Âri Irk Üstünlüğü Üzerine Kurulan Sömürgeci Tarih

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
arih
Etrüsklerin Orta Asyalı Kökleri
Bugün Kürtçülüğün de, Rum Pontus­çuluğunun da, Ermeni Soykırımı tezgâhının da arkasında Hint-Avrupa orjinli tarih ve tarihçi formatı bulunmaktadır. Ancak bunların ekolünün oluşması ve yerleşmesi bir-iki yıllık bir iş değildir; on yıllar boyu sürmüştür.
Bu sömürgeci tarih zihniyeti, Atatürk’ün ölmünün hemen sonrasındaki yıllardan itibaren sistemli bir şekilde akademik ve eğitim yapılanmasının içerisine şırınga edilmiş ve bugünlere kadar aşama aşama hayata geçirilmiştir. Amaç, ulusal uyanışa sekte vurmak ve Türk ulusal kimliğinin dayanacağı tarihin sömürgecilere hizmet eder hale getirilmesini sağlamaktır. Çünkü Türk ulusal kimliğini oluşturmak için güç alınması gereken en önemli araç tarihtir.
Tarihin dejenere edilmesi, ya da dejenere edilmiş bir tarihten güç alınmaya çalışılması, Türk ulusal kimliğini de dejenere edecektir. Bunu sağladıktan sonra ise iş çok daha basitleşecektir. Bünyesinde çatlaklar oluşturulmuş veya içselleştirilemeyerek havada kalmaya mahkum edilmiş ve güçsüz bırakılmış bu kimliğin yerine ılımlı İslam gibi yapay ideolojilerin monte edilebilmesi mümkün olabileceği gibi, onun güçsüzlüğünden yararlanılarak Kürtçülük, Pontusçuluk, Lazcılık şeklinde kurgulanmış yapay ulusçulukları ya da olmayan bir Ermeni soykırımı masalının arkasındaki ana hedef olan Misak-ı Milli sınırları içerisindeki bir Ermeni devleti kurma ütopyasını uygulama aşamasına getirme faaliyeti daha da kolaylaşacaktır.

Bu bağlamda ise “Bilim ve Ütopya” dergisinin 2005 yılına ait eski bir sayısındaki ilginç bir makâle önem kazanıyor. Burada, İtalya da yapılan ve çok sayıda İtalyan bilim insanının katıldığı bir araştırmadan bahsediliyordu.
Bu çalışma Etrüskler üzerineydi ve 80 Etrüsk iskeleti içerisinde bilimsel kriterlere uygun seçilenlerden 30’u üzerinde yapılan genetik incelemelerden sonra bunların gen haritalarının Türkler’e uygun çıktığı sonucuna varılmıştı.
Esasında Etrüsklerin Türklüğü yeni bir görüş değil.
Etrüsk dönemine yakın dönemlerde yaşamış tarihin babası Halikarnasoslu Herodotos da, Yunanlıların “Tyrrhen” dedikleri ve İtalya’da Etrüsk adını alan kavmin, İtalya’ya M.Ö. 900 yıllarında Batı Anadolu’dan göç ettiklerini yazıyor.
Yine 1937 yılında Dr. W. Brandenstein; İkinci Tarih Kongresi’ne sunulan Etrüskler hakkında yazılmış makalesinde, M.Ö.900 yıllarında Batı Anadolu’dan İtalya’ya gerçekleşen bu göçün arkeolojik araştırmalarla da desteklendiği belirtiyor. Hatta Hıristiyanlık döneminde dahi, bu kavime ait bir kabilenin İznik Gölü civarında varlığını sürdürdüğünden bahsediyor. Ayrıca bunlara eski çağlarda “Tursa şehrinde oturanlar” anlamında “Tursen” denildiğini ve bu “Tursa” kentinin ise İzmir civarında bir yerlerde olması gerektiğini dile getiriyor.
Bu arada Etrüskler’de kadına anasoy olarak verilen öneme, Etrüsk mezarlarında kadının isminin erkekten daha önce yazılmasını da örnek göstererek parmak bastıktan sonra; bu durumun Yunan’da mevcut olmadığını, Anadolu ve daha doğudaki Elâm’da bulunduğuna işaret ediyor. Hatta kadına verilen bu önemi Yunanlıların kavrayamamalarından ötürü, bu ananeyi kadınların erkeklerden bıkıp usanarak onları kovmalarından dolayı kadın ağırlıklı bir kültürün oluşmasına bağlıyorlar. Ancak, bu noktada yazar kadına verilen bu önemin menşeinin bilinmediğini ifade ederken, Etrüskler’i Türkler’e bağlayan çok önemli kanıtlardan birini de gözden kaçırmış oluyor. Çünkü, kadının toplumda özel bir yere ve erkekle eşit statüye sahip olması Türkler’de çok eski çağlardan beri var olan ve Asya içlerinden getirdikleri toplumsal ve siyasal geleneklerinden biridir.
Yine Dr. Brandenstein aynı konuyla ilgili olarak makalesinin bir yerinde, bir Yunan masalından hareket ederek ve kadın hâkim bir toplumun Tyrrhenleri işaret ettiğinden yola çıkarak, ayrıca da bu özelliği Karadeniz Bölgesi’ndeki Amazonlar’la bağdaştırarak; eğer Amazonlar’ın Karadeniz’e geliş güzergahı saptanırsa Etrüsklerin menşeinin de bulunabileceğini belirtiyor.
Dr. Brandenstein, Hitit buluntularında Etrüskler’den (ya da öncellerinden) bahsedilmemesini; Etrüsklerin (veya öncellerinin) dillerinin Hititlerin dillerinden etkilenmemesini de çıkış noktası alarak, onların hiçbir zaman Hititler’in egemenliğine girmemiş olduklarını ileri sürerek açıklıyor. Çünkü yazara göre, eski Hitit döneminde Etrüsklerin ataları şarkta bulunuyorlardı. Daha sonra Karadeniz’e gelmişler, fakat Karadeniz Hititler’in hâkimiyetinde bulunmadığından, Hititler kendilerinden haberdar olmamışlardı.
Gerçekten de Karadeniz, Hititler’in giremediği bir bölgeydi. Karadeniz Bölgesi halklarından olan Gaşkalardan da çok çekmişler ve onlara bir türlü boyun eğdirememişlerdi. Her ne kadar Etrüsklere nazaran Gaşkaların isimleri tabletlerde geçse de haklarında isimlerinin ve barbarlıklarının dışında çok fazla bilgi yoktur.
Amazonlar’ın Karadeniz’e geliş güzergahının sorgulanması Brandenstein’ı, Etrüskler’in menşeinin Kars civarında olduğu sonucuna götürüyor ve onların M.Ö.2000’li yıllarda buralarda yaşamış olduklarını düşündürüyor. Bu coğrafya çerçevesinde de onları Subarlar’ın komşuları olarak değerlendiriyor. Hatta bu konudaki dilsel paralelliklere de dikkat çekiyor ve diyor ki:
“Etrüsk aile adlarının sonunda e(n)na veya i(n)na elemanı bulunmaktadır;Abina, Acenna, Adenna, Muri(n)na gibi. Aynı şekilde Subarların hakimiyetindeki Kerkük bölgesi şahıs isimlerinde de söz konusu ekler kullanılmaktadır… Sayı adları daha mühimdir. Etrüskçe 2-6 sayı adları Subarcadaki 2-8 sayı adlarıyla büyük benzerlikler göstermektedir. Bu, Etrüskçe’de ki thun sa, şeklinde ifade edilirken, Subarca’da kik thumun şin’dir….”
Daha sonra yazar, bunların Kars bölgesine nereden gelmiş olabilecekleri sorusunu yöneltiyor. Etrüskler’de totemik adetlerin ayrıntılı ve yoğun bir şekilde uygulanmasından yola çıkarak, örneğin totemizm inancında genelde ölenlerin yüzlerini kırmızıya boyamalarının ağırlıkta olduğunu, aynı âdetin Etrüskler’de de uygulandığını belirttikten sonra, son araştırmalara göre totemizmin yurdunun Orta Asya olarak kabul edildiğini de çalışmasının içerisine katarak, Etrüskler’in kökeninin Orta Asya’ya dayandığı bilgisine ulaşıyor.
Zaten, Dr. Brandenstein’ın totemik adetler dışında, Etrüskler’le Subarlar’ın dil benzerliklerini ortaya koyması bile Etrüskler’in Orta Asya menşeili olduğunun en güzel kanıtıdır. Çünkü bugün, hem Subarlar’ın hem tek başlarına hem de Sümerler’le etnik bağlantıları olan arkakik bir Türk kavmi olmaları nedeniyle Orta Asya ile ilişkileri bulunduğu ağırlıklı bir görüştür.
Sümerlerin Orta Asya kökenli bir halk oldukları ise birçok bilimsel çalışmayla kanıtlanmış bir gerçektir. Dolayısıyla, hem totemik adetler hem de Subarlar’ın diline benzer bir dil kullanmaları Etrüskleri bir çok bakımdan Orta Asya’ya bağlamaktadır.
Sonuç olarak da Etrüskler’in; kadına birincil derecede önem veren bir kavim olmaları ve bu nedenle Amazon yaşam tarzını benimsemiş kabilelerle bir bağının olabileceğinin düşünülmesi ve ayrıca da Amazonlar’ın Kara­deniz’deki merkezinin Yeşilırmak bölgesi olması sebebiyle Orta Asya’dan gelen, Kars üzerinden Karadeniz sahil şeridinde ilerleyerek Yeşilırmak bölgesinde bir ara istasyon olarak 200 yıl kadar konaklayan; oradan da Batı Anadolu’ya inen bir halk olarak değer­lendirilmesi gerekiyor.
