ın Batı için önemini biraz daha açalım. Zira Balkanlarda, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kurulan pek çok Slav-Sırp kökenli yeni devletlere hoşgörü ile, hatta bazılarına olanca teşviklerle yaklaşan AB ve ABD’nin, Kıbrıs’ta iki toplumlu bir devlet, ya da iki ayrı devlete olumsuz yaklaşmasını düz bir mantıkla anlamak mümkün değildir. Bunu anlayabilmek için bir ayrıntıyı görebilmek gereklidir. Bunlar madde başlarıyla şöyle sıralanabilir: (1) Kıbrıs’ın jeostratejik önemi. (2) Kıbrıs’ın ABD ve AB’de Rum-Yunan ikilisine destek sağlayan kesimler için önemi. Yani, adanın Yunan Megali İdeası’nın bir parçası oluşu. (3) Kıbrıs’ın, bizim “geride kaldı” diye düşündüğümüz, ama Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ile adeta kafamıza çaktığı, “Haçlı” zihniyetinin bilinçli ya da bilinçaltı devamlılığıdır.

1960 ve 1961 Londra ve Zürih Anlaşmaları ile İngiliz toprağı haline gelen Güney Kıbrıs’taki İngiliz Akratori ve Dikelya askeri üsleri de soruna başka bir boyut kazandırmaktadır. Anılan askeri üslerden ABD de ikili anlaşmalar çerçevesinde yararlanabilmektedir. Kıbrıs bu özellikleri ile gittikçe karmaşıklaşan Ortadoğu bölgesinde askeri açıdan bir yığınaklanma ve büyük güçlerin taarruz maksatları için bir ileri harekat üssü özelliklerine sahiptir. Kıbrıs’ın tamamen Rumların kontrolüne geçmesi halinde, İngiltere de üslerinin varlığının tehlikeye girmesinden endişe etmektedir. Çünkü İngiltere, hakimiyetindeki Kıbrıs’ın Rum saldırıları ile bugün geldiği nokta meydandadır. ABD ise, Yunan diasporasının baskısı sebebiyle ve Türkiye’nin bölgede kendi çıkarlarına halel getirebilecek etkin bir güç merkezi oluşturmaması için daha dengeli bir yaklaşım sergilemektedir.

Yukarıda özellikleri belirtilen Kıbrıs üzerinde kurulan, bu özellikleri sebebiyle de Batı’nın bir türlü bırakın tanımayı, tanımaya yeltenenlere bile göz açtırmadığı KKTC, sonunda kendisini feshetme konumuna hızla yaklaşmaktadır. Yaklaşık olarak ada sahillerinin yarısı KKTC sınırları içerisindedir. Ekilebilen % 45’lik verimli arazinin % 20’si sulanmaktadır. KKTC genelinin % 20’si ormanlık olup, yoğun bir ağaçlandırma programı devam etmektedir.[7]

50 Yıla “Binlerce Sayfalık” Bir Tarih Sığdıran Kıbrıs

1960 yılında Rum ve Türk olmak üzere iki toplumlu bir cumhuriyet olarak kurulan, 1959 ve 1960 tarihli Londra ve Zürich antlaşmaları ile iki toplumun yaşamı Türkiye-İngiltere-Yunanistan tarafından garanti altına alınmış olan Kıbrıs’ta, 1963 yılından itibaren Rum tarafında baskın olarak ortaya çıkan, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama (ENOSİS) düşüncesiyle, ada ikiye parçalanma yolunda oldukça mesafe kat etmişti. Zira Kıbrıs Rum tarafı, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu şekilde yaşamasına şans vermedi. Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, bu garanti antlaşmalarının Kıbrıslı Türklere adil olanın ötesinde haklar verdiğini ve 1960 anayasasının işlemez olduğunu öne sürmeye başlayarak, 30 Kasım 1963’te anayasanın tadili için, veto hakkının kaldırılması ile başlayan 13 maddelik önerilerini zamanın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e iletti. Yedisi anayasanın değiştirilmez temel maddelerinin tadilini öngören bu öneriler 16.12.1963’te Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafınca reddedildi. Bunun üzerine 21.12.1963’te Kıbrıs Rum tarafı Türk toplumuna karşı şiddete başvurmaya ve önceden hazırlanmış Akritas Planı’na göre silahlı saldırılar başlattı. Sonuçta, tüm Kıbrıs Türk nüfusu ada yüzölçümünün % 3’ne tekabül eden ve sürekli kuşatma altında tutulan küçük bölgelere (enklav) sığınmak zorunda kaldı. 1964 yılı başlarında adaya bir BM Barış Gücü gönderildi ise de durumu değiştirilemedi. Böylece, Kıbrıs Cumhuriyeti bir ortaklık devleti olmaktan çıkarak, bir Rum yönetimine dönüşmüş, fiilen Rum Yunan kontrolüne girmiş ve iki taraf birbirinden kopmuştu. Meşruiyeti olmayan bu durumu Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı hiçbir zaman kabul etmedi.

