Bilim Tarihlerine Ekler

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
EKLER

GALILEO GALILEI
(1564-1642)


Taninmis müzikçi Vincenzo Galilei'nin oglu olan Galileo, ilk egitimini ailesinin 1574'de tasindigi Floransa yakinlarindaki Vallombrasa Manastiri'nda aldi. 1581'de tip egitimi görmek üzere Piza Üniversitesi'ne girdi. Burada, tavandan sallanan bir lambanin salinimlarini gözleyerek, bir tam salinim için gereken sürenin, salinimin genligi ne olursa olsun hep ayni kaldigini bulan Galilei, sonradan bu olayi deneysel olarak dogrulayacak ve saatlerin düzenli çalisabilmesi amaciyla sarkaçtan yararlanilabilecegini ortaya koyacakti.

Sarkaçlara iliskin bu gözlemine degin hiç matematik egitimi görmemis olan Galilei, raslanti sonucu dinledigi bir geometri dersinin de etkisiyle, Tascana Sarayi'nda ögretmenlik yapan Ostilio Ricci'den matematik ve fizik dersleri almaya basladi. Mali durumunun elvermemesi nedeniyle 1585'te üniversiteden ayrilmak zorunda kaldi; Floransa'ya dönerek akademide ders vermeye basladi. 1586'da hidrostatik teraziyi bulan ve bu bulusunu bir makaleyle açiklayan Galilei'nin ünü bütün Italya'ya yayildi. 1589'da yazdigi kati cisimlerin agirlik merkezlerine iliskin inceleme Piza Üniversitesi'nde matematik dalinda ögretim üyeligine getirilmesini sagladi.

Burada hareket üzerine arastirmalara baslayan Galilei, ilk olarak agirliklari farkli cisimlerin farkli hizlarda düseceklerine iliskin Aristoteles'çi görüsü çürüttü. Piza'daki görevinden ücretinin düsüklügü nedeniyle ayrilarak 1592'de Podova'da matematik profesörü olarak çalismaya baslayan Galilei, bu görevi 18 yil sürdürdü ve buluslarinin önemli bir bölümünü burada gerçeklestirdi. 1604 siralarinda düsen cisimlerin düzgün hizlanan hareket haptigini kuramsal olarak kanitladi. Ayrica parabolik düsme yasasini ortaya koydu.

Teleskopla Yaptigi Ilk Gözlemler

Galilei, gezegenlerin günes çevresinde dolandiklarina iliskin Kopernik kuramina henüz gençken inanmis, ama elestirilmek korkusuyla bu görüsünü açiklamaktan çekinmisti. 1609 ilkbaharinda Venedik'teyken teleskopun kesfini ögrendi ve Padova'ya dönüsünde ilkin büyütme gücü 3 olan bir teleskop yapti. Sonradan bunu gelistirerek büyütme gücünü 32'ye çikarmayi basardi. Yaptigi teleskoplar, mercek yüzeylerinin egrilik derecesini denetlemek amaciyla gelistirdigi yöntem sayesinde, astronomi gözlemlerinde kullanilabilecek ilk teleskoplar olarak kisa sürede Avrupa'nin her yaninda aranmaya basladi.
Astronomi gözlemlerinde teleskoptan yararlanilmasini baslatan Galilei, 1609-1610 yillarinda bir dizi bulus gerçeklestirdi. Ay yüzeyinin sanildigi gibi düzgün degil girintili çikintili oldugunu ve Samanyolu gökadasinin birçok yildizdan olustugunu buldu; Jüpiter'in uydularini kesfetti. Ayrica Venüs'ün evrelerini ve Satürn'ün halkalarini gözlemledi. Astronomi alanindaki bulgularini 1610'da "Sidereus Nuncius"(Yildizlarin Habercisi) adiyla yayimladi.

Kiliseyle Çatismasi

1611'de Roma'ya giden Galilei papalik sarayinin yetkililerine teleskopuyla bir gösteri yapti. Gördügü büyük ilgiden cesaret alarak 1613'te Roma'da yayimladigi "Istoria e Demostrazioni Intorno Alle Macchie Solari"(Günes Lekelerinin Tarihi ve Kanitlari) adli yapitinda Kopernik kuramini ilk kez açikça savundu. Günes yüzeyindeki lekelerin hareketinin Kopernik'i dogruladigini, Ptolemaios kuramini ise çürüttügünü öne sürdü.

