15 Kasım 2008’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)’nin 25. yılını andık. Yani 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan dokuz yıl sonra kurulan “Yavru Vatan” KKTC’deki Türkler 34 yıldan uzun bir süredir kavgasız yaşarken, KKTC de çeyrek asırdır var olmaya çalışıyor. Bugün Türkiye’de pek az yerde “KKTC’nin 25. doğum günü” sebebiyle etkinlik (sempozyum, panel, konferans ve resepsiyon vs) var. Bu önemli gün neredeyse unutulmuş, hatta bizzat KKTC’nin yeni yöneticileri tarafından unutturulma aşamasına getirilmiş. Zira,
Beşparmak Gazetesi’nin bugün Ankara’da düzenlediği “Dünden Bugüne Kıbrıs” başlıklı ve içinde çok değerli konuşmacılaran ve temsilcilerin bulunduğu panele KKTC Ankara Büyükelçiliği temsilci göndermemişti. Gene bu etkinlikte öğrendiğimize göre; KKTC’nin üç aydır Türkiye’de büyükelçisi yok. Oysa bu ülke “yavru vatan Kıbrıs”ı tanıyan tek ülke ve tek “Ana vatan!” KKTC, sadece Türkiye gibi diğer bazı ülkeleri de dikkate almamış. Roma, Londra ve Zürich gibi başkentlerdeki KKTC temsilcilikleri de epeydir “temsilcisiz” imiş.
Temmuz 2008’le birlikte Kıbrıs hakkında, Türk ve Rum liderleri görüşme sonucunu ortak açıklamalarında “tek egemenlik, tek vatandaşlık” söylemiyle dillendirdiler. Bu gelişme o zaman Türkiye’deki suni olduğu izlenimi veren, “Ergenekon” gündeminin gölgesinde kaldı. Kıbrıs’la ilgili bu önemli gelişme, sanki gizli bir el tarafından “Türkiye’nin gündeminden cımbızla çekildi.” Oysa Kıbrıs, yaşları 50’den yukarı olanların hayatlarının bir parçası gibiydi. Adeta Kıbrıs’la doğup, onunla büyüdü, ona “yavru vatan” diyerek yaşları ilerledi. Kıbrıs, AB havucunun gösterildiği tarihte başlanan bir süreçle ve 2003 yılından itibaren artan ivmeyle, “Kıbrıs halısı” hem Kıbrıslı Türklerin, hem de Türkiye’nin altından bilinçli bir şekilde çekilmeye başlandı. Ya da bir başka ifadeyle Kıbrıs, Türkiye’nin gündemine bile giremeyecek hale getirilerek, adeta denizdeki sahipsiz sandal gibi Türkiye’den uzaklaşırken ve buna hemen başkaları sahip çıkarken, Türkiye olarak akıl almaz bir aymazlığı sergilemeye başladık. Üstelik içinde yıllardır güvenlikleri için mücadele ettiğimiz soydaşlarımızın, Türkiye ile AB üyesi olamayınca, kimliklerini bile değiştirebilecekleri bir başkalaşımı göze alarak, AB üyeliğine Rumların “tek egemenliği” ve tek “Kıbrıs vatandaşlığı” aldatmacası altında girmeye razı olduklarını izlerken…
50 yaşın üstündeki Türkiyeli Türklerden biri olarak, Kıbrıs’la ilgili yaşadıklarımı kısaca özetledikten sonra, adanın Türkiye ve Batı-ABD açısından önemine, BM ve AB şemsiyesi altındaki görüşmelere, son yıllarda Doğu Akdeniz’in deniz yatağındaki petrol yataklarının varlığına özetlerle de olsa yer vermeğe, adanın avucumuzdan kaymakta olduğunu da bir garabet anlayışıyla değil, Türkiye’nin milli çıkarları, Kıbrıslı Türklerin benlikleri açısından kaygıyla değerlendirmeye çalıştık…
Farkına Varmaksızın Hayatımızın Bir Parçası Haline Gelen Kıbrıs’la İlgili Yaşadıklarım
Bu yazıya başlarken Kıbrıs’ın, hayatımdaki yerini bir kez daha gözden geçirmeme sebep oldu. Daha dün gibi hatıralarımda canlandı, 1974’te Deniz Harp Okulu’ndan mezun oluşum. O yıl, 22 Temmuz’da yaklaşık bir ay sürecek Akdeniz gezisine çıkacak, ilk kez Mısır-Libya-Yugoslavya-İtalya-Fransa ve İspanya’ya uzanan bir “okul gezisi”ni Atatürk’ten yadigar “Savarona” okul gemisiyle gerçekleştirecektik. Ancak, 20 Temmuz’da başlayan Kıbrıs Barış Harekatı ile yurtdışı gezimiz iptal edildi. Başlangıçta bizden öncekilerden dinlediğimiz bu muhteşem gezinin, her genç deniz subayını tahrik eden gelişmelerini kaçırdığımıza üzülsek de, hatta Heybeliada çamlıkları arasında “tanktan savunma” eğitimi alan müstakbel deniz subayları olsak da, harekatın heyecanı ve milli ruh hali içerisinde bu üzüntülerimizi gençlik heyecanının potası içerisinde eritmeyi başarabilmiştik. Bu ruh hali içinde, bir yıl süreyle cep harçlıklarımızdan biriktirdiğimiz “Mezuniyet Balosu” ve “Yıllık” paralarını “Türk Donanma Vakfı”na bağışlamıştık.