5.6.1964’te, dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye gönderilen ünlü “Johnson Mektubu” ile iki ülke arasına adeta buzdan halılar serildi. Zira bu mektubun özellikle bir paragrafında; “(…) Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir müdahale, SSCB’nin soruna doğrudan doğruya karışmasına neden olabilir. NATO (müttefikleri) tam rıza ve muvaffakatları olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket sonucunda ortaya çıkacak bir SSCB müdahalesine karşı Türkiye’yi savunmak yükümlülükleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulamamışlardır…“[8] şeklinde, Türkiye’yi tedirgin edecek kadar, müttefikliğe yakışmayan ifadelerle doluydu. Kıbrıs meselesinde muhtemel bir Türk-Yunan savaşının çıkmasından endişe eden ABD, Türkiye’yi bu girişimden caydırmak için, ittifakın kuruluş anlaşmasının, 5. maddesindeki, “NATO üyesi ülkelerden birine yapılan saldırının NATO’nun tüm üyelerine yapıldığı kabul edilecektir!” ifadesinin, muhtemel bir Sovyet saldırısı karşısında işlemeyeceğini söylemekteydi.

1968’te başlayan ilk görüşmelerde Türk tezi “federasyon” şeklinde ortaya kondu. Bu görüşmeler 15.7.1974’te Nikos Sampson’un Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği Rum-Yunan askeri darbesiyle son buldu. Kıbrıs’ın egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve adadaki Türk ve Rumların can ve mal güvenliğine kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1959-1960 garanti antlaşmalarının öngördüğü şekilde garantör güçlerden İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulundu. Türkiye bu girişimine olumsuz cevap alması üzerine, adadaki Türklerin güvenliğini dikkate alarak, 20.7.1974’de başlattığı ve iki ayrı tarih ve aşamalı Kıbrıs Barış Harekatı sonunda Kıbrıslı Türklerin varlığı güvence altına alabildi.

Harekatın başlaması ile birlikte Türkiye’de tüm düşünür ve yazarlar neredeyse Türkiye’nin haklılığından emindi. Bunlardan Metin Toker’in yazdıklarından bir kısmı şöyledir:

“Türk birliklerinin harekete geçirilmesi belki milletlerarası çevrelerde tartışılacaktır. Ama harekete geçirilme sebebindeki haklılık, meşruluk ve gayenin temizliği herkes tarafından mutlaka ve kesinlikle kabul edilecektir. Başpiskopos Makarios’un BM’de Kıbrıs’ın meşru devlet başkanı olarak kabul edilmesi, Lefkoşa’da meşru bir yönetimin bulunmadığının reddedilmez delilidir. Böylece, bir taksim gerçekleştirilmediğine göre, Ada’daki soydaşlarımızın kaderi bu yönetimin eline terkedilmiş olmaktadır.
Türk Hükümeti buna müsaade edemeyeceğini ilan etmiş ve milletlerarası antlaşmalarla kendisine tanınan hakkı kullanma kararını vermiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri, Amerika Birleşik Devletleri’nden Sovyet Rusya’ya ve Birleşmiş Milletlerden NATO’ya, bütün devletlerin ve örgütlerin açıktan söyledikleri bir amacı gerçekleştirmek için Kıbrıs’tadırlar. ‘Bu görevin sadece bize bırakılmamasını elbette ki, tercih ederdik.’ Ama geciken vakit Ankara’ya eski tecrübeleri hatırlatmış ve oldu bittilerin bunu yapanların yanına kar kaldığı gerçeği bu sefer Türkiye’yi başka vaziyet almaya itmiştir.”[9]

Kıbrıs Barış Harekatı toprak, nüfus ve güvenlik açısından yeni koşullar yarattı. Nüfus mübadelesini öngören Viyana-III Anlaşması ile kuzeyden güneye tahminen 120.000 Rum ve güneyden kuzeye 65.000 Türk geçmiş, böylece nüfus bakımından homojen iki kesim meydana geldi. Bu iki kesim 180 km boyunca uzanan bir ara bölge ile birbirinden ayrılarak, 1964 yılından beri adada görev yapan BM Barış Gücü ara bölgeye yerleştirildi.

Bu arada, 1968 yılında Türk tarafınca önerilen federasyon tezi muhafaza edilerek, 15.11.1983’te KKTC’nin kurulduğu ilan edildi. Türkiye KKTC’nin bağımsızlığını derhal tanıdı.