Anlatimindaki ustalik, Latince yerine Italyancayi tercih etmesi ve bu dili çok yetkin bir uslupla kullanmasi görüslerinin üniversitenin disina tasarak yayginlasmasini ve genis kitleleri etkilemesini sagladi. Çikarlarinin tehlikede oldugunu gören Aristoteles'çi profesörler ona cephe aldilar. Kopernik kuraminin kutsal metinlerle çelistigini vurgulayarak Galilei'yi kilise yetkililerinin gözünde karalamaya giristiler. Bu çabalarinda onlara yardimci olan Dominiken vaizler bir yandan kiliselerde "Matematikçiler"in bu yeni dinsizligine ates püskürürken, bir yandan da dine karsi ve uydurma oldugunu iddia ettikleri sözlerini gerekçe göstererek Galilei'yi Enkizisyon'a gizlice ihbar ettiler. Durumdan büyük kaygiya kapilan Galilei, grandüke ve Roma'nin önde gelen kislerine mektuplar yazarak teylikeye dikkat çekti. Bu mektuplarda kilisenin bilimsel gerçeklerle çeliskiye düsmesi durumunda kutsal metinleri alegorik biçimde yorumlama gelenegini, Kilise Babalari'nda alintilar yaparak animsatiyor ve "insanlar dogrulugunu kanitlama yoluyla gördükleri bir seyin günah ilan edildigini görmek durumuna düserlerse bunun çok büyük zaralara yol açacagini" belirtiyordu. Yetkililerden yeniliklerin önünü kesmemelerini dilemek için bizzat Roma'ya gitti. Kilise uzmanlarinin bir bölümü ondan yanaydi. Ama kilisenin bas ilahiyatçisi Kardinal Robert Bellarmine yeni kuramin önemini kavrayabilecek bir kisi degildi ve matematiksel varsayimlarin fiziksel gerçeklikle hiçbir ilgisi olmadigi yolundaki yaygin inanca bagliydi. Onun temel kaygisi protestanliga karsi savasta katolikligi zayif duruma düsürebilecek bir skandalin ortaya çikmasiydi. Bu nedenle kopernikçiligi "yanlis ve asilsiz" ilan ederek konuyu temelden çözmenin en dogru yol olacagina karar verdi ve Kopernik'in kitabi Yasak Kitaplar Kurulu'nca yasaklandi. Bu karar 5 Mart 1616'da alindi. Ama Kardinal Ballermine konuya özel bir önem vererek Galilei'yi 26 Subat'ta huzuruna kabul etmis, çikacak karar hakkinda kendisine bilgi vermis, bundan böyle bu ögretiye "bagli kalmasinin ve onu savunmasinin" yasaklanmis oldugu konusunda onu uyarmis, ama konunun salt "matematiksel bir varsayim" olarak tartisilabilecegini bildirmisti.

Bu olayi izleyen 7 yil boyunca Galilei, Floransa yakinlarinda Bellosguardo'daki evine çekilmis olarak yasadi. 1623'te "Il Saggiarote"(Ayarci) adli ünlü yapitini yayimladi. Fiziksel gerçeklik üzerine parlak bir polemik niteliginde olan ve yeni bilimsel yöntemi sergileyen bu yapitini eski arkadasi papa VIII. Urbanus'un adina sundu.

Galilei 1616 kararini yürürlükten kaldirtabilme umuduyla 1624'te Roma'ya gitti. Bunu basaramadiysa da papa'dan "dünya sistemleri"(Ptolemaios ve Kopernik) üzerine yazi yazma izni aldi. Bu izin iki siistemi tartisirken tarafsizligin korunmasi, sonunda papanin kendisine emretmis oldugu sonuca (Tanri'nin birbirinin aynisi sonuçlari insanini hayal dahi edemeyecegi çesitli yollarla ortaya çikarmaya kadir olmasi nedeniyle insanin dünyanin gerçekte nasil yaratilmis oldugunu bilemeyecegisonucuna) varmasi ve Tanri'nin hr seye kadir oldugunu sinirlamaya kalkismamasi kosuluyla verilmisti. Bu emirler bas sansürcü Monsignor Niccolò Riccardi tarafindan yazili olarak da Galilei'ye verildi.