Hatta, Etrüskler’in Truvalılar’ı oluşturan halkların içerisinde bulunduğu da ileri sürülebilir. Çünkü, “Ege göçleri” ile ilgili olarak Mısır tabletlerinde adı geçen kavimlerden “Turşalar”ın “Truvalılar” olarak idantifiye edildiği, “Turşa (ya da Tursa)” kavim isminin ise aynı zamanda “Etrüskler”e karşılık geldiği hem bilimsel eserlerde yer almış (Prof. Dr. Ekrem Memiş, Eskiçağ’da Türkler) hem de yukarıdaki satırlarda açıklanmıştı. Dolayısıyla “Turşa” adı, bir taraftan Truvalıları diğer taraftan ise Etrüskleri karşılayan kavim adı olarak kullanılıyor. Zaten, Dr. W. Brandenstein’ın tezine göre Etrüskler’in öncüllerinin Karadeniz üzerinden Batı Anadolu’ya geçtikleri düşünülürse, onların Truva kavim harmanı içerisinde yer aldıklarını ileri sürmek de son derece mantıklı bir çıkarsama olur. Çünkü, Batı Anadolu’ya inerken geçiş yolu olarak Truva medeniyetinin şekillendiği Çanakkale yol güzergahını tercih etmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Ayrıca da Etrüskler’in atalarının Truvalı olarak etiketlendirilmelerinin nedenini Dr. Brandenstein yine aynı makalesinde görebiliyoruz. Yazar, mevki adı olan “Troia” adının eski Anadolu dillerinin hiç birisinde yokken “Turia” kelimesinin “Labiritnh” anlamını içerecek şekilde Etrüskçe’de bulunduğunu ifade etmektedir. Demek ki, o coğrafyadan geçmiş veya orada yaşamış olan Etrüskler’in akrabası bir kavim, bu bölgeye yaraşan bu adı oraya vermiş olmalıdır.
Etrüskler ve Türk Coğrafyası
Etrüsk sanatına baktığımızda da doğu ve uzak doğu etkileri görüyoruz. Duvar resimlerinde, bronz veya eşya süslemelerinde doğu ve uzak doğu danslarını andıran figürler var. Giysiler de aynı özellikleri yansıtıyor.Özellikle danslarda ellerin hareketleri çok ayrıntılı olarak işlenmiş ve doğu ya da uzak doğu çağrışımı veriyor.
Örneğin, Başkurt ve Kırgız Dansları’nda da kadın dansçıların el hareketleri çok önemlidir ve Etrüsk süslemelerinde görüldüğü gibi belli şifreleri içermektedir. Yine Etrüskler’e atfedilen bir söylenceye göre “Tages” denilen yaşlı çehreli, beyaz saçlı bir çocuk “Targuinia” kenti kurulurken saban yarığından doğuyor. Aynı söylencenin bir benzeri, Kırgızların Manas Destanı’nda da yer alıyor.
Burada da topraktaki saban yarığından doğan ve ziraati öğreten bilge bir kişi figürü bulunuyor. Roma kenti Etrüsklüler tarafından büyük kanal sayesinde bataklıklar kurutularak kurulmuş.
Aynı teknikleri Asya kökenli halk Sümerler’de de görüyoruz. Ön Sümerler Basra Körfezi’ne yakın bir bölgede bataklıklar üzerindeki adalarda şehir devletlerini oluşturmuşlardı. Onlar, bataklıkları kurutmak ve su kanalları açmak şeklindeki mühendislik bilgilerine de sahiptiler. Bu arada Sümerler’in, Subarlar’la etnik ve kültürel bağları olduğu bilimsel gerçeğini de işin içine katarsak, Etrüskler’in mühendislik bilgilerine nasıl sahip oldukları ve bu bilgilerin Etrüskler’e aktarılma silsilesi de ortaya çıkmış olur.
Buna göre, Sümerler’in mühendislik bilgileri; Subarlar’a komşu, büyük olasılıkla da akraba ve kavimdaş olan ve Kars dolaylarında yerleşik bulunan bir bir halk tarafından, onlarla bağlantılı ve Thermedon’da konaklamış amazonvarî yaşam tarzına sahip kabileler aracılığıyla Karadeniz ile Çanakkale üzerinden Batı Anadolu’ya ulaşıyor.
Böylelikle de Batı Anadolu’da Tyrrhen, İtalya da ise Etrüsk adını almış olan bu halkın, diğer kültür öğelerinin yanında Sümer coğrafyasından getirdiği bu mühendislik bilgileri de Roma uygarlığının temelini oluşturuyor. Bu arada, Roma’nın kuruluşunu simgeleyen ve Vulka adlı Etrüsklü bir heykeltıraş tarafından gerçekleştirilen kurttan süt emen Romus-Romulus heykelinin Türk mitolojileriyle bağlarını da unutmamak gerekir.
Etrüsklerde mezarların gümbet yükseltileri şeklindeki kuruluşları ve mezarlara ölü hediyesi koyma geleneği hep Asya’yı, dolayısıyla da Türk ananelerini andırıyor.
Estürkolog Elif Tül Tulunay Hoca, atalar kültüne bağlılığın bir göstergesi olarak kadın erkek ölülerden balmumu mask almayı, yani atalara önem verme ve kadınların erkeklerle eşit görülme anlayışlarını da Orta Asya gelenek ve görenekleriyle ilişkilendiriyor. Ayrıca, Etrüskler’in son derece ince ve zarif maden işçiliğini de “gizliden gizliye” ifadesiyle de olsa doğuya bağlıyor. Yine kendisi, Mısırlıların “Turşa”, Romalılar’ın Tuska dedikleri Etrüskler’e verilen bu isimlerin Yunanca’da “Turki” okunmasını, yani Etrüsk kavmini niteleyen adların “Türk” adını çağrıştırıyor olmasını çok ilginç buluyor.
Fakat en önemlisi hoca “Etrüskler’in doğulu kültürleri sadece ticaretle elde edilemeyecek kadar güçlüdür” diyerek doğu ve Asya, dolayısıyla da Türk kültür damgasını yok saymak için söz konusu edilen derin izleri komşuluk veya ticaret etkisine bağlamaya çalışan sömürgeci zihniyetli sözde bilim insanlarına da gereken yanıtı vermiş oluyor.
Tabii Sayın Prof. Dr. Elif Tül Tulunay, bilimsel tarafsızlık bağlamında Etrüsk sanatının özelliklerini Orta ve Güney Asya ile ilişkilendirirken aynı zamanda Mısır, Hint, Hitit ve özellikle İran etkilerine de vurgu yapıyor.
Bu tespitlerde de pek yadırganacak bir şey yoktur. Çünkü Turşalar (Truvalılar, Tyrrhenler ya da İtalya daki adlarıyla Etrüskler) Ege göçleri sırasında Mısır’a saldıran kavimler arasındadırlar. Bunların bir kısmı III. Ramses tarafından Mısır girişine yerleştirilmiş, bir kısmı da Anadolu’ya geri dönmüştür. Mısır’da yerleşenler ya tekrar Anadolu üzerinden kavimdaşlarıyla ya da Mısır’dan direkt olarak İtalya’ya göç ederek Etrüsk sanatında Mısır etkisini yaratmış olabilirler. Dolayısıyla İtalya’da görülen Etrüsk mezarlarındaki duvarların Mısır örneğinde olduğu gibi resimlerle süslenmesi biçemi bu şekilde ortaya çıkmıştır savı ileri sürülebilir.
Bu çerçeveden bakılınca bu tarz, Etrüsk sanatının çok temel bir unsuru olarak alınmamalıdır. Önemli olan Turşalar’ın (Truvalıların, Tyrrhenlerin ya da İtalya da ki adlarıyla Etrüskler’in) veya onların atalarının menşei ve bu bağlamda ilk çıkış yaptıkları coğrafyadır.
Buraları ise, Türklerin binlerce yıllık süreçte sürekli var oldukları ve yoğun olarak yaşadıkları Asya’daki ana yurtları olan merkezlerdir. Dolayısıyla Etrüsk sanatında Mısır etkisinden çok, Asya etkisi daha birincildir. Zaten Etrüsk kültüründe de Asya bağlantısını öne çıkaran unsurlar çok daha fazladır.
Çin’den İtalya’ya Etrüsk Kültürü Nasıl Taşındı?
Peki Etrüsk sanatındaki uzak doğu etkisine ne diyeceğiz? Gerçekten de Etrüsk duvar resimlerinin birisinde Çin giysisine benzer giysi ile dans eden bir figür söz konusuydu.
Bu noktada ise Hun tarihine gitmek durumundayız.
Hunlar bir bozkır devleti olarak ortaya çıktıklarından itibaren (ki devlet oluşumlarının ön hazırlığını daha önceki yüzyıllar, hatta binli yıllarda gerçekleştirmişlerdi) Çin ile yüzlerce yıl süren bir çekişme içerisine girdiler.
Bu süreç doğal olarak bir etkileşimi de beraberinde getirdi. Bu çerçevede kendi bozkır kültürü Çin kültüründen etkiler aldı. Ama aynı zamanda ona kendisinden de çok şeyler kattı. Örneğin Çinli, at üzerinde rahat hareket edebilmek ve Hunlar’a karşı savaşta daha etkin ata binebilmek için bilinen, yerlere kadar uzanan giysi ve ayakkabı şeklini değiştirerek Hunlar gibi pantolon ve çizme giymeyi öğrendi, askeri kültürlerinden çok şey aldı.
Ticaretin güçlü etkisinin yanı sıra, yüzyıllar süren bu çekişme içerisinde Çin devletinden hoşnutsuz olan ya da kaçan veyahut isteyerek gelen çok sayıda unsur Hun devletinin içerisinde dahil olarak Çin kültürünün Hun bozkır kültürünü çeşitlendirmesine imkan tanıdı.
Bu arada yüzlerce yıl süren egemen-tâbi ilişkisi içerisinde vergi-hediye bağlamında çok sayıda Çinli prenses ve tâbiiyeti Hun devleti bünyesine katıldı. O kadar ki, ilerleyen süreçte bunların oluşturduğu hanedan kliği ve halk bazında sahip oldukları nüfus yoğunluğu Hunlar’ın bölünmesine, ayrıca da bir bölümünün vasal olarak Çinlilere bağlanmasına neden olacaktır.