Mezuniyet sonrası sınıf okullarındaki eğitimlerde ve staj döneminde gemilerde büyüklerimizden dinlediğimiz en ilginç anılar “Kıbrıs Barış Harekatı”na aitti. İlk sorumlu görevime Şubat 1976’da, Mersin-Magosa/Kıbrıs arasında lojistik nakliyat görevi yapan “TCG Erkin”de başladım. Gemiye katıldıktan bir-iki gün sonra Magosa limanına aborda olunca tarifsiz bir heyecan duymuştum. İlk kez, üstelik Kıbrıs Barış Harekatı’nın hala etkisinin hissedildiği bir dönemde Kıbrıs’taydım. O dönemde bile merakımdan olacak Kıbrıslı soydaşlarımızla hasret gidermiş, sorularımla onların da hissiyatını öğrenme fırsatını bulmuştum. Kıbrıs Türklerinden dinlediklerim içerisinde hiç unutamadığım iki cümlenin anlamı çok büyüktü. Bunlardan biri; “1963’ten 1974’e kadar, Anavatan’dan bizi kurtarmaya gelecek Mehmetçiğin hasreti içerisinde bekledik!” idi. İkincisi ise; “Kıbrıs Barış Harekatı gerçekleştikten sonra kızlarımız ve kadınlarımız Mehmetçiğin postallarını çıkartıp, onların ayaklarını yıkadı!” şeklindeki, minnettarlığı en büyülü şekilde ifade eden açıklamaydı. İkinci etkileyici olay ise, Sampson darbesi sonrasında Kıbrıs’ta katledilen masum Türklerin durumuydu. Bunlardan ilk gördüğüm “Atlılar Köyü” anıtıydı. Beşikteki bebekten 70’ine varan dedeyi katleden Rum’un vahşetini unutabilmek mümkün değildi…
Kıbrıs Barış Harekatı’na fiilen katılmamış ama bu harekata katılan pek çok subayla birlikte Mersin’de görev yapmak suretiyle ve merakım sebebiyle harekatın Deniz Kuvvetleri’nce yapılan bölümünü neredeyse tamamen öğrenmiştim. Çıkarma harekatına katılan tank çıkarma gemileri (LCU ve LCT) komutanlarından ikisiyle aynı gemide görev yaparken, onları biraz da sorularımla kışkırtarak ayrıntıları öğrenmeye çalışmıştım. Bu sebepledir ki, kıymetli ağabeyim ve daha sonraları bir başka gemide komutanlığımı yapacak olan harekat subayı İlkin Sungur’dan
[1] çıkarma anını ayrıntısına kadar ezberlemiş, gemisi karaya oturup, karadan ateş de başlayınca kendisine karacı personelin dozerle yardım etmesini, bir başka çıkarma gemisinin komutanı Üsteğmen Aziz Duman’ı telsizle çağırarak kendisini halatla çektirmesini, kendi anlatımıyla dinlemek müthiş bir keyifti. Ve nice böylesi anılarla yüklü bir görevdi Mersin’deki görevim…
Kıbrıs’a 1976-1980 boyunca hep aynı gemiyle lojistik nakliyat yaptık. Her geçen gün Kıbrıs’taki olumsuzlukları görebilmek mümkündü. Kıbrıs’ın statüsü belli değildi ve üretim yoktu. En çok üretilen narenciyeyi dışarıya satamadıkları için bahçeler kurumaya terk edilmişti. Halkın gelir kaynağı neredeyse sadece Türkiye’den Ada’ya turistik ve çoğunlukla da “bavul turizmi” maksadıyla gelen, yarı “kaçakçılık” heveslisi Türkiyeli Türklerden elde edilen gelirdi. Üstelik bavul turizmcilerinin bavulları Kıbrıs’ın Rum kesimi (GKRY)’den geçirilen kaçak mallarla doluyordu. Tabii bu arada Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler için her yıl ayırdığı önemli bir ekonomik destek de mevcuttu.
