Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz..
Tarayıcınızı güncellemeli veya Chrome kullanmalısınız.
"İstanbul Lalesi" son zamanlarda daha çok adını duyuyoruz.
İstanbul lalesi hakkında merakettiğiniz bütün soruların cevaplarını fazlası ile bu yazıda bulacaksınız.
halktan uzak, şaşalı bir dönemin simgesi de olsa, yok oluş öyküsü
insanın içini acıtıyor.
Beğenerek okuyacağınızı umuyorum.
'Cennet Nuru'nun inanılmaz öyküsü
İstanbul
Lalesi nasıl yok oldu?
İstanbul Lalesi, bugün bildiğimiz laleden çok farklıydı. Çiçeği bademe, yaprakları hançere benzerdi ve uçları tığ gibi sivriydi. 'Cennet Nuru’ adı verilen bu lale türü, 1730'un Eylül günlerinde, Patrona Halil İsyanı sırasında yok oldu.
Sema Göksu - Popüler Tarih / Eylül 2000 Sayı 4
Bir İstanbul Lalesi vardı; adına, 'Nur-u And' yani 'Cennet Nuru' denirdi. Eski zaman bahçelerini aydınlatan bu 'nur'unelimizde sadece birkaç sureti kaldı. Hiçbir kelime onun güzelliğini anlatmaya yetmedi. Şairlerin dizelerinde her gün yeniden canlandı. O narin ve incecik endamıyla, 200 yıl direnebildi başından geçenlere...
(Üstteki resim) İstanbul Lalesi'nin türleri ve özellikleri hakkındaki en ilginç kaynaklardan biri, Bendegah Mehmed adlı Çiçek ressamı tarafından 1725 yılında hazırlandığı tahmin edilen 'Lale Albümü'dür.albümden bîr sayfa: Nîze-i Rummânî (Nar Mızrağı).
İstanbul Lalesi’ni Ebusuud Efendi üretti
Osmanlı, 'İstanbul Lalesi’ni Kanuni dönemi Şeyhülislamı Ebusuud Efendi'ninçabalarıyla tanıdı. Daha önce sadece Kefe'den saray bahçeleri için getirtilen 'Kefe Lalesi' tanınıyordu. Şeyhülislam'ın elde ettiği bu yeni tür öylesine narin ve zarifti ki, artık 'İstanbul Lalesi' ilahi anlamını bulmuştu.
Lale isminin gizemi
Lale soğanı sadece bir sap ve bir çiçek verdiği için tevhidi, 'Allah'ın birliğini' simgeliyordu. Lalenin Arapça yazılışında kullanılan harflerle, Allah ve kelime-i tevhid yazılabiliyor olması, lalenin önemini bir kat daha arttırıyor, ebced hesabıyla 'Allah' ve 'Lale' kelimelerinin aynı sayıyı yani 66 sayısını veriyor olması ile lalenin kutsallığı büsbütün tescilleniyordu. Böylece lale, Allah'ın yaratıcılığını en güzel yansıtan varlık olarak kabul ediliyordu. Ancak İstanbul Lalesi, bugün bildiğimiz laleden çok farklıydı. Çiçeği bademe, yaprakları hançere benzerdi ve uçları da tığ gibi sivriydi.
(Sağda minyatür) 1720 Şenliğini canlandıran Levni'nin geçit töreni minyatüründe, İstanbul Lalesi de var.
İstanbul Lalesi eski metin ve minyatürlerde kaldı
Defteri Lalezar-ıİstanbul'da, İstanbul Lalesi şöyle tanımlanır: "Rengi nar çiçeğine meyyaldir. Yapraklan bademi, birbirine müsavi, İnce ve ser-tiz olup tığları sülsani tığdır. Bün nebati ve haricen dahi perverde nebati. Fitilleri sarı, tohum hanesinden yüksek, rişteleri nebati, letafet, nezaket ve kavaid-i hüsn-ü behçet üzredir."
İŞİN TİCARETİ BAŞLIYOR
Daha sonraki yıllarda özellikle III. Ahmet'in saltanat yıllarına gelindiğinde herkesi yeni türler yaratma sevdası sarmıştı. Artık lale yetiştirmek için bahçeler düzenleniyor, mevcut türler günden güne çoğalıyordu. Saray-ı Hümayun'un bahçesinde renk renk laleler çiğ taneleri arasında gözleri kamaştırıyordu.
Lale ticareti daha önce Avrupa'da olduğu gibi, İstanbul'da da yeni bir iş kolu haline gelmişti. Lalenin bu kadar rağbet görmesi halk arasında da müsabaka duygusunu uyandırmıştı.