İşte bu yüzyıllar içinde oluşan Çinli nüfusu da -ki bünyesinde aristokrat sınıf üyeleri ve onların kültür temsilcileri de bulunmaktadır- Hun bozkır kültürünün içerisine Çin kültür öğelerinin katılmasına imkân oluşturdu. Yani Hun sanatı, Çin estetik unsurlarından da katkı almış noktalara taşındı. Zaten bu kadar yoğun etkileşimin olduğu bir süreçte aksi bir durumun olması da söz konusu olamazdı. Bütün bu özelliklere Orta Asya’da yapılmış arkeolojik kazılar sonucunda elde edilmiş buluntularda rastlamak mümkündür.
Altaylar’daki Pazırık, Şibe, Berel Kurganları’yla, Moğolistan’daki Noim-Ula Kurganı’nda ve Çin’in kuzeybatısındaki Ordos ile diğer merkezlerde yapılan arkeolojik çalışmalarda zaman zaman Çin etkisini de gösteren çok sayıda Hun buluntusuna rastlanılmıştır.
Bu asırlar boyu süren süreçte Çin etkisinin de bulunduğu kültüre sahip Hun akraba kabileleri zaman içerisinde Çin karşısında zayıflama dönemleri yaşanmasından ya da daha farklı dış etkenlerden dolayı Asya’nın kuzeyine ve batısına doğru göç yollarına çıkmışlardır. Konakladıkları coğrafyalarda yerli halklarla ve kültürlerle de etkileşime girmişlerdir. Ancak bu kültür zenginleşmesinde ana kültürün içerisinde bulunan Çin etkisi kaçınılmaz olarak farklı biçimlerde de olsa her zaman varlığını korumuştur.
Daha sonra göçebe olan ve Asya’nın farklı coğrafyalarına yerleşmiş bu Türk kavimleri, bir bölümlerini bulundukları yerlerde bırakmak şartıyla ve yine değişik etkenlerin zorlamasıyla, aynı zamanda da göçebe yaşam biçimleri gereği ve göç amacıyla Hindistan’a, İran’a, Doğu Avrupa’ya, Anadolu’ya, Balkanlara, Mezopotamya’ya doğru yola çıkmışlar ve bu arada Çin etkisini de hissettiren kültürlerini bu bölgelere taşımışlardır. Dolayısıyla, sınırlı oranda da olsa bu Çin kültür etkisi arkaik Türk kavimleri tarafından Karadeniz üzerinden Truva yoluyla Batı Anadolu’ya ve oradan da Etrüsk adı altında İtalya’ya geçmiş olabilir.
Doğal olarak Etrüskler’deki Uzakdoğu etkisi bu tarih bilimsel gerçeklerle de açıklanabilir ve Türkler’in göçebe (veya göçmen) kültürüne bağlanabilir. Çünkü Çin etkili kültürü Anadolu’ya ve oradan da İtalya’ya taşıyacak tek göçebe halk Türklerdir; bunlar Çinliler olamazlardı, nedeni ise onların göçebe olmamalarıdır.
İranlılar da olamazlar, zira İraniler Çin’e hiçbir zaman Türk kavimleri kadar yaklaşamamışlardır. Özellikle ana kütleyi oluşturan Hunlar’ın tarihleri Çin ile iç içe gelişmiştir.
Eğer Etrüsk sanatında Hint etkisi varsa bunu da yukarıdaki açıklamalar bağlamında değerlendirmek mümkündür. Çünkü Hindistan, Türk kavimlerinin göç yollarına yakın bir coğrafyadır ve çok eski çağlardan beri buralara olan Türk kavim göçleri bilimsel olarak tespit edilebilmektedir. Hindistan’a Gök Tanrı inancı Altaylar’dan gelir.
Nitekim Hint efsanelerinde beyaz tenli yılan-insan Tanrı Nagaların ülkesinin kuzeyde olduğu ifade edilir. Bu ülkeye “himaye edilen” manasını taşıyan “Şambhu” veya “Şambhka” denir ki, bu Türkçe “parlayan kale” anlamına gelmektedir. Bu güne kadar muhafaza edilmiş kadim Hindistan’ın vakayinamesi olan “Mahabharata” kitabında dinin Hindistan’a nasıl geldiği ve manevi kültürün nasıl oluştuğu anlatılmakta, Nagalarla ve onların kuzeydeki esrarengiz vatanları hakkında bazı bilgiler verilmektedir.
Eski zamandan beri Hintliler toprağın verimliliğini ve zenginliğini Nagalarla bağdaştırmışlardır. Yani, toprağı sabanla işlemeyi ve orakla toplamayı kuzeyden gelen Nagalar’dan öğrenmişlerdir. Meşhur Hint süvarisi de 2500 yıl önce kuzeyden gelen Altaylılar’la ortaya çıkmış ve Hindistan’a gelen bu yeni halk “Şak” diye adlandırılmıştır. Böylelikle Sakalar tarih sahnesinde kendilerini göstermişlerdir.
“Buda bilimi” de aynı dönemlere tarihlenmiş ve o yıllarda Hintliler Buda’yı “Şakyamuni” veya “Türk Tanrısı” olarak isimlendirmişlerdir. Yine efsanelere göre Buda, Naga’ya (yani Altaylı mitolojik Tanrılara) dönüşebilmekte ve Buda’nın gözleri “mavi” olarak tasvir edilmektedir. Ayrıca Tibet, Moğolistan ve Buryatistan Lamaistleri, Lamaizmin köklerinin Türkler tarafından atıldığını, yani bunun temelinin Gök Tanrı inancı olduğunu bilmektedirler. Hindistan’a 2500 yıl önce gelen Şaklar, yani Sakalar oraya misafir olarak da gelmemişler, yerleşmeye gelmişlerdir.
Görüldüğü gibi Altaylılar’ın ve Sakalar’ın Hindistan’a önemli göçleri olmuş ve orasının dini, kültürel, siyasi ve medeni hayatında kalıcı etkileri bırakmışlardır.
Biz Sakalar’ın Altaylar’dan çıkan bir kolunun İran platolarına yöneldiğini de biliyoruz.
Hindistan’a kalıcı olmaya giden Sakalar’ın bir bölümünün bozkır göçebeliği alışkanlıklarıyla ya da çok daha farklı nedenlerle Hindistan’dan İran’a göç etmeleri ve Hindistan’da oluşturdukları kültür harmanıyla birlikte İran Sakaları’yla birleşmeleri sonucu oluşmuş İranî etkilere de sahip olarak Derbent veya Daryal Geçitleri’nden Anadolu’ya sarkmaları, belki Karadeniz üzerinden belki de başka güzergahları izleyerek Batı Anadolu’ya gelmeleri; ya Tyrrhenlerin atalarının içerisinde ya da daha sonraları bağımsız olarak İtalya’ya geçerek Etrüsk sanatını etkilemiş olmaları mümkündür.Yani, Etrüsk sanatı içerisindeki Hint ve İran unsurlarının taşıyıcılarının bu Türk kavminin olması da çok muhtemeldir.
Nitekim, Sayın Prof. Dr. Ekrem Memiş, böyle bir Saka (ya da İskit) göçünün Truvalı olarak idantifiye edilen Turşalar’dan ayrı olarak İtalya’ya göç ederek Etrüsk oluşumuna katıldığını ve Roma’nın imparatorluk altyapısını şekillendirdiğini ileri sürmektedir.
Sayın Elif Tül Tulunay Hoca, Etrüskler’in giysilerinden, çarıklarından, genel fizyonomilerinden, kuş uçuşu yorumlarından ve ciğer falcılığı benzerliklerinden dolayı onları Hititler’le de ilişkilendirmektedir.
Esasında bunda hiç yadırganacak bir durum yoktur. Çünkü, bu kanıtlar Etrüskler’in Anadolulu olduğunu ortaya koymaktadır. Hattiler’le Hititler aynı şey değillerdir. Hatti halkı, daha sonraki ve Avrupalılar tarafından Hitit olarak adlandırılan oluşumun ana kütlesini teşkil etmektedir ve brakisefaldirler. Brekisefallerin beşiği de Ural-Altay bölgesidir.
Hitit devleti Hatti halkının üzerine gelen ve aynı zamanda da Hint-Avrupalı dil özellikleri taşıyan başka bir halkın, Hatti ana kütlesiyle birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Oysa zemini oluşturan Hatti halkı Asya kökenli bir halktır. Boğazköy’de bulunan yazıtlardaki dil ile brakisefal ırkın anayurdu olan Ural-Volga nehirleri arasındaki alanda oturan ve Türk dilinin çok eski bir lehçesini konuşan Çuvaşların dili arasında da büyük benzerlikler bulunmaktadır.
Diğer taraftan, sayın hocanın Etrüskler’de var olduğunu ileri sürdüğü “ciğer falı” kehanetlerinin, yine kendisinin ifade ettiği gibi Orta Asya ve Türkler’de yaygın olan “kürek kemiği” kehanetleriyle benzerlikleri bulunmaktadır. Bunların her ikisi de şamanist öğeler taşırlar.
Her iki kültürde de bu objeler “mikro kosmos” olarak görülürler ve dünya hallerinin onun içerisine yansıdığı farz olunarak bunlar üzerindeki belli alanlardan hareket edilerek kehanette bulunulur. Burada tek fark “kürek kemiği”nin yerini “ciğer”in almış olmasıdır. Eğer bu inanış Orta Asya’ya aitse ve Hattiler’in Asyalı olduğu ileri sürülebiliyorsa, o zaman Etrüskler’e geçen “ciğer kehanetinin”, “kürek kemiği kehanetinin” bir benzeri olarak Hattiler tarafından Batı Anadolu’dan göç eden Tyrrhenler aracılığıyla Etrüsklere mal olduğu çok rahat bir şekilde iddia edilebilir. Yani bu kehanetin kökeni Asya’dır ve bu kehaneti Etrüskler’e aktaran bir aracı da mevcuttur ki, bu da Hitit devletinin ana kitlesi olan Asya kökenli Hattiler’dir.