1981-1983 dönemini kapsayan Deniz Harp Akademisi öğrenimimin ikinci yılında Kara-Deniz-Hava kuvvetleri müşterek derslerinde “Amfibi Harekat” hala önemli ve gözde idi. Bu müşterek ders için dersin hocası Deniz Kurmay Albay Kemal Tok
[2], hem amfibi gemi ve araçlarını tanıtmak, hem de Kıbrıs Barış Harekatı’nın deniz harekatı bölümünü açıklamak için beni görevlendirmişti. Bir kez daha, katılmadığım bu harekatı yaşama imkanı bulmuş, hatta birini Akademiye bıraktığım derleme bir kitap bile hazırlamıştım.
Kıbrıs’la ilgili bağlantım, Deniz Harp Akademisi öğrenimini tamamlayıp 1983’te Genelkurmay Başkanlığına atandığım zaman da sürdü. Öyle ki, yeni görev yerim Personel Dairesi’ne henüz başlamıştım ki, iki saat içinde “Kıbrıs Barış Harekatı Madalya ve Taltif Projesi”nin proje subaylığına başladım. O esnada merhum Orgeneral Nurettin Ersin Haziran-Aralık 1983 arasında kısa sürede olsa Genelkurmay Başkanı olarak görevliydi. Aradan dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen, o dönemde anlatıldığı üzere, Kıbrıs Barış Harekatı’na katılan pek çok subay gibi, Bedrettin Demirel Paşa da harekatla ilgili hassasiyetini Ersin’e bildirmiş, nihayet Ersin’in kısa süreli Genelkurmay Başkanlığı döneminde, harekat sonrasında belirlenen personele madalya verilmesi kararı alınmıştı. Ağustos 1983’te başlayan bu madalya ve taltif projesini Ekim ya da Kasım ayı içinde Genelkurmay Karargahı’nın “Orbay Salonu”nundaki madalya töreniyle sonuçlandırmıştık. Bu maksatla altın, gümüş ve bronz madalya örnekleri çizmiş, İstanbul’da Darphane’de bastırtmıştık. Her bir taltif edilen TSK mensubu için sıralı üstler yoluyla yazılanları okumuş, ille de bu sıralamanın en üstünde bulunan harekatın Kıbrıs’taki en büyük komutanı Korgeneral Nurettin Ersin’in, herkesten daha titiz ve inci gibi el yazısıyla son değerlendirmelerini satır satır okumuştum. Deniz harekatının safhalarını çok iyi bildiğim Kıbrıs Barış Harekatı’nın, bu kez uçar birlik ve hava indirme dahil, kara harekatı ile hava harekatına da ayrıntılarına kadar vakıf olmuştum.
Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşunu duyduk. Üstelik o yıllarda bu gelişmeden Türkiye’de iktidarın da haberi yoktu. Bir şaşkınlık olsa da, Rauf Denktaş’ın bu emrivakisi pek “anormal” bir davranış olarak karşılanmamıştı.
Daha sonra uzun bir süre Kıbrıs’la ilgili doğrudan bağlantılı görevler ve ilişkiler içine girmedim. Taa ki, 1995’te Bonn Deniz Ataşeliğim sırasında Hannover Yedekler Cemiyeti’nin ismen benden Kıbrıs konusunda konferans talebinde bulunuşuna kadar. Gereken izni aldıktan sonra bu konferansı büyük bir keyif içinde vermiş, hatta daha sonra da, güvenlik politikasıyla ilgili bir Alman dergisinde
[3] yayınlatma fırsatını da bulmuştum. Derken 1996 sonlarında KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş Bonn’a geldi. Hem Büyükelçilik rezidansındaki özel sohbette, hem de konferansında kendisini dinleme fırsatını buldum. Kıbrıs’la ilgili doğrudan bağlantım tam sona erdi derken, bu kez GKRY’nin adaya Rusya’dan satın almak istediği S-300 füzeleri ile ilgili kriz ortaya çıktı. Biz de Almanya’da, özellikle de Alman Savunma Bakanlığı’nın açık kaynaklarından kısa bir sürede elde ettiğimiz S-300 füzeleri hakkındaki bilgileri tercüme ederek Ankara’ya ışınlamıştık…
1997’de Mersin’e ikinci bir kez, Akdeniz Bölge Komutanlığı Kurmay Başkanı olarak atanınca, Kıbrıs yeniden görevlerimin ilklerinden biri haline geldi. İkinci yıl Mersin’deki yüzer birliklerin komodoru