Lale soğanı fiyatları el yakıyor
Bu yeni İş kolu ile uğraşanlar çoğalmış ve birbirleriyle değiş tokuş yaparak yeni türler üretmeye başlamışlardı. İstanbul Lalesi'nin fiyatı son derece artmış, karaborsada bin altına kadar yükselmişti. Dönemin sadrazamı İbrahim Paşa suiistimalleri önlemek amacıyla Şeyh Mehmed Lalezari'yi 'Serşükufeci' (çiçekçi başı) tayin ederek 1725 yılında lale soğanlarının fiyatını saptayan bir liste (narh defteri) hazırlatmış ve soğanlarını liste fiyatı üstünde satanların sürgüne gönderilmesi hakkında ferman çıkartmıştı. Narh defterinin 1725 yılı listesinde, 239 lale çeşidi arasında en yüksek fiyat 50 kuruş (bugün 7.5 Cumhuriyet Altını) "Nize-irummanı" isimli lale soğanı için saptanmıştı. 1726 yılı listesinde de, aynı çiçek 306 lale arasında birinciliğini korumuş ve 200 kuruş değer biçilmişti.
LALE DEVRİ
17. yüzyıl sonlarında Osmanlı, artık savaş istemiyordu. Viyana Seferi'nin başarısızlığı, ardından 1699'da imzalanan Karlofça Barışı, Osmanlı'ya, artık Batı'ya doğru genişleme şansı kalmadığını göstermişti. Daha sonra, 1718'd.e imzalanan Pasarofça Anlaşması'yla Avrupa cephesinde önemli kayıplar da verilmişti. Dönemin padişahı III. Ahmet girilecek bir savaşın hazinede yol açacağı kayıplardan son derece kaçınıyor, Avrupa ile elçiler düzeyinde diplomasi yolunu tercih ediyordu. Hem damadı hem de veziri Nevşehirli İbrahim Paşa da padişahın bu politikasını destekliyordu.
İstanbul yeniden imar ediliyor
Bu dönemde Avrupa kültürünü daha iyi tanımak için Paris'e, XII. Louis'nin sarayına Yirmisekiz Mehmet Çelebi elçi olarak gönderilmişti. Mehmet Çelebi'nin Versailles Sarayı'na yaptığı bu beş aylık seyahati sonrasında yazdığı rapor, İbrahim Paşa'nın kafasındaki İstanbul'a ilişkin imar düşüncelerini iyice geliştirmişti. Peşpeşe gelen deprem ve yangınlarla harap olan kenti yeniden yapılandıracaktı.
Paşa, kentte bir Rönesans yaratmak istiyordu. Bu doğrultuda çeşmeler yaptırdı; surlar onarıldı; kütüphaneler yaptırıldı; yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin oğlu Said Çelebi ve İbrahim Mütefferrika tarafından ilk Türk matbaasının kurulması teşvik edildi.
Saray, bir bakıma yitirmekte olduğu saygınlığı, Batı'dan esinlenen ihtişam ve lüksle korumaya çalıştı.
SADABAD GÜNLERİ
İstanbul'da saray ve çevresindeki yaşam tarzında, bir zarafet hemen kendini göstermeye başlamıştı. İbrahim Paşa çok sevgili padişahı III. Ahmet için Kağıthane'de yüksek bir kasr yaptırmaya başladı. Kasrın inşaası Avrupa'dan gelen mimarlarla sadece 60 günde gerçekleşti. İbrahim Paşa, Kağıthane deresinin yatağını değiştirtti ve Sultan'ın memnuniyetine katılmak isteyen harem kadınları için yeni kasra kapalı bir bahçe yaptırdı.
'Hübanname ve Zenanname' adlı eserden, Kağıthane'de eğlenen kadınlar minyatürü
Haremdeki kadınlar ilk kez saray dışına çıkıyorlar
Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Versailles Sarayı gözlemleriyle şekillenen yeni sarayın açılışı, 21 Temmuz 1722'de yapıldı. Açılışa, III. Ahmet başta olmak üzere, bütün saray mensupları ve yabancı elçiler de katıldılar. Yabancı elçiler yazdıkları raporlarında bu yüksek kasrdan ve haremdeki kadınların ilk kez saray dışına çıkabilmelerinden bahsediyorlardı. Marki de Bonnac'ın anlattıklarına göre, "Saraylı kadınlar da Sultan'ın memnuniyetine katılmak istiyorlardı. Ve daha önce hiç yaşamadıkları bir gezinti hürriyeti buldular".
Hollandalı bir gezgin, o günleri şöyle anlatır: "Ne kadar önemli İngiliz ve Fransız varsa hepsi oradalar. Şehirde tutsak hayatı yaşayan kadınlar burada keyiflerine göre yaşıyorlar. Bayramlar ve eğlenceler o kadar sık birbirini kovalıyor ki, zamanın nasıl akıp gittiği hissedilmiyor..."