Kısacası hangi açıdan bakılırsa bakılsın her yol, Roma üzerinden Türklerin ana yurdu Asya’nın derinliklerine çıkmaktadır.
Etrüsk Dilinin Türkçe’ye Yakınlığı
İş bu kadarla da kalmamaktadır. Dil konusu Etrüskler’i daha da Asya’ya bağlamaktadır. Çünkü bu dil Ural-Altay dilleri gibi bitişgen bir dil olduğu gibi, ses uyumun da da Hint-Avrupalı olmayan özellikler bulunmaktadır
Bir çok Türk etimoloğu veya araştırmacısı çözülemeyen Etrüsk dili üzerinde çalışmalar yapmışlar ve o dilin Türkçe ile yakınlığını ortaya koyacak sonuçlar elde etmişlerdir. Bu kişiler arasında Adile Ayda, Polat Kaya, Kâzım Mirşan ve Selâhi Diker sayılabilir.
Rahmetli Adile Ayda, Roma’yı kurulduktan sonra idare eden Etrüsklü “Trquinler” sülalesindeki kralların adlarının Etrüsk yazıtlarında “Tarhun” veya “Tarhan” olarak geçtiğini belirtir ki, Tarkan, Türkçe olarak “Prens” anlamına gelmektedir. Yine ona göre, Etrüskçe’den Latince’ye giren ve “cübbe şeklinde elbise” anlamına gelen “Toga” kelimesi eski Türkçe’de ve Orta Asya’nın bugün kullanılan lehçelerinde aynı anlamı içerecek şekilde “Tong” olarak ifade edilmektedir.
Romalılar “N” harfiyi söyleyemediklerinden onu kaldırmışlar ve bu kelime “Tog” olmuştur. Bunun Latinceleştirilmiş ve dişileştirilmiş şekli de “Toga” olarak söylenir hale gelmiştir.
Adile Ayda, Etrüsk imlâsının sesli harfleri sadece kelimenin ortasında değil başında ve sonunda da yutmaktadır diyerek oğul anlamına gelen “klan” kelimesinin gerçekte “uklan” olması gerektiğini, bunun ise Türkçe “oğlan” olarak okunabileceğini belirtmektedir. Yine Etrüskler’e göre Roma’nın adı olan “Rumah veya Rumak” kelimesi aynı kuraldan hareketle “Urumak” olarak okunmalıdır. Bu da Türkçe’de lehçeye göre telaffuzu değişen “urumağ, ırımağ, ırımak, ırmak” şeklinde okunan “nehir” anlamına gelmektedir. Nitekim Roma şehri de Etrüskler tarafından “Tiber” nehri üzerinde kurulmuştur.
Adile Ayda’ya göre, Türkler’de Gök Tanrı “Tengri, Tingri” olarak adlandırılırken, Etrüskler’in başlıca ilahının ismi “Tinia”dır. Latin gramercilere göre, Etrüsk dilinde “Aeser” tanrıça demektir. Şamanist Türkler’de de çocuk ile anneyi koruyan tanrıçalara “Aeset” adı verilmektedir. Etrüskler’de uğurlu olan ile uğursuz olanı ayıran, mutlu olaylarla mutsuz olayları ayıran rahiplere “augur” denilirdi ki, Türkçe’de ezelden beri “ugur, uğur” kelimesi saadet, talih, mutlu gelecek anlamlarında kullanılmaktadır
Dr. W. Brandenstein da Türkçe ile Etrüskçe arasındaki Hint-Avrupa dillerinde olmayan gramer benzerliklerine dikkat çekmiştir. Bu bilgilere göre, Etrüskçe’nin çoğul şeklinin gramer kuralı Türkçe ile aynıdır. Türkçe’de “lar” ekiyle yapılan çoğulluk Etrüskçe’de “ar” ekiyle yapılmaktadır. Örneğin; tul=Hudut, tul ar= Hudutlar. Yine Etrüskçe’de ister tekil ister çoğul olsun aynı ekler kullanılır. Yani ekler tekil ve çoğula göre farklılaşmaz. Tıpkı Türkçe gramer kuralı gibi.
Örneğin; thesan thi=Kab da, tul ar thi=Kab lar da. Diğer bir gramer benzerliği de sıfat tamlamalarında sıfatın ek almamasıdır. Örneğin; zamthic tesan=Altun kab, zamthic tesan thi=Altun kabda. Bu ve buna benzer kurallar Hint-Avrupa dillerinde mevcut değildir. Dolayısıyla Etrüskçe’nin Hint-Avrupa dilleri kullanılarak çözülebilmesi mümkün olmamıştır. Çünkü bu konuda yapılan çalışmalar, hatta Fenike alfabesi ve İbranice kullanılarak yapılan zorlamalar bile şimdiye kadar amacına ulaşmış değildir. Büyük olasılıkla İranî diller doğrultusunda yapılan çözümlemelerde bir işe yaramamıştır. Çünkü, eğer bu yazıyı İranî diller aracılığıyla çözebilmiş olsalardı,o yazının sahibi kadim İranî (Âri) kabilelerini Hint-İran kolu olarak kendilerinden gördükleri için bu buluşun üzerine balıklama atlarlar ve bunu bütün dünyaya çoktan ilân ederlerdi.
Atatürk Dönemi Türk Tarihi Araştırmaları
Şimdi!.. Bütün bunları niye yazıyorum?..
Bunun birinci nedeni, Mustafa Kemal’in bütün bu bilimsel doğrulara paralel bir tarih bilincine sahip olduğu gerçeğidir. O, bu tarih bilincine sahip olmadan “Ulus Devletin” üzerine oturacağı “Ulusal İdeolojinin” içeriklerini oluşturacak araçların, yani kurum ve kuruluşların hayata geçmesini sağlayamazdı. Mustafa Kemal, Etrüskler’in de, Sümerler’in de, Hititlerin ana kütlesi Hattiler’in de Türkler’in ana yurdundan kopup gelmiş halklar olduğu yolunda genel bir görüşe sahipti.
Nitekim kendi el yazısıyla yazdığı şu ifadeler bunun en güzel göstergelerinden biridir: “Bu memleket, dünyanın beklediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin büyük tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik en aşağı Türk beşiğidir…” Dolayısıyla, Türk kimliğinin tarih, dil ve kültürünün yeni ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak kurulmasını sağlayacak olan ulusal ideolojinin oluşmasına imkan verecek olağanüstü derinlik ve zenginliklerle dolu olduğunun farkındaydı. Ulus devletin dayanağı olan ulusal ideoloji çok sağlam temeller üzerine inşa edilebilirdi ve bu Türkler adına övünülebilecek çok büyük bir şanstı.
Nitekim yukarıda sözü geçen rahmetli Adile Ayda, Prof. Sadri Maksudi’nin kızıdır. Sadri Maksudi ise, Atatürk döneminin bilim adamlarından biridir. Kendisi Kazan’da doğmuş, Rus edebiyat okuluyla birlikte 1901-1906 yıllarında Paris’te hukuk okumuş, daha sonra Meşrutiyet’le birlikte Rus parlamentosuna seçilmiş, orada Türk halklarının haklarının savunulması konusunda büyük mücadeleler vermiş, aynı mücadeleye Ekim Devrimi’nden sonra da devam etmiş, Kazan’da 1917’de kurulan Türk-Tatar Muhtar Devleti’nin kurulmasına ön ayak olmuş, daha sonra Bolşevikler’in yönetimde tam hakimiyet kurmasıyla ve bazı ihanetler sonucunda yasa dışı ilan edilmiş; önce Finlandiya’ya, oradan da Fransa’ya geçmiştir.
Fransa da 1923 Aralığı’ndan itibaren, Türkiye’de Cumhuriyetin kurulması sevincinin yanında Sorbon’da ilk defa bir Türk’ün kürsü sahibi olarak “Türk Kavimler Tarihi” dersi vermesi şerefine de erişmiştir. O dönemlerde birçok kez konferanslar için Türkiye’ye gelmiş, Mustafa Kemal tarafından kabul edilerek iltifatlara mahzar olmuştur. Sonunda Sorbon’da 1924-25 ders yılı başlamadan Mustafa Kemal’den kendisine bir davet gelmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Hukuk Mektebi’nde “Türk Hukuku” dersini okutacaktır.
Sadri Maksudi, Paris’i, Sorbon’u, o entelektüel çevreyi bırakır ve daha binası bile olmayan Hukuk Mektebi’nde ders vermek için o dönemde büyük mahrumiyetler içerisinde bulunan Ankara’ya gelir. Maksudi, dünyanın hiçbir üniversitesinde okutulmayan “Türk Hukuku” bilimini kurmakla görevlendirilmiştir.
Düşünebiliyor musunuz? Mustafa Kemal tarafından daha binası bile olmayan Hukuk Mektebi’nde yeni ulus devlet Türkiye Cumhuriyeti’nin kendine özgü modern bir “Türk Hukuku”nun oluşabilmesi için kürsü oluşturulması planlanıyor.Yani,bu hukuk taklit, çalıntı bir hukuk olmayacak;Türk’ün kendi koşullarına,insanına ve toplumsal yapısına uygun özgün bir hukuk olacaktır.
Pek tabidir ki bu hukuk anlayışı,bugünün empoze AB hukukuyla toplum düzeni oluşturmaya ve dolayısıyla Türkiye’yi parçalayarak bölmeye çalışan teslimiyetçilerin çarpık hukuk sistemiyle taban tabana zıttır.
Sadri Maksudi ayrıca, Türk Tarih ve Dil Kurumları’nın fikirsel ve oluşum bazındaki tohumlarını da atan kişidir.