[4] olarak atanınca, bu kez Kıbrıs’taki “Barış Semineri”ne de bir tebliğle ve görevli olarak katılmıştım. Bu şekilde Kıbrıs’a intikalim, son ayrılışımdan 18 yıl sonra gerçekleşmiş, Kıbrıs’ı çok daha değiştiğini ve özellikle inşaat alanında geliştiğini görmüştüm. Üstelik bazı alanlarda üretim de yapılmaya başlanmıştı. Üniversite öğrenimi ise en dikkat çekici gelişmeydi. Ancak, aynı yıllarda Kıbrıslı gençlerin Adadaki Türk kuvvetleri için “işgal kuvveti” benzetimi yaptıklarını da büyük bir üzüntüyle duymuştum. Oysa Barış Semineri’ne katılan ve bir kısmı daha sonra generalliğe terfi eden adadaki alay komutanı arkadaşlarım da benim gibi, olası bir Rum-Yunan oldu bittisine karşı özellikle Kıbrıslı soydaşlarımızın can ve mal güvenliğini ön planda tutan bir haleti ruhiye içindeydik. Üstelik Türkiye, yıllardan beri kendi ekonomik kaynaklarından bir bölümünü KKTC için ayırıyor, bu sadece Türkiye’nin tanıdığı devletin memurlarının maaşları, hatta “işgalci TSK” haykırışında bulunan üniversitelilerin hocalarının maaşları bile Türkiye tarafından ödeniyordu...
Bu derin ıstırap ve yaraya rağmen, 1999 yazı tatilini eşim ve çocuklarımla birlikte KKTC’de geçirdik. Arabayla geçtiğimiz adada, hem nakil sırasında hem de bürokratik formaliteler yüzünden baygınlıklar geçirmemize ramak kalmıştı. KKTC’nin bu bürokratik cehennemi andıran hali artık unutmaya yüz tuttuğumuz 1970’li yılların Türkiye’sinin bürokrasini yeniden hatırlatmıştı. Ama, adanın tatil cenneti için yaratılmış özelliği kısa sürede bize bu sıkıntıyı unutturdu. Maraş/Magosa’dan Saint Hilarion Tepe’sine, Karpaz’dan Güzelyurt’a kadar tüm adadaki tarihi ve turistik yerleri dolaşan çocuklarımla güzel bir tatil keyfi yaşadık…
1999’da Genelkurmay Başkanlığı’nda gene Kıbrıs’la bağlantılı bir göreve atandım. Aslında görevim Yunanistan Şube Müdürü idi ama, Kıbrıs’la ilgili gelişmeleri de atlamam mümkün değildi. O yıllarda Türkiye olarak, bir taraftan Türk-Yunan Güven Artırıcı Önlemler paketini çıkartarak barış taarruzuna kalkışırken, bir taraftan da Kıbrıs’la ilgili gelişmeleri yakından ve endişeyle izliyorduk. Zira Derviş Eroğlu’nun koalisyonunda derin çatlaklar vardı. Kıbrıslı bir gazete alenen Türkiye ve TSK’nin adadaki varlığına saldırıyordu. Öte yandan Türkiye de AB’nin dayanılmaz çekiciliğine kendisini kaptırmış, Kıbrıs’la birlikte AB’ye girmenin “yanlış” hesapları içerisindeydi. O günlerde Kıbrıs’ı çok iyi tanıyan bir Türk hariciyecisini, Lefkoşa Büyükelçiliği görevinden yeni dönen Ertuğrul Apakan’ı tanıma fırsatını buldum. Kendimi strateji ve jeopolitik konularında iyi yetişmiş biri olarak bilirim. Ancak, sadece Kıbrıs’ı değil, Kıbrıs’a ilaveten ve olması gereken şekilde Doğu Akdeniz jeopolitiğini bu kadar iyi tanıyan ve açıklayan birini ilk kez sayın Apakan’ın şahsında bulmuş, sorumluluk sahibi bir Türk olarak da bundan büyük bir mutluluk duymuştum. 2001’de Genelkurmay’daki görevimden bir başka kurmay görevine ayrılırken, Kıbrıs’la doğrudan ilgileneceğim bir husus bulunacağına inanmıyordum. Ancak, Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmama yakın tarihlerde Doğu Akdeniz’in adeta kaynadığını, Nil Nehri’nin mansabından Kıbrıs’a kadar yer alan Akdeniz coğrafyasının deniz tabanında petrol ve doğalgaz olabileceği söylentilerinin yayıldığını, GKRY’nin bu sebeple bazı siyasi oyunlar içine girdiğini görmeye başlamıştım.