Zevk ve sefanın merkezi Kağıthane’nin yeni adı
Sadabad“Mutluluk Ülkesi” oluyor
İnşaası henüz tamamlanan yeni sarayın her tarafı, Versailles Sarayı'na benzerliği nedeniyle Fransa'dan gönderilen portakal ağaçlarıyla süslenmişti. Artık bölge saray erkanının, zevk ve sefanın merkezi olmuştu. III. Ahmet bölgenin bu yeni çehresinden duyduğu memnuniyeti, yörenin adını değiştirerek anlattı. Artık Kağıthane ve yeni saray, Sadabad yani 'Mutluluk Ülkesi' olarak anılacaktı. İstanbul'un bütün zevk ve mevki sahibi kimseleri, lalelerin açılışını seyretmeye, Mutluluk Ülkesi'ne gidiyordu.
Zevk, safa ve Kağıthane alemlerine pek düşkün olan padişah, bir Hatt-ı Hümayun'd a Sadrazam'a şunları yazmıştı: "Cuma günü, Sadabad'a gidilüp gündüz ziyafette oyun ve at koşusu seyredilir. Gece de orada kalınır. Gece için meydanda çokça fişenk hazır ettir. Şehrin güzel hatunlarını da kayık veya kara yolu ile ısmarla. Kızım Sultan'ın gözlerinden öperim. "
'ÖTEKİ İSTANBUL'
İstanbul Lalesi, savaşlardan yorulan devlet ricalinin maddi zevklerle kendinden geçişini simgeliyordu. Öte yandan İstanbul’un yoksul halkının bu manzaraya kin ve öfkesi, her geçen gün büyüyordu. Osmanzade Taib isimli bir halk şairi dönemin "öteki İstanbul”undaki sefaleti şöyle anlatır:
"Odun ateş pahasına çıktı. Ud ağacı gibi dirhemle satılıyor. Ya kömür? Tozunu bulsak sürme diye gözümüze çekeceğiz. Bir gözde arpacık çıksa adam kendisini arpa torbasına düşmüş kabul edip neredeyse sevinecek. Kahveyi mezhebimize uydurduk. Nohudu kavurup içiyoruz. Bu pahalılığın ve kıtlığın sebebini anlayamıyorum, ortalıkta her şey var. Liman gemilerle dolu, her taraftan zahire geliyor, mahzenlerde zahire koyacak yer yok. Buhranın sebebi ortada. Tüccarı sorup izleyecek kimse bulunmaması... Hakimler tamaha düşmüş. Vezirlik vazifesini yap sultanım!.. Yap da halk sana sabah akşam dua etsin..."
İstanbul halkının öfkesi
Lale bahçelerinin göz kamaştırıcı güzelliklerinin karşısında, her an isyana hazır bir kitle yaşıyordu. Damat İbrahim Paşa, kendisinin, yakın çevresinin ve padişahın şahsi zevklerini tatmin etmekle yetinmiş ama İstanbul halkının öfkesini göz alıcı mekanlardan, hatta lalelerden uzak tutamamıştı.
İsyan, an meselesiydi. Nitekim 1730 yılının 25 Eylül günü, için için kaynayan İstanbul'da, Patrona Halil kısa sürede etrafına binlerce insan toplayıp harekete geçti.
PATRONA HALİL İSYANI :
“Sadrazamın kellesini isterük”
Başkenti korumakla görevli Kaptanıderya Kaymak Mustafa Paşa, Çengelköy'deki köşkünde, laleleriyle meşgul olurken patlak vermişti isyan...
İsyancılar, başta Damat İbrahim Paşa olmak üzere saraydan 37 kişinin kendilerine teslimini istediler. Durumun vahametini kavrayan Damat İbrahim Paşa, isyancılara verilmeden önce kendisini öldürmelerini istedi. Sarayda boğdurulan İbrahim Paşa ve iki damadı bir ot arabasına konularak kapı önünde kaynayan kalabalığa verildi.
İsyancılar Sadabad köşklerinin yakılmasını da istediler
İsyan sonrasında, asiler Sadabad köşklerinin yakılmasını istediler. III. Ahmet'ten sonra tahta geçen Sultan Mahmud, "Yakılmalarına rızay-ı hümayunum yoktur, bu kadar din ve devlet düşmanına gülme vesilesi olur; ancak hedm va tahribine ruhsat ve iznim olmuştur" diyerek iznini verdi; Sadabad'ın mamur sahilleri, Kağıthane üç gün içinde harabeye döndü.
İstanbul Lalesi yok oluyor
Kağıthane'yi yerle bir eden isyanda, tabii ki İstanbul Lalesi de tamamen ortadan kalktı. Ancak bugün Avrupa'da yetiştirilen laleler arasında, görünüşüyle İstanbul Lalesi'ne benzeyen T. acuminata Vahl türü, hâlâ varlığını sürdürmektedir. Petallerinin ucu biz gibi sivri bu tür, gerçekten de İstanbul Lalesi'nin formuna çok yakındır.