1978’de yapılan resmi nüfus sayımında Kıbrıs’taki Türk nüfusu 146.740 olarak tespit edildi. 1978 ile 1996 yılları arasında ortalama nüfus artış oranı artışı %1.4 oldu.[10]KKTC’de 30 Nisan 2006’da yapılan nüfus ve konut sayımı sonuçlarına göre; KKTC’nin “de facto” nüfusu 265.100, “de jure” nüfusu ise 256.644 olarak bildirilmektedir. KKTC vatandaşı ve çift uyruklu olduğunu beyan eden KKTC vatandaşlarının toplamı 178.031 olarak belirlenirken, ülkede sürekli ikamet eden KKTC vatandaşlarının 120.007’sinin anne ve babaları Kıbrıs (KKTC veya Güney Kıbrıs) doğumlu, vatandaşların 8.084’ünün annesinin Kıbrıslı, babasının üçüncü ülke doğumlu, 4.544’ünün babasının Kıbrıslı, annesinin üçüncü ülke doğumlu olduğu sonucu alınmıştır. Sayım sonuçlarına göre, anne ve/veya babası Kıbrıs doğumlu olanların sayısı 132.635 olup, KKTC vatandaşlarının % 74.5’ini oluşturmaktadır. Anne ve babası Türkiye doğumluların sayısı ise 42.572 ve toplam nüfusa oranı da % 23.91’dir.[11]
 

KARAHAN

Dost Üyeler
Katılım
16 Haz 2008
Mesajlar
739
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Kayseri.
“Havanda Su Döven” Kıbrıs Barış Görüşmeleri ve AB “Havucu”

KKTC’nin ilanının ardından BM’nin devreye girmesiyle adadaki Türk ve Rum liderleri arasında aracılı ve aracısız sayısız görüşmeler yapıldı. Bu görüşmelerde Türk tarafında hep Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, karşı tarafta ise Glafkos Klerides, Kipriyanu, Vasilis, Papadopoulos vb. çok sayıda Rum lider hazır bulundular. Görüşmeler birçok BM Genel Sekreteri ve “Kıbrıs Özel Temsilcisi” eskitti. Ama bir türlü sona ulaşamadı. Türk tarafının isteği aslında 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde adadaki Türklere tanınan haklardan fazlası değildi. Bunun yanında “can güvenliği” dışında ilave yoktu. Rum kesimi ise tüm stratejisini 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ve sonrasına göre kurgulamıştı. Onlara göre bu harekattan önce adada hiçbir sorun yoktu. Kıbrıs Barış Harekatı ile ada “işgal edilmiş, işgal kuvveti TSK adadaydı. İşgalle birlikte adanın kuzeyindeki Rumlar mal ve mülklerini terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı.” Türklerin, harekattan önce can güvenliklerinin tehlikeye düşmesi, Agritas Planı uygulamaları, Sampson darbesi vb unutturulmaya çalışıldı. Bu duruma Kıbrıs’ın stratejik ve Batı için taşıyan önemi eklendiğinde, Türk tarafı haklılığını bir türlü kabul ettiremedi. Sonunda Kıbrıs sorununun çözümüne AB el atmaya başladı. Böylece Kıbrıs konusunda Türk tarafının altındaki halı da süratle çekilmeye başlandı.

AB, Aralık 1997 Lüksemburg zirvesinde GKRY ile tam üyelik görüşmelerini başlatma kararı alarak, Kıbrıs’ta çözüm sürecinin temelini teşkil eden siyasi eşitlik ilkesini tanımadığını ve Kıbrıs Türk halkını bir azınlık addettiğini ortaya koydu. “Hükümet” olarak tanıdığı GKRY’nin AB müzakere heyetine Türk tarafının ancak, toplum temsilcisi olarak katılabileceğini kayda geçirdi.

AB’nin Kıbrıs’ta mevcut tüm dengeleri değiştiren bu girişimi üzerine, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş tarafından 31.8.1998’de, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözüm için “Kıbrıs Konfederasyonu” tesis edilmesi önerildi. Kıbrıs Türk tarafının konfederasyon önerisinde; iki eşit egemen devlet temeline dayalı bir çatı altında, içte iki konfedere devlet kurulması, dışta ise iki devlet arasında anlaşılacak konularda tek temsiliyet öngörülmekteydi.

G-8 ülkelerinin Haziran 1999 ayında Köln Zirvesi’nde aldıkları karara istinaden, BM, tarafları Aralık 1999’da kapsamlı görüşmeler için zemin hazırlamak maksadıyla Aracılı Görüşmelere davet etmiştir. 03.12.1999’da başlayan Aracılı Görüşmeler fasılalarla beş tur halinde 10.11.2000’e kadar devam etti. Taraflar BM Genel Sekreteri’nin “Ana Konular” olarak adlandırdığı; güvenlik ve garantiler, mülkiyet sorunları, toprak, bir çözüm çerçevesinde merkezi otoriteye bırakılacak yetki dağılımı konularında görüşlerini açıkladılar. Ayrıca, Türk tarafınca da aynı kapsamda olduğu değerlendirilen statü eşitliği, ambargolar, AB boyutu ve konfederasyon tezinin ayrıntıları hakkında görüşler BM Genel Sekreteri ve Özel Temsilcisi’ne aktarıldı.