Bir süre sonra Kıbrıs’ı belki de tamamen koparacak bir yanlışlığı daha yaşadı Türkiye. Annan Planı oylandı. Türkiye’nin Kıbrıs’ta yanlışları oynayan dış politikası, Kıbrıs’taki yanlış politikacıların yanlışlarıyla paralel “at koşturdu” adeta… Birbiri peşi sıra Kıbrıs’ta kaybetmenin hızı da yükseldi. Hayatının 50 yılını Kıbrıs davasına adayan Rauf Denktaş, önce siyaseten etkisizleştirildi, ardından da cumhurbaşkanlığına veda etti. Türkiye, 2004 Sonbaharında AB ile katılım ortaklığı belgesini imzalayarak, Kıbrıs’la ilgili tutunabileceği bir dalı daha kesti. Kıbrıs adeta elimizden kayıp gidiyordu… En azından Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz sahasıyla ilgili milli çıkarlarını göz önüne serebilmek maksadıyla 2007 içinde bir yazı yazarak, Kıbrıs’tan uzaklaşmamayı, Kıbrıs’la ilgili konferans ve panellere katılmayı sürdürdüm.
[5]
Bir çırpıda özetlediğim hatıralarım içerisinde Kıbrıs’ın yeri oldukça büyük. Sanıyorum, Türkiye’de yaşayan Türklerin şu ya da bu şekilde Kıbrıs’la ilgili hatırlayabildiği benden daha fazla, ya da daha az, ama mutlaka hatıraları vardır. Üstelik benimki gibi, önemli bir bölümü görev icabı olmaksızın… Zaten nasıl olmasın ki? Kıbrıs’a “Yavru Vatan” adını Türkiye’nin resmi ağızları takmadı. Anadolu Türklüğü verdi bu adı ona… Zira Türkler, XVI. asrın ikinci yarısından beri Kıbrıs’taydı. Ya da, o tarihten itibaren uzun bir süre Kıbrıs Türk yurdu Anadolu’nun bir parçası gibiydi.
Kıbrıs’ın “Yavru Vatanı” Haline Gelişi
1571 yılında Türkler tarafından fethedilen Kıbrıs’ta, Lala Mustafa Paşa’nın askerlerinden 30 bin civarındakileri Kıbrıs’a yerleştirildi. Tımar ve zeamet verilen askerlerden evli olanların aileleri de adaya yerleştirildi. Bekarların evlenebilmeleri için de çıkartılan bir fermanla Anadolu’dan genç kızların getirilmesinin yolu açıldı. O dönemde ekilmemiş geniş tarlaların bulunduğu Kıbrıs’ta, zanaatkarlara, taşçılara, demircilere ve daha birçok el erbabına ihtiyaç duyuluyordu. Bunu haber alan Sultan Selim II, 9 Nisan 1571 tarihli bir fermanla, Karaman bölgesinden Kıbrıs’a intikalle yerleşmek isteyenlere zorluk çıkarılmamasını, hatta yardım edilmesini, adanın bereket ve güzelliğinin herkese duyurulmasını, daha iyi bir geçim sağlamak isteyenlerin de adaya gitmesi için haberdar olunmasını emretmişti. Kadılar vasıtasıyla Karaman’a iletilen bu ferman üzerine, o dönemde “sürgün” tabir edilen geleneksel bir yöntemle, fakir köylüler, kasabalardaki işsizler öncelikle kaydedildi. Gönüllülerin müracaatları da dikkate alındı. Tıpkı askerlik hizmeti ya da yurt vazifesi gibi addedilen sürgün sistemi ile Kıbrıs’a gönderilenler, bir daha memleketlerine geri dönmeyecekleri için malları mülkleri açık arttırmalarla satılarak veya hükümet tarafından satın alınarak, bedelleri kendilerine ödendi. Kayıt işlemleri tamamlandıktan sonra, Kıbrıs’ın bu yeni “sürgün” Türkleri Lefkoşa’da Kıbrıs Beylerbeyi’ne teslim edildiler. Zaman içinde tekrarlanan sürgün yöntemi ile Anadolu ve Rumeli’den yeni gelenlerin bir kısmı daha Kıbrıs’a intikal ettirilerek, adadaki Türk varlığı perçinlendi.