Floransa'ya dönen Galilei büyük yapiti "Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo, ptolemaico e copernicano"(Iki Büyük Yer Sisemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri Üzerine Konusmalar) üzerinde yillar sürecek çalismasina basladi. Kitap 1632'de sansürcülerden eksiksiz basilabilme izni almis olarak yayimlandi; Avrupanin her yaninda büyük heyecan ve övgüyle karsilandi, edebi ve felsefi bir basyapit olarak kabul edildi.

Kitabin yayimlanmasini izleyen olaylar bugün ancak dolayli biçimde bilinmektedir. Papaya , kitabin tarafsiz görünen basligina karsin, aslinda Kopernik sisteminin güçlü ve pervasiz bir savunucusu oldugu belirtildi. Kitap boyunca sovunulan saglam görüsler, kitabin sonunda varilmasi emredilmis olan sonuç bölümünü etkisiz ve anlamsiz kilmisti. Cizvitler bu yapitin kurulu düzen için "Luther ve Calvin'in ögretilerinin toplamindan bile daha zararli olacagini vurguluyorlardi. Papa öfke içinde kovusturma açilmasini emretti. Kitap için önceden izin alinmis oldugundan, izlenebilecek tek hukuksal yol, izni tekzip edip kitabi yasaklamakti. Tam bu sirada Galilei'nin dosyasinda bir belgenin varligi "kesfedildi". 26 Subat 1616'da Bellarmine'nin huzurunda, Galilei'nin "ne biçimde olursa olsun Kopernikçiligi anlatmasi ya da tartismasi" Enkizisyonun ceza yaptirimina baglanarak özellikle yasaklanmisti. Böylece kitap için elde edilmis olan iznin sahtecilikle ve usulsüz biçimde alindigina karar verilebildi(1877'de dosya içerigi yayimlandiginda kanitlari inceleyen tarihçiler bu belgenin dosyaya sonradan konmus oldugu ve Galilei'ye aslinda böyle bir yasaklamanin getirilmemis oldugu görüsünde birlesmislerdir). Kilise yetkilileri bu "yeni" belgeye dayanarak Galilei'yi heretiklikle suçlamayi basardilar. Yasli ve hasta oldugunu öne sürmesine karsin Subat 1633'de Roma'ya gelerek durusmada hazir bulunmak zorunda birakilan Galilei'ye özel islem yapildi ve hapse atilmadi.12 Nisan günü yapilan çetin orgulamada Galilei 1616'da kendisine böyle bir yasaklama konmus oldugu iddiasini sürekli olarak reddetti. 16 Haziranda mahkum oldu, hüküm kendisine 21 Haziranda okundu: Kopernik ögretisine bagli kalmak ve bu ögretiyi anlatmaktan suçlu bulunmustu; nedamet getirerek görüslerinden dönmesi emredildi. Gelilei geçmisteki hatalarindan kesinlikle vazgeçtigi, nefret ettigi ve bunlari lanetledigi yönünde bir ifade verdi. Hüküm hapis cezasini da içeriyordu, ama papa bu cezayi ev hapsine çevirdi ve Galilei yasaminin son 8 yilini Floransa yakinlarinda Arcetri'deki evinde geçirdi. Papa II. Johannes Paulus 1979'da olusturdugu bir komisyon, 1992'de Galilei'nin itibarinin iade edilmesine karar vermistir.