12-26 Eylül 2000 tarihlerinde yapılan dördüncü tur aracılı görüşmelerin başlangıcında BM Genel Sekreteri, tarafların görüşmelerde siyasi bakımdan eşit olduklarını ve çözümde de bu konunun esas alınacağını belirtti. 1-10 Kasım 2000 tarihlerinde yapılan beşinci tur aracılı görüşmelerde BM Genel Sekreteri’nin 12 Eylül açıklamasını hiçe sayan ve adadaki gerçekleri göz ardı eden 08.11.2000 tarihli sözlü empoze çözüm çabaları Aracılı Görüşmelere büyük darbe indirdi. Bu gelişme üzerine Türkiye ve KKTC’nin 24.11.2000 tarihli Ankara’daki bir zirve toplantısının sonucunda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş; “anlamlı görüşmeler için zemin hazırlanmasına yönelik olarak başlatılan” dolaylı görüşmelerde, BM yetkilileri tarafından parametrelerin değiştirilerek yanlış yola girildiğini ve bu görüşmelerin devamında yarar görmediğini ifade etti. Denktaş sözlerini ayrıca; “adada iki devlet, iki halk, iki egemenlik ve demokrasi vardır. Bunlar sanki yokmuş gibi sadece Rumlar ve Rum Cumhuriyeti var ve Kıbrıs Türkleri de bunların içinde bir cemaatmiş gibi bir yaklaşımla görüşmeler devam edemez!” şeklinde sürdürdü.

Kıbrıs’ın AB üyelik sürecinin başlamasıyla, adada BM şemsiyesi altında çözüm arayışları adeta tıkanmaya başlamış, 2003 yılında adada yapılan BM’nin önerdiği ve adı “Annan Planı” olarak bilinen çözüm önerisi Türklerin büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilirken, GKRY tarafından büyük bir oranda reddedildi. İlaveten Türkiye, 2004 ve 2005 yıllarında AB’nin “Katılım Ortaklığı” belgesini imzalamakla, Kıbrıs’la ilgili konularda zımnen de olsa Rumların istediğini “kabul etmiş” oldu. Bu tarihten sonra Rum tarafının BM’nin yeni çözüm önerilerine yakın olmadığı gibi, aslında Türklerin aleyhine olduğu değerlendirilen Annan Planı’nın daha ötesinde ve büyük haklar talep edecekleri kehanet sayılamayacak kadar açıktı.

Bayrağı, hükümeti, Meclis’i, hava yolları, üniversiteleri olan KKTC sadece Türkiye tarafından tanınmıştır. Annan Planı’ndan önce özellikle Batı ve hatta AKP iktidarı tarafından başlatılan kampanyalarda, ABD ve AB’nin KKTC’nin lehinde düzeltmeler yapacakları sözleri verilmişti. Ama, o sözlerin verildiği 2004 yılı ilk yarısından bu yana uzun bir süre geçtiği halde bu sözlere riayet edilmediği görüldü. Adada Türkiye’nin 30 bin civarındaki askeri, olası bir Rum saldırısına karşı güvenlik maksadıyla tutulmaktadır. Özellikle de bu kuvvet Rum basını ve Batı tarafından “işgal gücü” olarak tanımlanmakta, hatta buna bazı adalı Türklerin de katıldığı görülmektedir. Türkiye, her yıl önemli ölçüde mali yardımda bulunduğu Kıbrıs’ta normalleşmenin gerçekleşebilmesi için elinden gelenden fazlasını yapmış, ancak Rum tarafı ısrarla ve iki toplum yerine, tek toplumlu ve Türklerin azınlık olduğu bir sistemi kabulde diretmektedir. Bu konuda en önemli siyasi desteği ABD’deki Rum lobisinden, AB’de ise önceleri Yunanistan’ın, daha sonra da, kendi üyelikleri ve iki ülkenin karşılıklı dayanışma faaliyetleriyle destek bulmaktadırlar.

Kıbrıs’ta Türklerle ilgili gelişmeler aleyhte açılmaya devam ederken, 6.12.2006’da dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül Kıbrıs konusundaki yeni bir açılımı ilan etti: “Karşı taraf, Ercan Havalimanı’nın açılışını kabul edecek, biz de Türkiye olarak AB’nin istekleri doğrultusunda Magosa limanını Rum gemilerine açacağız!” Bu açılımı Başbakan R. Tayip Erdoğan da sahiplendi. Bu gelişme, ne olursa olsun AB’nin müdafiliğini yapanlarca “başarılı bir dış politika atağı” şeklinde yorumlanırken, Rum-Yunan ikilisini ve onların etkisindeki AB’nin politikasını iyi bilenlerce de, “Kıbrıs’ı verip kurtulmak için en kolay yol!” şeklinde değerlendirildi.

Bir dönem Türkiye’nin AB üyeliği için “pazarlık” konusu yapılan GKRY, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde en belirgin “engelleyici ve etkileyici” bir faktör haline getirildi. Aralık 2006 Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye-AB müzakerelerinin sekiz başlığı altındakiler askıya alınırken, diğer başlıklar da açılıp kapatıldı. AB’nin 21 Eylül 2005 Deklarasyonu’nu esas alan çerçevedeki gelişmelerin 2007, 2008 ve 2009 yılı İlerleme Raporlarında ele alınması öngörüldü. 2009 yılına kadar, “Ek Protokol ve Limanlar” konusunun ertelenmesini içeren bir takvim ortaya kondu.[12] Yani, Türkiye’ye AB üyelik süreci görüşmelerinde, GKRY’yi “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tanıması için verilen mühlet 2009 yılında doluyor…