İşte,Mustafa Kemal’in tek bir işaretiyle Sorbon’u, Paris’i, oradaki rahat yaşamı teperek köy görünümündeki Ankara’ya, Türk’ün dünya ulusları zemininde layık olduğu konuma ulaşması ve sıfırdan çağdaş bir ulus yaratılabilinmesi adına Türkiye’ye gelen bu birikimli bilim adamı da, aynı zamanda Etrüskler’in Türk olduğunu savunuyordu. Bu değerli bilim adamının o gerçeği ortaya koyması için gerekli donanımı da mevcuttu. Nitekim daha sonra kızı Adile Ayda da bu doğrultu da çalışmalar yaparak tarihi ve bilimsel gerçekleri sorgulamaya devam etti.
Evet, Atatürk döneminin bilim insanları bu şekilde Türk halklarının dünya halkları nezdindeki büyüklüğünü ve değerliliğini bilimsel şekilde ortaya koyabilecek ve Türk kimliğine özgüven kazandırabilecek kalitede ve birikimdeydiler. O çerçevede onların iddia ettikleri Etrüsklerin Türk olduğu gerçeği, bugün de İtalyan bilim adamlarının yaptığı genetik araştırmalarda ortaya çıkmaktadır. Demek ki Mustafa Kemal ve onun bilim insanları o zamanlar haklıydılar ve haklılıkları günümüzde de ortaya konulan bilimsel kanıtlarla bir kez daha ispatlanmaktadır.
Gerçekten de, sadece Atatürk döneminin bilim adamlarından Sadri Maksudi değil, yine 1937 de ikinci Türk Tarih Kongresi’ne bildiri sunan ve yukarıda tezleri dile getirilen Avrupalı tarihçi Dr. W. Brandenstein da Atatürk döneminin ulusalcı ideoloji oluşturulmasına dayanak oluşturacak görüşlerinin bilimsel doğruluğunu bütün boyutlarıyla ortaya koymuştu. Ona göre de Etrüskler Asyalıydılar.
Peki daha sonra ne oldu?
İşte bu noktada, Etrüsk meselesi öne çıkarılarak yukarıdaki konulara değinilmesinin ikinci nedenine geliyoruz.
Sömürgeci Tarih Disiplini: Türkler’i Tarihten Silmek
Atatürk döneminin sonraki yıllarında, sömürgecilerin yörüngesine giren tarih disiplini, Atatürkçü hedeften saparak gerçek Türk tarihini araştırma ve bu doğrultuda ulusal ideolojiyle beraber Türk kimliğini güçlendirme misyonu yerine; sömürgecilerin empoze ettikleri yöntemlerle ve onların yapıtlarını baz alarak tarih çalışmaları yapma yolunu tercih etmeye başladı. Oysa ulusal ideolojiyi oluşturma ve güçlendirme süreciyle birlikte Türk kimliğinin bütün boyutlarıyla kavranılması ve yerleştirilmesine yönelik bilimsel tarih çalışmaları daha yerli yerine oturmamıştı; emekleme dönemindeydi. Zaten ulusal devlet olan Türkiye Cumhuriyeti devleti de çok yeniydi.
Diğer taraftan bu ulusal ideolojiye ve Türk kimliğine dayalı olarak kurulan ulus devlet, diğer Türk halkları arasında örnek oluşturabilecek tek bağımsız Türk devletiydi. Dolayısıyla tüm Türk halklarının ortak tarihi üzerine bağımsız ve bilimsel tarih çalışmaları yaparak yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulusal ideolojisini ve kimliğini oluşturması gereken de yine bu devlet olacaktı. Bu devlet aynı zamanda bu çalışmalarıyla, Sovyet-Rusya’nın sömürgesi konumunda olan Türk halklarının ortaya çıkarılması gereken tarihini de üstlenmek durumundaydı. Yani, üzerindeki yükümlülükler çok ağırdı.
Ama sömürgecilerde boş durmuyorlardı. Bunların kesinlikle gerçek ve objektif Türk tarihinin üzerine oturmuş bir ulusal ideolojiye tahammülleri yoktu. Bu onlar için çok tehlikeliydi. Bu yüzden bağımsız çalışan ve bilimsel gerçekler bazında hareket eden Türk tarih çalışmalarının sulandırılması gerekiyordu. Bağımsız ve objektif tarih demek, “tam bağımsız” bir Türkiye Cumhuriyeti demekti. Ayrıca bunun diğer Türk halklarına örnek olarak onların bağımsızlıklarını teşvik etmesi de söz konusu olabilirdi.
Ayrıca, bu korkuya sahip olanlar sadece kapitalist emperyalistler değildi. Çarlık Rusya’sıyla sözde sosyalist emperyalist Sovyet Rusya da aynı korkuya sahipti.
Zaten gerek kapitalist gerekse Çarlık ve Sovyet Rusya emperyalizmi aynı “Âri” ırk masalına dayanıyordu. Her ikisinde de ortak payda “Âri” ırkın üstünlüğüydü.
Batılı emperyalistlere göre, Yunan’dan sonra kendi uygarlıklarının temeli olarak gördükleri Roma’nın altyapısını oluşturan, ona şehir kültürünü aşılayan, sanatına, siyasi ve idarî yapısına, medeniyetine damgasını basmış olan Etrüskler Türk kökenli olamazlardı. Çünkü Türkler kültür ve medeniyet üretemezlerdi; Türkler barbardı, yıkıcıydı, yok ediciydi.
Bu yüzden Etrüskler’in dilindeki, sanatındaki ve medeniyetindeki Orta Asya etiketleri görmezden gelinmeliydi. Eğer Etrüskler’in dili Hint-Avrupa dil kalıplarıyla çözülemezse, Fenike alfabesine başvurulmalı; o da olmazsa İbrani dili zorlanmalı, bunda da başarılı olunmazsa Etrüskler kayıp bir uygarlığa bağlanmalıydı. Ama kesinlikle Asya ile ya da Türklerle bağı kurulmamalıydı. Aksi halde temeli olmayan ve tarihi şüpheli olan “Âri ırk” uygarlığı mavalı tehlikeye girerdi.
O zaman, başka halkların üzerinde değişik yol ve araçlarla empoze ettikleri “biz âri ırktanız, tüm medeniyetlerin kurucusu biziz, sizler ikinci sınıf halklarsınız, size medeniyeti ancak medeniyet oluşturucusu halk olarak bizler getirebiliriz, o yüzden bize kendinizi teslim edin ve biz sizi bu martavalla sömürelim” hikayesi dayanaktan yoksun hale gelirdi.
İşte bu yüzden Hint-Avrupalılar, tam 200 yıl boyunca Etrüsk dilini çözemedikleri halde Türkçe’ye baş vurmayı düşünmediler.
Nitekim bu noktada,sayın Prof. Dr. Elif Tül Tulunay’ın Almanya’daki eğitimi sırasında Alman hocasıyla ilgili bir hatırasında da aynı izleri görmek mümkündür. Bununla ilgili alıntı şöyledir:
“… Etrüsklerle ilgili seminer çalışmalarımızın paralelinde üniversite tarafından Etruria’ya düzenlenen geziler, benim Etrüsklere duyduğum ilginin katmerlenmesini sağladı. Çünkü gittiğimiz yerlerdeki kent kalıntıları ve mezarlar ile müzeler dolusu ilginç buluntular, bana hep tanıdık bildik bir şeyleri, kısaca Anadolu’yu ve Doğu kültürlerini anımsatıyordu. Prof. Hafner ise bunları, kendi fikirleriyle donatarak İtalya ve Batı kültür bağlamında anlatıyordu. Ona ve genel kanıya göre, Etrüsklerin İtalya’nın YERLİ HALKI olduğu düşüncesi ön plandaydı. Ben DO⁄U ÖRNEKLERİYLE paralellikleri vurgulamaya çalıştıkça, hocamı kızdırıyordum. Aradaki benzerliklerin SALT TİCARET yoluyla kazanıldığı ileri sürülüyordu…”
Ne kadar ilginç değil mi? Alman hoca, Etrüskler’deki Anadolu ve Doğu etkilerine dayanamıyor. Ona göre Etrüskler illâki yerli halk olmak zorundadırlar, hele de Anadolu’dan ve doğudan gelmeleri söz konusuysa… Çünkü aksi halde “Arî ırk” üstünlüğü sekteye uğrayacaktır.
Bu bakış açısında hiçbir zaman bilimsellik olamaz. Bu bakış açısı beraberinde gerçek tarih ve sanat tarihinden farklı olarak ayrı bir sömürgeci tarih yada sömürgeci sanat tarihi disiplinini ortaya çıkaracaktır ki, bu da açık ve net olarak bilimin tahrif edilmesinden başka bir şey değildir. Nitekim aynı sömürgeci zihniyet bugün, kendi çıkarları doğrultusunda Kürtlere de Kürdoloji Enstitüleri aracılığıyla yapay bir tarih, yapay bir kültür ve dil oluşturma çabalarında epey bir mesafe kat etmiştir.
“Âri Irk” Safsatası ve “Barbar Türkler”
Peki bu yalan hikaye, sadece Batılı Kapitalist sömürgeciler için mi geçerlidir? Hayır!…
Çarlık ve Sovyet Rusya’nın dayandığı temel ideoloji de yine “Âri ırk” ın üstünlüğü safsatası üzerine inşa edilmiştir.
Buna göre de, Ön ve Orta Asya gerçekte “Âri ve İranî kavimlerin” yurdudur; barbar, kültürsüz, göçebe, savaşçı Türk kavimleri daha sonra bu halkların yurtlarını işgal ederek onları kovmuş ve o topraklara kendileri yerleşmişlerdir. Önce Çarlık, sonrasında ise Sovyet Rusya’nın yaptığı ise gerçekte Âri ve İranî halkların Türkler tarafından işgal edilmiş ata toprakları olan coğrafyayı Ârilerin tekrar ele geçirmelerinden başka bir şey değildir ve buna da sonuna kadar hakları vardır.