Bilime Katkilari

Galilei'nin olaganüstü zihinsel gücü ölümüne degin azalmadan sürdü. 1634'te "Discorsi e dimostrazioni mathematice intorno a due nouve scienze attenenti alla meccanica"(Makenikle Ilgili Iki Yeni Bilim Üzerine Söylevler ve Matemetiksel Kanitlar) adli yapitini bitirdi. Genellikle en degerli yapiti sayilan ve 1638'de Leiden'de basilan bu kitapta Galilei, arastirmalarina ilk basladigi yillarda gerçeklestirdigi deneylerin sonuçlarini yeniden degerlendirdi ve mekanigin temel ilkeleri üzerine sonradan gelistirdigi görüslere yer verdi. Teleskoptan yararlanarak gerçeklestirdigi son bulusu Ay'in günlük ve aylik sallantilarini (librasyon) ilk kez gözlemlemesiydi. Bu gözlemleri 1637'de görme görme yetisini yitirmeden birkaç ay önce yapan Galilei, daha sonra sarkacin saat mekanizmalarinin çalismasini düzenlemekte kullanilabilecegini belirledi. Bu bulus 1656'da Felemenkli bilim adami Christiaan Huygens tarafindan uygulamaya kondu. Cisimlerin çarpismasi kuramina iliskin görüslerini ögrencileri Vincenzo Vivani ve Evangelista Torricelli'ye son günlerine degin yazdirdi...


EVRENIN KÖKENI - 1 -


Evrenin kökeni sorunu “Tavuk mu yumurtadan, yumurta mi tavuktan çikar?” sorununa benzer. Her sey nereden geldi? Evren hep var miydi yani baslangiçsiz miydi, yoksa kutsal kitaplarin söyledigi gibi kutsal bir güç mü yaratmisti, yaratildiysa o gücü kim yaratmisti? Sinirlari olmayan uçsuz bucaksiz bir evrende mi yasiyoruz yoksa sinirlari var mi? Sinirlari yoksa eger tanri nerede olacakti, sinirlari varsa yeri belliydi, sinirlarin disi. Burasi bir süre için Tanriya en uygun yer olarak kaldi. Bunun etkisiyle düsünürler binlerce yildir evren modellerini sinirli olarak düsündüler. Kimileri bu konularin tartisilmasinin gereksiz oldugunu, kimileri günah oldugunu söyledi, kimileriyse bunlarin metafizikçilerin ve din adamlarinin konusu oldugunu düsündü. Ancak fizik yasalarinin evrenselliginin anlasilmasi, evrenin baslangicinin nasil gerçeklestiginin bilimin konusu olmasi gerektigini göstermistir.

Önceleri Musevi, Hiristiyan ve Müslüman’lar evrenin baslangicini tanrinin iradesiyle ol demesiyle oldugunu söylerlerdi. Hatta 17 yy. Rahibi Ussher Kutsal kitaplardaki soyagacini inceleyerek evrenin MÖ 4004 yilinda yaratilmis oldugu sonucuna vardi. Bu kisa bir süredir, sürenin kisa oldugunun kaniti olarak ta sunu söylemislerdir. “Görüldügü gibi sürekli olarak bir kültürel ve teknolojik evrim geçiriyoruz ve biz evrime neden olan insanlarin büyük bir kismini biliyoruz yani bu süre çok daha uzun olsaydi çok daha fazla insan gelip geçmeliydi sonucunda da daha ileri bir toplumda yasiyor olmaliydik.” Kayalarin yasinin milyonlarca yil oldugunu, astronomlarin da evrenin sürekli degistigini bulmalari, yaratilisçiliga inanan bir çok insanin düsüncesini degistirmesine neden olmus; evren ile ilgili yapiyi açiklamayi bilim insanlarinin ellerine birakmalarina neden olmustur. Biz de burada tarih boyunca insanligin inandigi ve bilimin ortaya attigi evren modellerini tarihsel sira içinde kisaca anlatmaya çalisacagiz.

Tarih boyunca doga hakkindaki bilgimiz arttikça ilk basta evrenimiz olan kitadan dünyaya, dünyadan günes sistemine, oradan da gökadamiz Samanyolu’na ve daha ötesine olmak üzere evrenimizin sinirlarini hep genislettik. Tepsi seklinde bir dünyanin evrenimiz oldugu inancindan salinim yapan evren modeline kadar ki gelisimi kisaca incelemeye baslayalim.

Modellerin geçirdigi evrim astronomi biliminin geçirdigi evrimle genel olarak paralel gitmistir. Önce, “Modeller olusturmamiz için gerekli hammaddeyi saglayan astronomi nasil ortaya çikti?” sorusunun cevabina kisaca deginelim.