Milenyum’da Kıbrıs’ın Deniz Sahalarını Isıtan Petrol Projeleri
AB’nin GKRY’yi üyelik sürecine alması ile birlikte, Kıbrıslı Rumların Doğu Akdeniz’e hareket getirdikleri de gözlemlenmektedir. Önce 2002 yılı içinde Rodos’un güneyindeki geniş bir sahada bir Norveç şirketine ait deniz dibi araştırma gemisine “araştırma” yaptırtmışlardır. 2003 Irak müdahalesinin ayak seslerinin duyulması, buna paralel olarak da petrol ve doğal gaz fiyatlarındaki artışla birlikte, Doğu Akdeniz’de Nil Nehri mansabından Kıbrıs’a kadar uzanan deniz tabanında doğal gaz ve petrol bulunduğu bilgileri basın-yayın organları tarafından sık sık duyurulmaya başlandı. Daha sonra 2007 yılı başlarında GKRY, deniz alanlarının hudutlarını belirlemek maksadıyla Mısır ve Lübnan ile “münhasır ekonomik bölge” sınırları konusunda anlaşmalar imzaladı. Bununla da yetinmeyerek ve özellikle Kıbrıs’ın güneyi ve güney batısında, karasuları dışında ancak, kendi belirlediği “münhasır ekonomik bölgesinde” 15-16 sahada uluslar arası şirketlere petrol ve doğalgaz arama ruhsatları verdi. Bunun üzerine Türkiye tarafından, 2007 yılı içinde TPAO’ya Kıbrıs’ın batısında kalan ve Türkiye’nin “münhasır ekonomik bölgesi” içinde kaldığı değerlendirilen sahalarda aynı maksatla petrol ve doğalgaz aramak için ruhsat verilmiştir. Bu sahalardan en güneydekinin sınırları, evvelce GKRY’nin kendisi tarafından belirlenen münhasır ekonomik bölge içinde ve petrol-doğalgaz araması için ruhsat verileceğini ilan ettiği sahalardan dört adedinin sınırları içine taşmaktadır.[13] Bir bakıma Türkiye, henüz Doğu Akdeniz’de “deniz yan hudutları” belirlenmediği için böyle “tek taraflı” GKRY uygulamasını kabul etmeyeceğini, oldu bittilere izin vermeyeceğini dosta düşmana ilan etmiştir.

Kıbrıs’ın güneyindeki ruhsat verilen sahaların derinlikleri 2.000-2.500 m civarındadır. Daha 15-20 yıl öncesine kadar en fazla 500 m derinliklere kadar deniz yatağındaki petrol çıkarma işlemleri yapılabilirken, gelinen günde 2.500 metrenin üzerindeki derinliklerde petrol çıkarılabilecek teknolojiye ulaşılmıştır. Üstelik petrol ve doğalgaz fiyatları da 2003 Irak Savaşı’nın ardından yeni rekorlar kırmaya doymamaktadır. Dolayısıyla, maliyeti evvelce yüksek bulunduğu için işletilmeyen petrol ve doğalgaz yatakları günümüzde kabul edilebilir maliyet sınırları içine girmiştir. Kıbrıs’ın güney ve güneydoğusundaki deniz yataklarında, henüz petrolün varili 55-60 dolar civarında iken, 400 milyar dolarlık bir petrol potansiyelinden söz edilmekteydi. O günlerde Türkiye’nin 2006 yılı GSMH’si kadar olan bu tutarın, Kıbrıs Rum Kesimi gibi küçük topluluk için rüyaları süsleyebilecek kadar büyük bir rakamdır.

Öte yandan, GKRY’nin maddi çıkarlar düşüncesine ilaveten, Türkiye’nin böyle bir oldu bittiyi kabul etmeyeceğini değerlendirmiş olması da mümkün değildir. GKRY’nin niyetinin; (1) AB giriş sürecindeki Türkiye’yi köşeye sıkıştırarak isteklerini elde etmek, ya da AB’ye “Türkiye’nin uzlaşmacı olmadığı” izlenimini vermektir. (2) Doğu Akdeniz gibi yarı kapalı statüsündeki bir deniz alanında, Türkiye’nin dışındaki ülkelerin münhasır ekonomik bölge sınırlaması hususunda fazlaca sorunu bulunmamaktadır. Sorunu bulunmayan diğer ülkeler (Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır) arasında sadece Türkiye’nin itiraz ediyor olmasını da gene, “Türkiye’nin uzlaşma yanlısı olmadığı” şeklinde propagandalarına eklemek isteyebileceği değerlendirilmektedir. (3) Şayet GKRY bu hamlelerinde başarılı olursa, bu sonuçtan Yunanistan da nemalanabilecektir. Zira, halen Doğu Akdeniz’de Türkiye ile hiçbir ülke arasında deniz yan hududu resmi belgelerle belirlenmemiştir. GKRY’nin bu tip hileli hamlelerinin başarılı olması halinde, Yunanistan’ın da Türkiye aleyhinde Doğu Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge iddiasında bulunması sürpriz bir gelişme olmayacaktır. Zira, AB uğruna Türkiye’nin “komşuları ile sorunlarını çözmesi” gerektiğinin bilincindedirler.

Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölge anlaşmaları yapması ve bu bölgelerinde petrol aramaları yapılmasına imkan tanıyan ruhsatlar vermiş olması konusunda 2007 yılı sonuna kadar ABD, AB, Rusya ve Çin gibi küresel güç ve küresel güç adaylarından ayrıntılı bir açıklama yapılmamıştır. Türkiye ile gerilimin artması halinde hem AB’nin, hem de Rum lobisinin ağırlığı ile ABD’nin konuya ilgisiz kalamayacağı, bu ilginin de GKRY yanında olacağı değerlendirilmektedir.

Kıbrıs’ın Türkiye Açısından Önemi

Türk tarafı uzun bir süre, KKTC’de büyük çoğunlukla kabul edilmiş olan Annan Planı çerçevesindeki çözüm açısını korurken, GKRY-Yunanistan ikilisi, GKRY’de büyük bir çoğunlukla kabul edilmeyen bu planı “tarih oldu” diyerek kabul etmeme kararlılığını sürdürdü. GKRY’nin tutumu, Kıbrıs sorununu BM çerçevesinde çözmek yerine, AB’ye getirerek, kendi istediği şekilde ve AB’nin desteği ile sonuç almak yönündeydi. Burada kullandığı taktiğin iki önemli unsuru; GKRY ve Yunanistan’ın AB üyesi olması gerçeği ile, “AB ilkeleri”dir. Keza, AB içinde Türkiye gibi büyük bir ülkeyi almak istemeyen ülkelerle de zımnen de olsa ittifak içindedir. GKRY, Türkiye’nin AB üyeliği konusunda “belirleyen ve etkileyen” bir siyasi güç haline gelirken, KKTC’dekinin aksine, GKRY’de aşırı milliyetçilik Papadapoulos iktidarı ile yükseliş kaydetti. Bu sebeple de BM nezdinde bir çözüm arayışının kısa vadede sonuç vermesi mümkün değildi. Bu gelişmelere sebebiyet veren AB, iki üyesi karşısında “eli kolu bağlı” vaziyette olduğu masalını anlatmağa çalışırken, ABD’de de, Kongre’de üçüncü büyük yaptırım gücüne sahip “Rum lobiciliği” nedeniyle, çözüm konusunda GKRY’ye önemli bir siyasi baskı söz konusu değildir.

Başlangıçta, Türkiye’nin AB üyeliğinde “pazarlık gücü” olarak düşünülen GKRY, geçen yıllar içinde tam tersine, Türkiye’nin AB üyeliğini “engelleyici ve etkileyici” bir faktör haline gelmiştir. Aralık 2006 Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye-AB müzakerelerinin sekiz başlığı altındakiler askıya alınırken, diğer başlıklar da açılıp kapatılmıştır. AB’nin 21.9.2005 Deklarasyonu’nu esas alan çerçevedeki gelişmelerin 2007, 2008 ve 2009 yılı İlerleme Raporlarında ele alınması öngörülmüştür. 2009 yılına kadar, “Ek Protokol ve Limanlar” konusunun ertelenmesini içeren bir takvim ortaya konmuştur.[14]

Kıbrıs politikalarında GKRY ve Yunanistan’ı en çok korkutan, bloke eden, engelleyen ve rahatsız eden konu Kıbrıs’taki Türk askeri varlığıdır. Türkiye’nin adadaki bu stratejik askeri yığınağı, Türkiye’ye hayati önemde politik, ekonomik ve jeostratejik avantajlar sağlamaktadır. Bunlar şöyle özetlenebilir: (1) KKTC’nin (veya adadaki Türklerin) varlığının korunması ve devam ettirilmesi, (2) Yunanistan’ın Ege’deki oldu bittilerine karşı sigorta görevi, (3) Anadolu yarımadasının ve bölgedeki askeri üslerin güvenliğinin sağlanması, (4) GKRY ile müttefiki Yunanistan arasındaki stratejik ulaşım hatlarının kontrolü, (5) Doğu Akdeniz’deki Türk deniz ticaretinin güvenliğinin desteklenmesi, (6) Doğu Akdeniz’deki deniz yataklarında elde edilecek petrol ve mineraller açısından Türkiye’nin milli çıkarları.

Kıbrıs, Türkiye’nin stratejik savunmasındaki önemli ileri savunma hattı konumunda olduğu için, Kıbrıs’ta Türkiye’nin uğrayacağı kayıplar bu stratejik savunmanın kırılma noktalarından birini oluşturur. Kıbrıs’ın kaybı, tek başına kendi sınırları içinde düşünülmemelidir. Kıbrıs’ın akabinde stratejik savunma hatlarında çözülme başlayabileceği unutulmamalıdır. Zira Kıbrıs’tan sonra Ege’deki Yunan politikasının daha saldırgan bir duruma gelmesi mukadderdir. Bu hususlar dikkate alındığında Kıbrıs, Türkiye açısından Ege’nin veya doğu Akdeniz’in değil, tüm Akdeniz’in ve hatta Karadeniz’in anahtarı konumundadır. Kıbrıs’tan Türk askeri varlığının kaldırılması halinde, Türkiye neredeyse denizlerle çevrili bir kara ülkesi haline gelecektir.[15] Türkiye’nin milli çıkarlarına taban tabana zıt bu gelişmelere izin verebilecek iktidarın, gelecek kuşaklarca nasıl anılacağını düşünmek dahi istemiyorum.