[6]
XIX. yüzyılın sonlarına doğru, bu yüzyılda “yaprak dökümü”nü andıran toprak kayıplarına Kıbrıs da katıldı. 1878’de, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrası, Rusya’nın “sıcak denizlere” inerek, Akdeniz’de kendi çıkarlarına zarar verebileceğini düşünen İngiltere, adayı resmen gasp etti. Notalar vs işe yaramadı, sonunda karşılıklı olarak iki ülke “Kıbrıs’ın kiralandığı” yalanını yaydılar. Bu tarihten itibaren Ada’dan tersine göç, yani Anadolu’ya Türk göçü yaşandı. Birinci Dünya Harbi, İstiklal Harbi ve nihayetinde Lozan Barış Antlaşması ile adaya tamamen veda ettik. Daha sonra sıkça tekrarlayacağımız yeni adıyla, “yavru vatanın” elimizden kayıp gidişine ilk kez tanık olduk.
Kıbrıs’ın Batı İçin Önemi
Akdeniz’in doğusunda, Türkiye’nin güney kıyılarına ve Suriye-Lübnan kıyılarına nispeten yakın bir coğrafyada yer alan Kıbrıs, Akdeniz’in Sicilya ve Sardinya’dan sonra üçüncü büyük adasıdır. 30.33 ve 35.41 eylemleri ve 32.23 ve 34.55 boylamları arasındadır. Güneyinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), kuzeyinde ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) yer almaktadır. Türkiye dışında tanıyan ülke bulunmayan KKTC’nin yüzölçümü 3.355 km²dir. Kuzey Kıbrıs’ın kuzeyinde 65 km mesafe ile Türkiye, doğusunda 112 km mesafe ile Suriye, 267 km ile İsrail, 162 km ile Lübnan; güneyinde Güney Kıbrıs ve 418 km ile Mısır; batısında ise 965 km ile Yunanistan yer almaktadır.
Coğrafi konumu yukarıda verilen Kıbrıs, bir taraftan bu kıyıları kontrol edebilecek, diğer taraftan da Mısır’da Süveyş Kanalı-Girit arasındaki deniz ticaret hatlarını kontrol edebilecek, stratejik önemi çok büyük bir uçak gemisi gibidir. Adanın Ortadoğu’da bir ileri harekat üssü, İncirlik’e alternatif bir lojistik destek ve ileri harekat üssü gibi kullanabilme imkan ve kabiliyetleri mevcuttur. Hele de İsrail’in bölgede kuruluşundan beri dindirilemeyen çatışmalar ile özellikle 2003 tarihli Irak müdahalesi de dikkate alındığında, Kıbrıs’ın stratejik önemi çok daha ön plana çıkabilmektedir. Tüm bu özetlenenleri bir tarafa bırakalım, İngiltere’nin Kıbrıs’taki üslerinden neden ayrılmadığı sorusuna cevap aranırsa, adanın önemini kavrayabilmek çok daha kolaylaşabilecektir.
Kıbrıs’ın Batı için önemini biraz daha açalım. Zira Balkanlarda, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kurulan pek çok Slav-Sırp kökenli yeni devletlere hoşgörü ile, hatta bazılarına olanca teşviklerle yaklaşan AB ve ABD’nin, Kıbrıs’ta iki toplumlu bir devlet, ya da iki ayrı devlete olumsuz yaklaşmasını düz bir mantıkla anlamak mümkün değildir. Bunu anlayabilmek için bir ayrıntıyı görebilmek gereklidir. Bunlar madde başlarıyla şöyle sıralanabilir: (1) Kıbrıs’ın jeostratejik önemi. (2) Kıbrıs’ın ABD ve AB’de Rum-Yunan ikilisine destek sağlayan kesimler için önemi. Yani, adanın Yunan Megali İdeası’nın bir parçası oluşu. (3) Kıbrıs’ın, bizim “geride kaldı” diye düşündüğümüz, ama Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ile adeta kafamıza çaktığı, “Haçlı” zihniyetinin bilinçli ya da bilinçaltı devamlılığıdır.
1960 ve 1961 Londra ve Zürih Anlaşmaları ile İngiliz toprağı haline gelen Güney Kıbrıs’taki İngiliz Akratori ve Dikelya askeri üsleri de soruna başka bir boyut kazandırmaktadır. Anılan askeri üslerden ABD de ikili anlaşmalar çerçevesinde yararlanabilmektedir. Kıbrıs bu özellikleri ile gittikçe karmaşıklaşan Ortadoğu bölgesinde askeri açıdan bir yığınaklanma ve büyük güçlerin taarruz maksatları için bir ileri harekat üssü özelliklerine sahiptir. Kıbrıs’ın tamamen Rumların kontrolüne geçmesi halinde, İngiltere de üslerinin varlığının tehlikeye girmesinden endişe etmektedir. Çünkü İngiltere, hakimiyetindeki Kıbrıs’ın Rum saldırıları ile bugün geldiği nokta meydandadır. ABD ise, Yunan diasporasının baskısı sebebiyle ve Türkiye’nin bölgede kendi çıkarlarına halel getirebilecek etkin bir güç merkezi oluşturmaması için daha dengeli bir yaklaşım sergilemektedir.