Görüldüğü gibi burada da gerçeklere ve bilime uymayan farklı bir tarih yaratılarak işgaller ve sömürü haklı gösterilmeye çalışılmaktadır.
Baktığınızda tüm Batılı ve Rus tarihçiler “İskitler’i” İranî bir kavim olarak gösterirler. Türk kavimlerinin ortaya çıktıkları, kendi yurtları olarak gördükleri ve “otoktan” bir halk olarak yaşadıkları coğrafyalar ne hikmetse “İranî” bir kavim olarak adlandırılan “İskitlerin” yurdu olarak gösterilip oradaki halklar da sürekli “İranî” olarak nitelendirilirler. Sanki Türkler öz yurtlarında hiç var olmamışlar ama fantastik bir büyüyle birdenbire ortaya çıkarak İranî kavimlerin ülkelerini fethetmişlerdir.
Nitekim Kâzım Mirşan; “Ben, İskitler’in yazıtlarını Türkçe olarak okumuşsam, bu adamlara artık ne denebilir ki?” şeklindeki bir ifade ile onların kökenini net bir şekilde ortaya koyuyorsa; dünyaca ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, bir Türk kongresinde Türkî devletlerden gelen Türkologlarla konuştuğunda onların, İskit yazılarının Türkçe olduğunu, bunları okuduklarını ve kendisine gösterdiklerini ifade edip; ancak Rusların kesinlikle bu gerçeği kabul etmediklerini vurguladıklarını dile getiriyorsa, artık söyleyecek pek bir şey kalmamış demektir.
Peki Batılılar ve Ruslar neden İskitler’e bu kadar sahip çıkmaktadırlar? Çünkü İskitler çok etkileyici ve ileri bir kültürün yaratıcılarıdırlar. Onların kökenlerinin kendilerine bağlanması o kültürün de kendileri tarafından sahiplenilmesi demektir.
Örneğin 2000 yılında Sibirya Tua Arzan bölgesinde Alman arkeolog Herman Arzinger tarafından 2500 yıllık bir İskit mezarı bulunuyor ve içerisinden bıçak,çizmeler ve saç tokaları som altından olmak üzere 50 kg. ağırlığında 6000 parça altın nesne çıkarılıyor. Ve bu muhteşem sanat eserlerinin çıkarıldığı alan, tarih boyunca yalnız ve yalnız Türkler’in yaşadığı bölge olmasına karşın; bu keşif Der Spiegel’de “Sibirya da bulunmuş İskit mezarı” şeklinde ilan ediliyor ve kesinlikle Türklerle bağlantısı dile getirilmiyor.
Görüldüğü gibi işin bir başka boyutu da bu son derece gelişmiş kültürün Türk kavimleriyle ilişkisinin kesilmesi çabasıdır.
Bu ilişki kesilmelidir ki, Türklerin barbarlıklarına, yıkıcılıklarına ve medeniyet yaratamayacak gerilikteki halklar oluşuna bir kılıf uydurulabilsin. Aksi halde kültürsüz, işe yaramaz Türk kavimleri çok özel bir kültürün yaratıcısı olarak tarihteki yerlerini alacaklardır. Bu ise, onları sömürme amacını güden ideolojinin dayanaksız kalmasına neden olacaktır.
İşte bu saçma sapan, yalan yanlış tarih; hep sömürgecilerin bilimsel ve tarihi gerçekleri saptırarak bir takım halkları sömürebilmek için uydurdukları dezenformasyon üzerine kurulmuş uydurmasyon bir tarihtir.
Atatürk’ün kurduğu bu yeni Cumhuriyet nasıl ezilen, mazlum milletlere örnek oluşturduysa; ulusal ideolojisini ve kimliğini oluşturmak için kurduğu kurumlarıyla da bu yalancı tarihi ortadan kaldıracaktı. Böylelikle Türk halkı gerçek tarihinin büyüklüğünü görecek ve kendi Türk kimliğiyle gurur duyacaktı. Ama böyle bireylerden oluşmuş bir ulus sömürülemeyeceği gibi, bu çerçevede şekillenmiş bir ulus aynı zamanda başka ezilen ulusların gerçek tarihlerini öğrenmesine de fırsat tanırdı ki, bu ise Batının sömürge imparatorluğunun çökmesi anlamına gelirdi.
Dolayısıyla tüm sömürgecilerin buna izin vermesi söz konusu olamazdı. Nitekim bu mantık doğrultusunda önlemlerini almaya başladılar. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ndeki her özgünlüğü sulandırdıkları gibi Atatürk’ün “tam bağımsız Türkiye” felsefesinin temel dayanağı olan “Bağımsız Türk Tarihi” çalışmalarının gerçekleştiği kurumları da dejenere ettiler. Buralarda özgün tarih araştırmaları yapılacağına, kolaycılığın egemen olduğu ve “Âri ırk üstünlüğü” formatıyla eğitilmiş Batılı tarihçilerin yazdığı ikinci el kaynakların temel alındığı çalışmalara ağırlık verildi.
İlgili kurumlar ve araştırmacılar bu doğrultuda şekillendirildi. Özellikle son dönemlerde Batıdaki sömürgeci formatlarda programlanmış akademisyenlerin ağırlık kazanması ve özel üniversitelerin çoğalmasıyla birlikte bu kesimin elde ettiği ezici üstünlük, gerçek Türk tarihine dayanan çalışmaların çok azınlıkta kalmasına neden oldu.
Türk Tarihinin Çarpıtılması
Piyasa sömürgeci tarih anlayışının beslemeleriyle doldu taştı. Bu durum ise, Türkiye çapında ulusal ideolojiye ve Türk kimliğine yönelik bilimsel yayınlarla bunlara dayanan empozenin azalmasına ve etkisizleşmesine neden oldu.
Bakınız!… Haluk Tarcan’ın Ön Türk Uygarlığı adlı kitabında vurguladığı şekliyle Ekrem Akurgal’a göre Türkler güya Anadolu’ya 1071’de gelmişler ve ondan önce de Anadolu’da hiç var olmamışlarmış… Oysa, yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı gibi Etrüsklerin ya da Sümerlerin, Hurrilerin,Hattilerin, Subarların, Urartuların kullandıkları Ural-Altay dil özelliği olan bitişgen dilin dışında; Türkler’in ana yurdundan gelmiş ve Ön Asya ile birlikte Anadolu’nun doğusundan batısına kadar her karış torağında yaşamış ön Türk kavimleri olduklarına dair yadsınamayacak kanıtlar vardır. Tabii bu arada İskit-Sakaları da unutmayalım.
Akurgal başka ne demiş; ölü yakma, Hint-Avrupa kavimlerinin özelliğidir, Hititler’de ölülerini yakarlardı…
Oysa bu Şamanist gelenek, eski Türk kavimlerinde de bulunuyordu ve Şemseddin Günaltay’ın da “Yakın Şark Anadolu” kitabında fevkalade güzel bir şekilde açıkladığı gibi Hattiler Orta Asya’dan gelmiş ön Türk kavimlerinden biriydi ve daha sonra aralarına katılan bir kavimin Hint-Avrupa özellikler taşıyan dil etkilerine dayanılarak Hititlerin Arî oldukları iddia edilmişti. Hatta Şemseddin Günaltay eserinde; Hrozny tarafından eski Almanca ,İngilizce, eski Sakson lehçeleri ve Latince’den hareketle çözülen Hititler’in dilinin Hint-Avrupa dillerine bağlanması iddiasına yönelik iki Amerikalı tarihçinin bunun öyle olmasının farklı nedenlerinin bulunduğunu ortaya koyan çalışmasına da yer vermişti.
Petersen ve Sturtevant’a göre proto-Hattilerin arasına sonradan katılan halk da esasında Altay bölgesinden gelmişti ve konuştukları dil 7. yüzyılda Çin Türkistanı’nda konuşulan Tukharca’ya çok benzemekteydi. Bu iki dil aynı kökten türemiş bir dildi. Bu dili konuşan ve çok eski çağlarda Altay bölgesinde yaşayan bu halk, Hint-Avrupa ana lehçelerinden birini konuşun farklı bir halkla yakın veya yan yana yaşamış veya karışmış, Hint-Avrupa etkilerini de onlardan almıştı.
Daha sonra bu halkın bir bölümü güney batı yönünde göç ederek Anadolu’ya gelmiş ve akrabaları olan Hattilerin arasına katılmışlardı. Yani Hititlerin Hint-Avrupa kavmi olduğuna dair iddaların ana kaynağını oluşturan ,Hititçe’deki Hint-Avrupa özelliklerin temel nedeni buydu. Ve bu özellikleri o dile sokan kavim de aslında Asyalıydı, brekisefâldi ve Hint-Avrupalı dillerden kelimeler almış ve karışmış bir dil kullanmalarına karşın dil orijinleri Ural-Altay dil grubuna dahil bir dildi.
Yine Şemsettin Günaltay bu gerçeklerle,Hint Avrupa ırkçılarının iddia ettikleri gibi Hititler’in batıdan boğazlar yoluyla geldikleri tezinin de çürütülmüş olduğunu ileri sürüyordu.
Ekrem Akurgal tüm bu bilimsel doğrulardan bağımsız olarak ve son derece bilgisizce, Şamanist Türkler’e de ait olan “ölü yakma” geleneğini sadece Hint kültürüne bağlayarak ve böylelikle Hititler’i Hint Avrupa kavmi ilan ederek sömürgecilerin ekmeğine yağ sürdüğü gibi, kendisinin de Batılıların güdümündeki bir ekolün temsilcisi olduğunu göstermiş oluyor.