GKRY’de Hristofyas Dönemi ve Kıbrıs’ta “Son Sirtaki”
Eski Yugoslavya’da son olarak Kosova’nın bağımsızlığına yeşil ışık yakan ABD ve AB’nin tutumu, SSCB döneminde GKRY’ye desteği ile bilinen Rusya tarafından bile “çifte standart” olarak eleştirildi. Henüz Ocak 2008 içinde, Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Grigori Karasin, “Eğer, öz determinasyon ilkesi toprak bütünlüğü ilkesinden daha önemli olarak kabul edilirse, o zaman bu ilkenin yalnızca partnerlerimizin tercih ettiği bölgelerde değil, dünyanın bütün bölgelerinde uygulanması gereğinin kabul edilmesi gerekir. O zaman öz determinasyon haklarından hem eski Yugoslavya topraklarında yaşayan halklar hem de eski SSCB topraklarında yaşayan Kafkasya halkları gibi küçük topluluklar da yararlanmalıdır!” dedi. Bu haberi veren Rus Ria Novosti gazetesi yazısını ayrıca, “Anlaşılan, Avrupa toprak sorunları karşısında uzun zamandır çıkmaza girmiş durumda. Bunun açık bir örneği, 1974’ten bu yana fiiliyatta bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdüren ve kendi hükümeti, cumhurbaşkanı ve parlamentosu bulunan Kuzey Kıbrıs’tır. Adı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olan devlet, Türkiye dışında hiçbir devlet tarafından tanınmamıştır. Türkiye, 1974’te adanın kuzey kesimini işgal etti ve hala orada 35 bin kişilik askeri güç bulunduruyor. Kıbrıslı Rum ve Türkleri barıştırma yolunda çok çaba harcanmıştır…” sözleriyle sürdürdü.[16]

Kıbrıs’la ilgili çifte standardın rahatsızlığını gören Batı, adadaki çözüm konusunda katılığıyla bilinen Papadopoulos’u 2008 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında saf dışı bırakarak, sözde çözüme kolaylık sağlayacak olan ve KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’la uyuşabileceği düşünülen Rum Komünist Akel Partisi Genel Sekreteri Dimitris Hristofyas’ı Cumhurbaşkanlığına getirdi. “Komünist” olduğu için de diğer Rum cumhurbaşkanları, özellikle de Papadopoulos gibi çözüme “milliyetçilik” açısından değil, “halkların eşitliği” açısından yaklaşacaktı… Aslında Rum-Yunan ikilisinde “komünist” ya da “sosyalist” olmak, kendi milli çıkarlarından ödün vermeyi gerektirmemektedir. Bu sadece bir aldatmacadır.[17]

GKRY’nin Cumhurbaşkanı seçildikten bir süre sonra, “Amacımız, herkesin temel haklarının garantilendiği, iki toplumlu ve iki bölgeli bir federasyon çerçevesinde işgali sonlandıracak, toprağın, halkın, kurumların ve ekonomide birliği sağlayacak tam bir çözüme ulaşmaktır. Ortak bir anlaşmaya varmamız için Kıbrıs Türk lideriyle müzakere edeceğim. Güvenlik Konseyinin son kararı da bu yöndeydi. Yapmak istediklerim bunlardır. Bu hususta Kıbrıs Türk kesiminden olumlu bir cevap almayı umuyorum!” şeklinde ilk açıklamasını yapmıştı.[18]

21.3.2008’de, evvelce yapılan çözüm görüşmelerinden 7.si için taraflar arasında koordineler başladı. Cumhurbaşkanı seçildiğinin ikinci ayı içinde çözüm için çaba göstermesi, Hristofyas’ın “uyumlu” olduğu izlenimi verdi. Zira Papadopoulos döneminde yaklaşık dört yıldır çözüme dönük “yaprak bile kıpırdamıyordu!”[19]

Kapsamlı görüşmelere hazırlık amacıyla oluşturulan ve 21.04.2008’de çalışmalarına başlayan 6 çalışma grubu ile 7 teknik komitenin faaliyetleri, iki liderin 23.05.2008’de bir araya gelmesiyle gözden geçirildi. Görüşmenin ardından iki lider ortak noktalarının iki kesimli, iki toplumlu ve siyasi eşitliğe dayalı BM Güvenlik Konseyi kararlarına uygun bir federasyon çözümü olduğunu duyurdu. Rum Yönetimi lideri ayrıca, “Ortak pozisyonumuz ‘Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’dir” dedi[20]