Yukarıda özellikleri belirtilen Kıbrıs üzerinde kurulan, bu özellikleri sebebiyle de Batı’nın bir türlü bırakın tanımayı, tanımaya yeltenenlere bile göz açtırmadığı KKTC, sonunda kendisini feshetme konumuna hızla yaklaşmaktadır. Yaklaşık olarak ada sahillerinin yarısı KKTC sınırları içerisindedir. Ekilebilen % 45’lik verimli arazinin % 20’si sulanmaktadır. KKTC genelinin % 20’si ormanlık olup, yoğun bir ağaçlandırma programı devam etmektedir.
[7]
50 Yıla “Binlerce Sayfalık” Bir Tarih Sığdıran Kıbrıs
1960 yılında Rum ve Türk olmak üzere iki toplumlu bir cumhuriyet olarak kurulan, 1959 ve 1960 tarihli Londra ve Zürich antlaşmaları ile iki toplumun yaşamı Türkiye-İngiltere-Yunanistan tarafından garanti altına alınmış olan Kıbrıs’ta, 1963 yılından itibaren Rum tarafında baskın olarak ortaya çıkan, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama (ENOSİS) düşüncesiyle, ada ikiye parçalanma yolunda oldukça mesafe kat etmişti. Zira Kıbrıs Rum tarafı, 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu şekilde yaşamasına şans vermedi. Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, bu garanti antlaşmalarının Kıbrıslı Türklere adil olanın ötesinde haklar verdiğini ve 1960 anayasasının işlemez olduğunu öne sürmeye başlayarak, 30 Kasım 1963’te anayasanın tadili için, veto hakkının kaldırılması ile başlayan 13 maddelik önerilerini zamanın Cumhurbaşkanı Yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e iletti. Yedisi anayasanın değiştirilmez temel maddelerinin tadilini öngören bu öneriler 16.12.1963’te Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafınca reddedildi. Bunun üzerine 21.12.1963’te Kıbrıs Rum tarafı Türk toplumuna karşı şiddete başvurmaya ve önceden hazırlanmış Akritas Planı’na göre silahlı saldırılar başlattı. Sonuçta, tüm Kıbrıs Türk nüfusu ada yüzölçümünün % 3’ne tekabül eden ve sürekli kuşatma altında tutulan küçük bölgelere (enklav) sığınmak zorunda kaldı. 1964 yılı başlarında adaya bir BM Barış Gücü gönderildi ise de durumu değiştirilemedi. Böylece, Kıbrıs Cumhuriyeti bir ortaklık devleti olmaktan çıkarak, bir Rum yönetimine dönüşmüş, fiilen Rum Yunan kontrolüne girmiş ve iki taraf birbirinden kopmuştu. Meşruiyeti olmayan bu durumu Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı hiçbir zaman kabul etmedi.
5.6.1964’te, dönemin ABD Başkanı Lyndon Johnson tarafından Başbakan İsmet İnönü’ye gönderilen ünlü “Johnson Mektubu” ile iki ülke arasına adeta buzdan halılar serildi. Zira bu mektubun özellikle bir paragrafında; “(…) Türkiye tarafından Kıbrıs’a yapılacak askeri bir müdahale, SSCB’nin soruna doğrudan doğruya karışmasına neden olabilir. NATO (müttefikleri) tam rıza ve muvaffakatları olmadan Türkiye’nin girişeceği bir hareket sonucunda ortaya çıkacak bir SSCB müdahalesine karşı Türkiye’yi savunmak yükümlülükleri olup olmadığını müzakere etmek fırsatını bulamamışlardır…“
[8] şeklinde, Türkiye’yi tedirgin edecek kadar, müttefikliğe yakışmayan ifadelerle doluydu. Kıbrıs meselesinde muhtemel bir Türk-Yunan savaşının çıkmasından endişe eden ABD, Türkiye’yi bu girişimden caydırmak için, ittifakın kuruluş anlaşmasının, 5. maddesindeki, “NATO üyesi ülkelerden birine yapılan saldırının NATO’nun tüm üyelerine yapıldığı kabul edilecektir!” ifadesinin, muhtemel bir Sovyet saldırısı karşısında işlemeyeceğini söylemekteydi.