Astronominin gelismesini saglayan nedenler nelerdi? Eski doguda (Babil, Sümerler, Elamlilar) mitoloji, dogal olaylarin örnegin, takim yildizlarin gökyüzündeki yerlerinin degisiminin, Ay’in evrelerinin, Günes’in dogusu ve batisinin olacak seylere isaret olduguna inanmalariyla baslamistir. Belli sekillerdeki yildiz gruplari görünmeye baslayinca havalar sogumaya basladigindan ve ayni takimyildiz tekrar göründügünde yine havalar sogudugundan dolayi, o yildizlarin olusturdugu sekil bir tanri ilan ediliyordu. Onlara göre o sekil tanri idi ve havayi sogutan oydu. Tanrinin tekrar ne zaman gelecegini önceden bilebilmek için kayitlar tutmaya basladilar ve astroloji gelisti. Bunun ardindan insanlar ve bu isle özel olarak ilgilenen astrologlar yaklasik 360 günde bir degisen gökyüzünde, bu kurala pek uymayan gezegenlerin (Onlar gezegenlerin ne oldugunu bilmediklerinden dolayi tanri diye nitelendiriyorlardi.) hareketlerinin önceden tahmin edilmesiyle, evrenin nasil isledigini anlayacaklarini düsünüyorlardi. Bunun için hakli gerekçeleri yok degildi, mesela Sirius yildizi görüldügünde Nil Nehri tasiyordu. Bir süre sonrada etraf yesermeye, havalar isinmaya basliyordu, bundan dolayi ne zaman Sirius görünse Nil’in tasacagini önceden bilebiliyorlardi. Ayni düsünceyle gezegenlerinde bir seylere neden oldugunu düsündüler. Onlara göre yildizlar mevsimleri kontrol ediyordu. Tarim ve hayvancilik (Direk olarak mevsimlerle ilgili islerdir.) yasamlarini olusturdugundan dolayi dogayi kismen kesfettiklerini sandilar, önceden bilemedikleri sorun günlük hayattaki olan biten olaylardi, onlari da yöneten olsa olsa gezegenlerdir diye düsündüler. Bu merak ve düsünce güdümünde gezegenlerin konumlariyla ilgili çalismalar basladi ve ciddi çalismalarin yapilmasina neden oldu. Evrenle ilgili sorulara verilen ilk cevaplarla baslayalim, en ilkel olan "düzlemsel dünya" evren modeli ilk adim olacak.

EVRENIN KÖKENI - 2 -


Düzlemsel dünya modeli, en ilkel ve basit evren modelidir. O dönemlerde evrenin Dünyadan ibaret oldugu ve bir tepsi gibi düzlemsel oldugu inanci hakimdi. Günlük yasantilari içerisinde böyle bir inancin ortaya çikmasi dogaldi.Etrafi agaçlar, tepeler, daglarla kapli olan bir insanin dünyanin küreselligini fark etmesini bekleyemeyiz. Bir kere, öncelikle insanlarin çok sinirli olan yasama alanlarini genisletmesi lazimdi ki dünyanin küreselligini fark edebilecek kadar uzaklari önlerine bir engel çikmadan görebilsin. Bir seyin gözlemcilerin yakinlarindan çok uzaklara gitmesi ve yavas yavas kaybolmaya baslamasi lazimdi ki küreselligi fark edebilsinler. Insanlar bu imkani kiyidan açik denizlere gidebilen gemilerin hayatlarina girmesiyle elde ettiler. Gemi yapimiyla ilgili ilk belgelere I.Ö. 2000 yillarina ait Misir Mezarlarinda rastlanmistir. Bu yillardan sonra, özellikle deniz ticaretinin gelismesiyle beraber, bu alanda çalisan insan sayisinin artmasi ve gemiciligin günlük hayat içinde yer almasi, düzlemsel Dünya görüsüne karsisav olusmasina ön ayak olmustur.

Dünya düzlemsel olsaydi, limana yaklasan gemi görülecek kadar yaklastiginda, birden bire geminin her yerinin görünmesi gerekirdi. Oysa limana dogru gelen bir geminin ilk olarak diregi, daha sonra yavas yavas alt kisimlari görünmeye baslar.