Mehmet Ali Talat – Hristofyas görüşmelerinden önemli bulunanlarından biri, Lefkoşa’daki ara bölgede 1.07.2008 tarihinde 4.5 saat sürdü. Bu görüşmede iki liderin, “tek egemenlik ve tek vatandaşlık konusunda prensipte anlaştığı’’ açıklandı. Talat ile Hristofyas’ın, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Barış Gücü (UNFICYP) Misyon Şefi Taye-Brook Zerihoun’un ikametgahında yapılan görüşmenin sonunda Zerihoun, liderlerin, “tek egemenlik ve tek vatandaşlık konusunda prensipte anlaştığını” bildirdi. Temsilci, ayrıca liderlerin, konuların uygulama detaylarını, kapsamlı müzakerelerde ele alma konusunda da uzlaştığını, görüşmede ilk kez teknik komite ve çalışma gruplarının faaliyetlerinin gözden geçirildiğini, 25 Temmuz’daki görüşmede ise son kez değerlendirme yapılacağını belirtti.[21]

Hristofyas-Talat görüşmeleri o günden beri adeta “karartılarak” sürdürülüyor. Ne Kıbrıslı Türkler, ne de “Ana Vatan” Türkleri, bu “kapalı kapılar” ardında neler konuşulduğunu öğrenemiyor. Öyle ki, 1959 ve 1960 Londra-Zürich Garanti Anlaşmalarını imzalayan Türkiye, birinci derecede taraf olduğu milli bir davada “kırmızı kart” gösterilerek saha dışına gönderildi.

Sonuç
Türk-Yunan ilişkilerinde, İstiklal Harbi hariç, masada kaybeden taraf hep Türkler oldu. Arzu etmesek de, Kıbrıs konusunda da benzer akıbet bekliyor gibi. Zira “ılımlı” Hristofyas bile Kıbrıs’taki soydaşlarımızın güvenliği için tutulan TSK birliklerini “işgal kuvveti” olarak tanımlıyor. Şayet eşit egemenliğe dayalı bir çözüm geliştirilmezse, Kıbrıslı Türklerin kimliklerini kaybetmelerini adım adım izleyeceğiz. Hem de burnumuzun dibindeki bir adada iken. Ya kimliklerini yitirecekler, ya da bunu kabul etmeyip adadan ayrılacaklar. Her ikisi de Rum-Yunan ikilisinin Megali İdea ve Enosis’ine hizmet edecek, adadaki Türkleri silecektir…

Bu saatten sonra Türkiye’nin doğrudan müdahil olması da mümkün görünmemektedir. Zira her ne kadar Türk hariciyesinde çok değerli diplomatlar mevcutsa da, bu iradeyi kullanmak siyasi iktidarların elindedir. Ancak, görünen o ki, bu iradenin iktidara geldiği günlerden beri Kıbrıs’ta şaşan pusulası bir türlü doğruyu gösterememektedir. Türkiye’de iktidarı ve muhalefeti artık suni ve içine gömüldüğü gündemlerden kurtularak başını kumun içinden çıkarmalı, son bir hamleyle Kıbrıs görüşmelerinde müdahil olmalı, adadaki Türk toplumunun en azından 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti sırasındaki hakları kotarılmalıdır. Tabii, onların can ve mal güvenliği ön plana alınmak suretiyle.

Türkiye, Doğu Akdeniz’de deniz yan hudutlarını belirlemeli, deniz yataklarındaki hissesine düşecek milli çıkarlardan “masa başında” veya aymazlık sonucu yeni kayıplara uğramamalıdır. Bu konuda bir “mirasyedi” gibi davranabilecek zenginlikleri çok gerilerde bırakmıştır zira… Lütfen herkes benim gibi Kıbrıs’la ilgili yaşadıklarını gözden geçirsin. Bu “Yavru Vatan” için neler yapmıştık, bir düşünsün! Bu yavru vatanı bir kez tamamen yitirmiştik, 1974’te bir ucundan tutmayı başardık, şimdi o ucu tekrar avucumuzdan kaydırmayalım… Biline ki, biz içerde “körebe” oynarken ve ilgisiz kalırken Kıbrıs, Türkiye sahilinden unutulmuş bir sandal gibi gittikçe açılmakta, Ada’da ise sessiz ve derinden Sirtaki oynanmaktadır… Kıbrıs’ta oynanan Sirtaki’ye “Dur!” diyecek, yeni ve “milli” bir yönetim gereklidir. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler, bu arayış içinde adı unutturulmaya çalışılan KKTC’ye, Rauf Denktaş gibi “milli”, davayı sürükleyebilecek enerjiye sahip yeni ve genç bir lideri bulup, onun bayraktarlığına destek olmalıdır. Yoksa Kıbrıs da, Kıbrıslı Türkler de gitti gider…
2023 dergisinin 87 nolu sayısında (15.7.2008) yayımlanan, “Kıbrıs’ta ‘Son Sirtaki’: Kıbrıs Türkiye’den Uzaklaşırken…” başlıklı yazının geliştirilmiş metnidir.

Doç. Dr. Celalettin Yavuz
TÜRKSAM Başkan Yardımcısı
Terör Enstitüsü
 
Üst