1968’te başlayan ilk görüşmelerde Türk tezi “federasyon” şeklinde ortaya kondu. Bu görüşmeler 15.7.1974’te Nikos Sampson’un Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği Rum-Yunan askeri darbesiyle son buldu. Kıbrıs’ın egemenliğine, toprak bütünlüğüne ve adadaki Türk ve Rumların can ve mal güvenliğine kasteden bu hareket karşısında Türkiye, 1959-1960 garanti antlaşmalarının öngördüğü şekilde garantör güçlerden İngiltere’ye ortak müdahale teklifinde bulundu. Türkiye bu girişimine olumsuz cevap alması üzerine, adadaki Türklerin güvenliğini dikkate alarak, 20.7.1974’de başlattığı ve iki ayrı tarih ve aşamalı Kıbrıs Barış Harekatı sonunda Kıbrıslı Türklerin varlığı güvence altına alabildi.
Harekatın başlaması ile birlikte Türkiye’de tüm düşünür ve yazarlar neredeyse Türkiye’nin haklılığından emindi. Bunlardan Metin Toker’in yazdıklarından bir kısmı şöyledir:
“Türk birliklerinin harekete geçirilmesi belki milletlerarası çevrelerde tartışılacaktır. Ama harekete geçirilme sebebindeki haklılık, meşruluk ve gayenin temizliği herkes tarafından mutlaka ve kesinlikle kabul edilecektir. Başpiskopos Makarios’un BM’de Kıbrıs’ın meşru devlet başkanı olarak kabul edilmesi, Lefkoşa’da meşru bir yönetimin bulunmadığının reddedilmez delilidir. Böylece, bir taksim gerçekleştirilmediğine göre, Ada’daki soydaşlarımızın kaderi bu yönetimin eline terkedilmiş olmaktadır.
Türk Hükümeti buna müsaade edemeyeceğini ilan etmiş ve milletlerarası antlaşmalarla kendisine tanınan hakkı kullanma kararını vermiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri, Amerika Birleşik Devletleri’nden Sovyet Rusya’ya ve Birleşmiş Milletlerden NATO’ya, bütün devletlerin ve örgütlerin açıktan söyledikleri bir amacı gerçekleştirmek için Kıbrıs’tadırlar. ‘Bu görevin sadece bize bırakılmamasını elbette ki, tercih ederdik.’ Ama geciken vakit Ankara’ya eski tecrübeleri hatırlatmış ve oldu bittilerin bunu yapanların yanına kar kaldığı gerçeği bu sefer Türkiye’yi başka vaziyet almaya itmiştir.”
[9]
Kıbrıs Barış Harekatı toprak, nüfus ve güvenlik açısından yeni koşullar yarattı. Nüfus mübadelesini öngören Viyana-III Anlaşması ile kuzeyden güneye tahminen 120.000 Rum ve güneyden kuzeye 65.000 Türk geçmiş, böylece nüfus bakımından homojen iki kesim meydana geldi. Bu iki kesim 180 km boyunca uzanan bir ara bölge ile birbirinden ayrılarak, 1964 yılından beri adada görev yapan BM Barış Gücü ara bölgeye yerleştirildi.
Bu arada, 1968 yılında Türk tarafınca önerilen federasyon tezi muhafaza edilerek, 15.11.1983’te KKTC’nin kurulduğu ilan edildi. Türkiye KKTC’nin bağımsızlığını derhal tanıdı.
1978’de yapılan resmi nüfus sayımında Kıbrıs’taki Türk nüfusu 146.740 olarak tespit edildi. 1978 ile 1996 yılları arasında ortalama nüfus artış oranı artışı %1.4 oldu.
[10]KKTC’de 30 Nisan 2006’da yapılan nüfus ve konut sayımı sonuçlarına göre; KKTC’nin “de facto” nüfusu 265.100, “de jure” nüfusu ise 256.644 olarak bildirilmektedir. KKTC vatandaşı ve çift uyruklu olduğunu beyan eden KKTC vatandaşlarının toplamı 178.031 olarak belirlenirken, ülkede sürekli ikamet eden KKTC vatandaşlarının 120.007’sinin anne ve babaları Kıbrıs (KKTC veya Güney Kıbrıs) doğumlu, vatandaşların 8.084’ünün annesinin Kıbrıslı, babasının üçüncü ülke doğumlu, 4.544’ünün babasının Kıbrıslı, annesinin üçüncü ülke doğumlu olduğu sonucu alınmıştır. Sayım sonuçlarına göre, anne ve/veya babası Kıbrıs doğumlu olanların sayısı 132.635 olup, KKTC vatandaşlarının % 74.5’ini oluşturmaktadır. Anne ve babası Türkiye doğumluların sayısı ise 42.572 ve toplam nüfusa oranı da % 23.91’dir.[11]