Bu durumda; eğer Türkler Anadolu’ya 1071’de gelmişse ve ondan önce Anadolu’da Ermeniler, Grekler, Hititler, Frigler ve hatta Kürtler(!) ya da benzer başka Hint-Avrupalı kavimler yaşıyorsa, o zaman Türkler nasıl Orta Asya’nın gerçek sahibi olan İranî ve Âri kavimleri kovarak Orta Asyayı ele geçirmişler?
O yüzden Aryan uluslarının ata topraklarına yeniden dönebilmeleri için Orta Asya’yı işgal etme hakkı doğmuşsa, aynı şekilde Hint-Avrupalı sömürgecilerin de topraklarından kovulan Grekler, Ermeniler ya da Doğu Anadolu’nun otoktan halkı(!) Kürtler adına Anadolu’yu parçalamak yoluyla ele geçirmek ve akraba ulusların tekrar ata yurtlarına dönmesini sağlamaya yönelik entrikalarını meşru saymak mümkün olabilecektir. Böylelikle tüm emperyalist istilalar ve bu arada “Sevr” de en sağlam dayanaklarına kavuşulabilecektir.
Türk Yazısının Ortaya Çıkışı
Yine, Haluk Tarcan’ın söz konusu edilen kitabına göre Prof. Dr. Talat Tekin şöyle diyormuş: “Türkler okuyup yazmayı, Runik tipteki yazıyı alarak 732’de Göktürk Devleti’nin yıkılışından biraz önce öğrenmişlerdi… Orhon Türkçesi en eski Türkçedir…”
Bu kadar saçma bir görüş olabilir mi? Talat Tekin Orhon Türkçesi’nin en eski Türkçe olduğunu nereden biliyor acaba?
Tabiki; Kırgızca’nın, Uygurca’nın, Yakutça’nın, Çuvaşça’nın, Tartarca’nın ve buna benzer Türk lehçelerinin arkaik biçimlerine yeterince vakıf olunmadan, yine en eski Türk kavimlerinin ardıllarının bu gün de varlıklarını sürdürdükleri coğrafyalarda dilbilimsel saha çalışmaları yapılmadan, Türklerin ata yurtlarında ortaya çıkarılmış en eski arkeolojik dilsel kanıtları yerinde takip edip bunların yorumlanması konusunda yan bilim dallarından yardım alma ihtiyacı duymadan; oraların dilsel geleneklerini kavramadan, örneğin damga kültürünün o coğrafyalardaki ve tarih içindeki izlerini sorgulamadan, bütün bilimsel birikimi Hint-Avrupa orijinli ve emperyalist programlı ikinci, üçüncü el yapıtlar aracılığıyla elde etmenin dışında başka bilimsel bir yol aramadan, en önemlisi ise yöntemi ve kafanın şekillenişini değiştirmeden, “en eski Türkçe, Orhon Türkçesi’dir” söyleminin ötesine geçmek mümkün olmayacaktır.
Eldeki tek somut yazı belgesi Orhon Yazıtları görülürse, hâliyle “en eski Türkler okuyup yazmayı 732’de Göktürk Devleti’nin yıkılışından önce öğrenmiştir” denilecektir. Demek ki, Amerika’da doktora yapmak, İngilizce neşriyatta bulunmak her şeyi bilmenin ön koşulu olmadığı gibi; Hint-Avrupa ekolünün esiri olmanın ötesinde başka bir işe yaramıyor.
Şuraya bakın! Binlerce yıllık var oluşa, uygarlığa, mağara resmi ve damga kültürüne sahip, aynı zamanda Runik yazı örnekleri doğu Avrupa’da, Balkanlarda, Kafkasya’da, Anadolu’da arkeolojik buluntu olarak ortaya konmuş olan Türkler, yazıyı ancak miladî 732 de öğrenmişlermiş… Hem de “Runik tipteki yazıyı alarak…”
Bu ifadeye göre de Türkler Runik tipteki yazıyı bir yerlerden aşırmışlar anlaşılan. Yâni, Türkler o kadar değersiz ve işe yaramaz bir halk ki, “Göktürk yazısı” bile kendilerinin değil (galiba Sencer Divitçioğlu’na göre de Türkler bu yazının alfabesini ‘Soğd’lardan almışlar. Malûm egemen görüşe göre Soğdlar da İranî bir kavim).
Pes vallahi?… Bu saçmalığı duyan sömürgeci de tabiki Türk’ü barbar, kültürsüz ve yok edici olarak görecektir. Ama normal; çünkü o beyefendi bilmiyor! Türk yazısının mağara resimlerinden itibaren nasıl bir evrim geçirdiği, hangi evrelerden ve etkileşimlerden geçerek Orhon Yazıtları noktasına geldiği konusunda kafa yormamış. İstese de yoramaz, çünkü o formasyona sahip değil.
Oysa, Türk tarihinin ve kültürünün gelişiminde “damgaların ya da tamgaların” yeri çok önemlidir. Ön Türk yazısının ortaya çıkmasında kaya veya mağara resimlerinden sonraki aşama “damgalar”dır. Bu noktada resimlerin yerini belli hecelere (ya da kavramlara) karşılık olan “damgalar” almıştır.
Bu damgalara bu gün; Kafkasya’da, Avrupa’nın bir çok bölgesinde ve Erzurum il sınırları içerisinde bulunan Cunni Mağarası’ndaki işaretlerde de rastladığımız gibi, Orta Asya’nın en ücra köşelerinde açılan ve milâdın çok öncesine tarihlenen kurganlarda elde edilmiş kilim buluntularındaki desenlerde ve Anadolu’nun doğusu da dahil olmak üzere her köşesinde dokunan yörük kilimlerinde de rastlıyoruz.
Bu damga evresinden sonra ise damgaların alfabenin harfleri haline geldiği bir aşama gelir ki, Göktürk yazısı da bu aşamanın son ürünlerinden biridir. Ancak bu süreç beş-on yıllık bir süreç olmayıp yüz, hatta binlerce yıllık bir süreçtir.
Bu evrelere iyice vakıf olmadan, “damga” kültürünü kavrayamadan, Türk dillerinin en arkaik biçimini, örneğin Tümenlik lehçesinin daha primitif hâlini bilmeden,Türk dili tarihini ve kültürünü anlamak olası değildir.
Bu durumda Talat Tekin’e göre Türkler, bellekleri “tabula rasa” iken, gelen bir vahiy ile miladî 732’de birden bire yazıyı öğrenivermişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla sayın Talat Tekin “Issık yazısı”ndan da pek haberdar değildir.
O bölgedeki bir kurganda bulunan kâsenin tarihi M.Ö. 500’dür. Bu Kâsenin üzerindeki iki satırlık yazının varoluş tarihi de Kazım Mirşan’a dayanan Haluk Tarcan’a göre M.Ö. 3000 (veya 3500)’dir. Ve bu yazı Göktürk yazısının öncelidir; Haluk Tarcan bu yazıyı “Göktürk alfabesi ondan doğmuştur” ifadesiyle değerlendirmektedir. Haluk Tarcan’ın yazının tarihi konusundaki görüşünü bir tarafa bıraksak bile, en azından o kâsenin tarihinin M.Ö.500 olması nedeniyle üzerindeki yazının tarihinin de bu olması gerekir. Demek ki o zaman, Orhon Yazıtları’nın geçmişi milâttan öncelerine gidebilmektedir.
Ayrıca yine Talat Tekin’in Türkler’in yazıyı öğrendikleri tarih olarak ileri sürdüğü 732 tarihini baz aldığımızda ve Türk yurdunun 702 den itibaren Arap istilası ve şiddeti nedeniyle; Arap inancı, dili ve alfabesi tahakkümüne uğramaya başladığını da işin içine kattığımızda; Türklerin neredeyse Göktürk Alfabesi’nden daha önce Arap alfabesi kullanmaya başladıkları sonucuna varırız ki, bu da bayağı çelişkili ve komik bir durum olarak kendini gösterir.
Görüldüğü gibi burada, art niyetli bir Hint-Avrupa ekolü programlaması söz konusudur. O ekol de haliyle, Orta Asya coğrafyasındaki dil bilimsel arkeolojik bulgularda dahil olmak üzere Türkçe’nin başlangıcından itibaren geçirdiği sürecin açığa çıkmasını engelleyecek ve Türk dilinin köklü tarihinin ortaya koyulmasına imkan vermeyecektir. Bu ekolden yetişenler ise Hint Avrupa orijinli otoriteler ne vermişlerse ve neleri dikte etmişlerse yalnızca bunları alacaklardır.
Türk Tarihini Sömürgeci Hegemonyadan Kurtarmak
İşte bu noktada yine “Bağımsız Türk Tarihi Çalışmaları” gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Belki, Kazım Mirşan’ın çalışmaları bu doğrultudaki önemli açılımlardan biri olabilir. Tabii, Hint-Avrupa ekolünün teslimiyetçi tarihçilerinin yarattığı statüko kırılabilirse…
Esasında Mustafa Kemal’in oluşturmak istediği “Tarih Kurumu ve Araştırmaları” da bu yönde şekillenmeli ve Hint-Avrupa tarihçiliğinin hegemonyasından kurtulmalıydı.
Sonuç olarak meydan Batılı sömürgecilerin ve onların yanaşmalarının tarih ekolüne kalmıştır. Bugün artık Atatürk döneminin Sadri Maksudileri, Fuat Köprülüleri, Şemseddin Günaltayları (kendisi Atatürk’ün ölümünden sonra tavır değiştirmiş ve İnönü’nün yoluna girmiştir), Zeki Velidi Toganları, Bahaddin Ögelleri gibi bilimsel yaklaşıma ve Cumhuriyet devrimleriyle onun ideolojisine inancı tam olan duayen tarihçileri yoktur.