'Lale Devri' adını nasıl aldı?
Dönemin edebiyatçıları yaşadıkları çağa, devr-i lale, lale mevsimi, lale faslı, lale zamanı, lale vakti, çağ-i lale, lale hengamı gibi isimler verirler. Ahmet Refik de 'Lale Devri' adlı yapıtını 1913'te yazar. Bu adlandırma, genel bir kabul görür ve tarih literatürüne yerleşir. Oysa İbrahim Paşa'nın iktidar yıllarını ilk kez 'Lale devri' diye nitelendiren, Yahya Kemal Beyatlı'dir.
Avrupalılar Laleyi tanıyor… ama adını yanlış anladılar?
16. yüzyıl öncesinde, Avrupa laleyi tanımıyordu. Bu tarihlerde İstanbul'a gelen elçi ve gezginler, ilk kez gördükleri bu çiçeğe 'kırmızı zambak' gibi isimler veriyorlardı. Günümüzde hemen bütün Batı dillerinde lale, 'tulip' kökünden türetilmiş sözcüklerle isimlendirilir. Bunun nedeni, Viyana'dan İstanbul'a gelen elçi Busbecq ile tercümanı arasında meydana gelen bir yanlış anlamadır. Bu konuda birçok iddia vardır.
Sarıkta ki lale
Örneğin bunlardan biri, Busbecq'in tercümanına, sarığının üzerine işlenmiş lale motifini sorduğu ve tercümanın soruyu yanlış anlayıp, "Tülbent" diye yanıtladığı yolundadır.
Sarığa benzetilen lale
Bir başka iddiaya göre, Busbecq laleyi sarığa benzettiği için bu isimle anmıştı.
Tülbent örtülen lale
Bazı kaynaklara göre ise binbir titizlikle yetiştirilen lalelerin üzerine öğle vakti rengi uçmasın diye tülbent örtülmesine dayanır, isim meselesi... Busbecq bu manzarayı görüp tercümanına sormuş da olabilir.
Tülbent Avrupa’da Lalenin ismi oluyor
Ama ne olursa olsun, bu yanlış anlama Busbecq ülkesine döndüğünde daha da önem kazanmış, Avrupa laleyi tülbent kökünden gelen tulip' olarak tanımıştır. (Lale, Latince tulipa gerneirana, Almanca tulpe, Fransızca tulipe, İngilizce tulip, İtalyanca tulipano, Rusça tulparı sözcükleriyle karşılanmaktadır.)
Lale Hollanda yolunda… Güle güle Lale
Viyana'dan gelen elçi Busbecq, 1592'de ülkesine dönerken yanında birkaç lale soğanı; götürmüştü ve bu soğanları Kraliyet botanikçisi arkadaşı Carolus Clusius'a vermişti. Özellikle Hollanda, ilk kez gördüğü bu çiçeği çok hoş karşılamış ve lale soğanları, bu ülkeye gelişinden yaklaşık 50 yıl sonra, Hollanda'nın amblemi olacağının ilk sinyallerini vermeye başlamıştı. Artık lale soğanları olağanüstü fiyatlarla alınıp satılıyordu. Aristokratlar arasında lale bahçesine sahip olmamak, 'zevksizlik' anlamına geliyordu. Genç kızlar bir tek lale soğanını çeyiz olarak götürüyorlar ve bu çok değerli çiçek gittiği her aileyi onurlandırıyordu. Aleksandre Dumas yazdığı Siyah Lale romanında, Cornelius'un çok zor elde edilen siyah laleyi yetiştirirken başından geçen entrikaları anlatır.
1637 yılında Amsterdam Lalesi 4.600 florin, çok değerli olmayan iyi cins bir lale ise 2.000 florin ediyor ve bu parayla yeni bir binek arabası, birkaç at vs. alınabilirdi. Lale, 'tulipmania' denilen bu
dönemden yüzyıllar sonra bile en pahalı çiçekler arasındaki yerini muhafaza eder ve Hollanda, bu çok sevdiği İlkbahar çjçeğiyle özdeşleşir. Hollanda'da düzenlenen lale festivalleri, ülkenin her yıl yaklaşık iki milyar lale soğanı ihraç etmesine yol açıyor. Örneğin Keukenhof Lale Festivali, gökkuşağının tüm renklerindeki laleleri her yıl yaklaşık 250 bin ziyaretçinin beğenisine sunuyor.
Bu yazı; Popüler Tarih Eylül 2000 sayısında yayınlanan Sema Göksu'nun "İstanbul Lalesi Nasıl Yok oldu?" başlıklı yazısından alınmıştır.