Yunan filozofu Aristoteles, Dünyanin neden egri oldugunu gösterecek iki sebep daha öne sürmüstür. Birincisi, Ay Tutulmasi sirasinda Ay’in üstüne düsen, Dünyanin gölgesinin düzgün dairesel yapida göründügünü gözlemistir. Dünya disk seklinde olsaydi eger, gölgesinin hareket ettikçe uzayan bir elips olmasi gerektigini söylemistir. Sürekli dairesel gölgeyi ancak bir küre verebileceginden dolayi, Dünyanin küresel oldugu sonucuna varmistir. Ikincisi, Aristoteles, kuzeye giden denizcilerin kutup yildizini daha yukarida gördügünü, güneye gidildiginde ise kutup yildizinin alçalarak kayboldugunu biliyordu. Düzlemsel bir Dünya olsaydi eger kutup yildizinin yüksekliginin gözlemcinin bulundugu yere göre degismemesi gerektigini belirtmistir. Çogu aydin kesim bunlari bilmesine ragmen küresel bir Dünyaya inanmamislardir. 16. yy. baharat yolu bulma ümidiyle yola çikan Macellan’in yarim kalan Dünya turunu El Cano tamamlamistir. El Cano sürekli doguya giderek, seyahate basladigi yere tekrar dönmesine ragmen Dünyanin küresel olduguna Apollo Ay projesinde Dünyanin Ay’dan çekilen resimlerini görünceye kadar hala inanmayan çevreler vardi. Hatta bu fotograflarin uydurma oldugunu söyleyebilecek kadar ileri gidenlerin, yani ileri giden gericilerin nesli hala tam olarak tükenmemistir

EVRENIN KÖKENI - 3 -

ARISTOTELES EVREN MODELI



M.Ö. 4. yy.’da Platon’un iki küreli evren modeli geçerli olan modeldi. Bu modele göre evren iki küreden ibaretti. Birinci küre, merkezde bulunan Dünyamiz, digeri ise yildizlarin olusturdugu dis küredir ve bir günde bir tam tur dönmekteydi. Gezegenlerde bu iki küre arasinda hareket ediyordu. Peki, “Gezegenlerin tek düze ve ard arda hareketinin nedeni nedir?” Soruya ilk cevap yine Platon’un ögrencilerinden Eudoxus’dan gelmistir. Euodxus’a göre evren ortak bir merkez üzerinde iç içe geçmis farkli egimlerde dönme eksenleri olan kürelerden olusuyordu. En içte hareketsiz duran küre Dünyamiz. Içten disa dogru Ay, Merkür, Venüs, Günes, Mars, Jüpiter, Satürn’e ait küreler dizilmektedir. En dista bir tam turunu bir günde tamamlayan yildizlari içeren küre vardi. Ancak bu kürelerin sayisi, 56’ya kadar çikmaliydi ki gezegenlerin hareketine uygun bir model olsun, böylece bunu fark eden Aristoteles ile birlikte 56 küreden olusmus bir evren modeli elde edilmis oldu.

Aristoteles siniflandirmalar yaparken fizik ve metafizik konular diye ayrim yapmistir. Fizik konular somut nesnel olanin konusu, metafizik ise “fizik ötesi” konular anlamina gelmektedir. Evren ile ilgili modeli de metafizik konularla ilgili kitabinda yer almaktadir. Bu kitapta, Aristoteles Eudoxus’un fikrini degerlendirmeye alip kendisine göre uyarlamalar yapmistir. Aristoteles’e göre her bir kürenin hareketi bir distaki küre tarafindan yönetilmektedir. En distaki küre, yani yildizlari içeren küre ise kusursuz hareket ettirici idi ve ilk hareket ettirici tanri tarafindan harekete geçirilmisti. Çünkü O’na göre her hareket eden seyin bir hareket ettiricisi olmaliydi. Aristoteles evreni ikiye bölmüstü; Ay’in üzerinde bulundugu, Dünyadan sonraki ilk küreye kadar ki yerler su, hava, atesi içeren fiziksel dünya, ondan sonrasi ise ruhsal alemlerdi. Aristoteles’in evreni sinirli bir evrendi, çünkü en distaki sabit yildizlar küresi sinirsiz büyüklükte olsaydi eger sinirli sürede sinirsiz yol kat etmek zorunda kalacaklardi, ayrica sinirsiz büyüklükte bir küre olsaydi yildizlar gökte bir dogru boyunca hareket ediyormus gibi görünmeliydi; oysa Aristoteles’e göre yildizlar dogudan batiya dogru çember çiziyordu. Bundan dolayi da dogrusal olan her hareketin bir sonu olacagini, ama çembersel hareketin bir sonu olmasinin sart olmadigini, bu yüzden dairesel hareketin kusursuz hareket oldugunu düsünmüstür. Skolastik dönemde kiliselerden asiri bir destek gören Aristoteles ile Hiristiyan kiliselerinin zamanimiz tapinmalarinda hala kullanilan “ruhsal alemlerdeki babamiz, ruhsal alemler” sözleri ve Aristoteles’in -ayin çakili oldugu kürenin disindaki ruhsal alemleri- arasindaki söylem benzerlikler dikkat çekici ölçüdedir.