İşin doğrusu bunlarda o dönemlerde mecburen Hint-Avrupa tarihçilerinin çalışmalarına dayanıyorlardı ve bunların bazılarının görüşleriyle Atatürk’ün hedefleri yüzde yüz uyuşmasa bile, en azından onlar çalışmalarında “Türk Tezine” en uygun olan bilimsel eserleri önemsiyorlar ve gündeme taşıyorlardı. Ayrıca o dönemde İslâm’dan bağımsız Türk tarihi konusuna yeni yeni eğilinmeye başlanıldığı için Hint-Avrupacıların ikinci-üçüncü el kaynaklarına baş vurulması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktaydı.
Diğer taraftan da zaten o dönemin değerleri ve bakış açısı, Atatürk’ün tarih anlayışı doğrultusunda sömürgecilerin sakat zihniyetinin aşılarak daha saf, bilimsel ve özgün bir Türk tarih modelinin oluşturulmasına yönelikti.Ve eğer, Atatürk devrimlerinin bütün boyutlarıyla yerleşmesi ve kalıcılığı söz konusu olsaydı, yukarıda isimleri zikredilen saygın Atatürk tarihçilerinin bir sonraki aşaması muhakkak bir şekilde “özgün ve bilimsel Türk Tarihi” yolu olacaktı.
Peki bugün kimler vardır? Mete Tunçay, Halil Berktay, Şükrü Hanioğlu, Edhem Eldem, Selim Deringil ya da Şerif Mardin gibi uzaktan kumandalı, Batı formatlı “ideolojik muhalefet tarihçileri” ve “alternatif tarih kurgucuları” ile onların tarih yazımıyla ilgili dezenformasları…
Artık her alanda Atatürk dönemine dönülmenin zamanı gelmiştir. Tarih de bunlardan bir tanesi ve en önemlisidir. Artık Hint-Avrupa sömürgecilerine hizmet eden Batı hayranı ve kölesi tarih anlayışından kurtulmak gerekmektedir. Çünkü bugün, bu tür tarihçilik aynı zamanda Kürtçülerin, Ermeni diasporasının ve Pontusçuların emrindedir.
Kürtçüler bu “dezenformasyon tarihi” sayesinde sömürgeciler tarafından kurgulanan “protez” bir tarih elde etme imkanına sahip olmuşlardır.
Ayrıca, “Ermenilerden özür diliyoruz” projesine çanak tutan da bu güdümlü ve Hint-Avrupa orjinli tarihtir. Kafkaslar’da Karaçay-Balkarlar, Kumuklar, Ahıska Türkleri, Terekeme ve Karapapaklar, Acaralar, Azeriler gibi bugün dahi ana dilleri Türkçe olan kavimler mevcutken ve Doğu Karadeniz tarih öncesi ve sonrası dönemlerde içlerinde Türk kökenli kavimlerinde bulunduğu İskitlerin, Kimmerlerin veya Hunların, Bulgarların, Oğuzların, Hazarların ve özellikle de ağırlıklı olarak Kıpçakların yurdu olduğu halde; Karadeniz’in doğusunu abartılı bir şekilde Lazların ve onlarla akrabalıkları olduğu iddia edilen Gürcülerin ya da Pontus Rumları’nın öz yurdu olarak lanse etmek yine Hint-Avrupa güdümlü tarihin kandırmacasından başka bir şey değildir.
O kadar ki, farklı kökenlere bağlanarak bölünmenin tarafı hâline getirilmek istenen ve Laz ya da Hemşinli olarak nitelendirilen vatandaşlarımızın etnik kökenlerinin gerçek izleri, Hint-Avrupa tarihinden bağımsız bir Türk tarihi içerisinde çok daha rahat bulunabilecektir.
Tarih önemlidir diyoruz; çünkü Türk kimliğinin alabildiğine örselendiği küreselci sömürgeciliğin dünyasında Türk halkına gerçek ve köklü tarihinin yeniden hatırlatılması gerekmektedir. Türk kimliğinin bu özgüvene önemli ölçüde ihtiyacı vardır. Bu olması gereken “tam bağımsız ulusalcı tarih”in Hin-Avrupalı tarihçilerin ve onların yanaşmalarının yaptıkları gibi tarihi çarpıtmaya ve bir dezenformasyon tarihi yaratmasına da gereksinimi yoktur. Çünkü Türk tarihinin varlığı, gerçekliği ve muhteşemliği bütün heybetiyle ortadadır. Ama bu tarih objektif ve bilimsel bir tarih olmalıdır.Bu parametreleri içermeyen tarih “Atatürkçü bir tarih” olamaz.
Olsa olsa, “ırkçıların ve Turancıların” bir tarihi olur ki, zaten o tarihte kolayca istismar edebilecekleri için sömürgecilerin ekmeğine yağ süren bir tarihin ötesine geçemez.
Ulusal ideoloji zeminin de siyaset yaparken de böyle bir tarihe ihtiyacımız vardır. Çünkü ulusal ideolojinin ve Türk kimliğinin güçlendirilmesinin en büyük motor gücü objektif, bilimsel ve tam bağımsız Türk tarihidir.
Bu tarihin güç vereceği ulusal kimlik üzerine kurulmuş bir sol hareket ancak kalıcı ve Türkiye’yi geleceğe taşıyan bir sol hareket olabilir.
Sömürgecilerin emrindeki siyasal İslam’ın tek panzehiri ise böyle bir tarih ve kimlik üzerinde yükselen sol harekettir. Başka hiçbir zemin onların gücünün karşısında bir alternatif oluşturamaz. Çünkü Türk-İslam sentezi denilen akım, Evrenos Paşa döneminden sonra muhafazakar milliyetçilik adı altında ılımlı İslam’a dönüşerek gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır.
Onların milliyetçiliği, ideolojilerinin temel belirleyicisi olan İslamcılıklarını saklamak için bir paravandır. Bunların İslâm’dan bağımsız bir milliyetçiliğe ve Türk tarihine tahammülleri yoktur. Türk İslam sentezcilerine göre, Türk kimliği İslâm’la birlikte uygarlık yaratmış ve yücelmiştir. Hatta o kadar ki; sanki Ortodoks Gagauzlar, Kırımçaklar, Gregoryan Kıpçaklar, Musevi Karaimler, Hristiyan Çuvaşlar, Yakutlar yokmuş, kendi dilleriyle kültürlerine sahip değillermiş ve başka devletlerin içinde yaşadıkları, ayrıca da onca sürgüne ve eziyete maruz kaldıkları halde kimliklerini kaybetmişler gibi, İslâm’ı benimsemeyen Türk kavimlerinin başka halkların içerisinde eriyip gittiğini iddia ederler.
Bunlar, Türklerin her türlü başarısının arkasındaki gücün İslâm olduğunu ileri sürerler. İslâmiyet öncesinde Türk kavimlerinin inanışlarının, sanat ve kültürlerinin diğer halkların dinî, toplumsal, siyasî ve ekonomik yaşamlarına ne kadar büyük katkılarda bulunduğunu görmezden gelirler. Ama diğer taraftan, ılımlı İslâm’a dönüşmüş muhafazakar milliyetçilikleriyle sömürgeci güçlerin taşeronluğunu yapmaktan da çekinmezler.
Türk Tarihi Yeniden Yazılmalıdır
Evet, bilgisayar çağında artık bütün bilimdalları çağın olanaklarıyla birbirlerinden yararlanarak gerçeğe daha fazla yaklaşıyorlar. Tarih disiplini de arkeolojiden, budun bilimden, kökenbilimden, toplum bilimden ya da dil bilimden katkı alarak savlarını daha güçlü hale getirebiliyor. Bu bilim dalları kendi içerisinde de yan dallara ayrılarak bilginin daha ayrıntılandırılmasını sağlıyorlar. Sonuç olarak tarihi bilgi daha gerçekçi bir hale gelebiliyor.
O yüzden , siyasetin de artık tarih, sosyoloji, etnik-sosyoloji gibi farklı bilim dallarından katkı ve güç alarak kendisini zenginleştirmesi ve böylelikle yeniden üretme kabiliyetini arttırması gerekiyor. Aksi halde siyaset, kuru sıkı sloganların temcit pilavı gibi tekrarlanmasının önüne geçemeyecektir. Bu ise karşı devrimcilerin ve sömürgecilerin işine gelecek, onlara rahatça hareket edecekleri ve avantaj kazanacakları büyük bir manevra alanı kazanmalarına neden olacaktır. Nitekim,Türkiye Cumhuriyeti de bu günlere, bu manevra alanlarının geniş bırakılmasından dolayı gelmiştir.
Gerçekten de Türk tarihi yeniden yazılmalıdır…
1936’da Atatürk ne diyor: “Tarih Kurumu’nun Alacahöyük’te yaptığı kazılar neticesinde meydana çıkardığı 5500 senelik maddi Türk tarih belgeleri CİHAN KÜLTÜR TARİHİNİ YENİ BAŞTAN tetkik ve tamik (derinlemesine ve inceden inceye) ettirecek mahiyettedir.”
Bu tarih, her türlü emperyalist Hint-Avrupa ve İslâmî etkiden uzak saf, bağımsız ve bilimsel kriterlere bağlı çağdaş bir Türk tarihi olmalıdır. Böyle bir tarihin yaratılmasında yakın zamanda bağımsızlığına kavuşan akraba Türk halklarının tarihlerinden ve tarihçilerinden de yararlanılması şarttır. Derinlikli ve bütüncül Türk tarihine ulaşmak başka türlü mümkün değildir.
Çağdaş Türk ulusalcılığı ve kimliği bu şekilde lâyık olduğu düzeye ulaşabilir.Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin temeli olan altı okun ulusalcılık ilkesi ancak böyle gerçekleştirilebilir. Atatürk’ün hedeflediği ulusalcılık işte budur.
Altı ok içerisinde laiklik ve ulusalcılık temel ilkeleri en başat olanlarıdır. Mustafa Kemal solculuğu da ancak bunların üzerinde yükselebilir. Atatürk ulusalcılığı ve laiklik zemini üzerine oturmadan halkçılığın da, devrimciliğin de, devletçiliğin de hiçbir anlamı olamaz.
Eser ÖZALTINDERE
 
Üst