EVRENIN KÖKENI - 4 -

BATLAMYUS EVREN MODELI



Batlamyus’un çalismalarinin temelleri Hipparchus’a dayanir, Batlamyus’un 1400 yil hükümdarlik süren dünya merkezli evren modeli olusturmasinda çok büyük etkisi olmustur. Batlamyus, Hipparchus’un 850 yildiz içeren yildiz katalogunu 1022 yildiza çikarmistir. Bu arada gezegenlerle de ilgilenen Batlamyus, Aristoteles’in dönen kürelerinin, gezegenlerin hareketini ve parlakliklarinin degisiminin nedenini açiklamakta yeterli olmadigini fark etmistir. Bu durumu düzeltmek için gezegenlerin Dünya etrafinda dolanirken ayni zamanda da Dünya merkezli çember üzerinde dairesel bir hareket (epicycle) yapmalari gerektigini düsünmüstür.

Böylece gezegenler Dünyadan farkli uzakliklarda bulunabilecekti ve buna bagli olarak parlaklik degisimlerinin nedeni de anlasilmis olacakti, çünkü gezegen uzaklastikça parlaklik azalacak yaklastikça ise artacakti. Ayni zamanda gezegenlerin farkli hizlarda hareket etmesi de açiklanmis oluyordu. Iyi bir matematikçi olan Batlamyus, ortaya koydugu modelin gözlemlerle karsilastirildiginda tam bir dogruluktan uzak oldugunu fark edip bu durumu düzeltmek için Dünyayi merkezden biraz disari yerlestirmistir. Günümüzde gezegenlerin yörünge düzlemlerinin elips oldugu, su anda bu kitabi okuyan siz kadar gerçek oldugu bilinmektedir. Batlamyus Dünyayi merkezinin disina tasiyarak bir bakima elipse yakin bir yörünge önermis oluyordu. Batlamyus yörüngelerin elips oldugunu kabul etseydi, modelinin daha basit ve gözlemlere daha uyumlu olacagini biliyordu ama inançlari dogrultusunda hareket ettiginden dolayi dairesel yörüngelerde israrci davrandi. Aristoteles dairesel hareketin en kusursuz hareket oldugunu savunmustur ve Batlamyus’ta bu gelenegin izinden gitmistir. Rönesans’a kadar geçerliligini korumus kilisenin destegini almis olan bu model Kopernik Devrimi ile son bulmustur.



EVRENIN KÖKENI - 5 -


KOPERNIK DEVRIMI VE EVREN MODELI



Kopernik devrimi bilim ile felsefenin henüz birbirinden kesin çizgilerle ayrilmadigi bir dönemde gerçeklesmistir. Buna ragmen çogu çalismada Descartes, Francis Bacon’a yer vermemekle büyük bir haksizlik veyahut hata yapilmakta oldugu kanisindayim. Hatta her dönemde bile, bilimi felsefeden ayirmak, özellikle bilimin bas kaldiris dönemlerinde bilimsel düsüncenin ve metodun kurucularini bilimden ayirmak ciddi bir yanilsamadir. Kopernik Devrimi basligi altinda genel olarak yer alan isimler Kopernik-Tycho-Kepler-Galileo-Newton’dur ve bence eksik bir saptamadir. Özellikle Francis Bacon ve Descartes’in kesinlikle bu listeye dahil edilmesi ve ilerleyen kisimlarda söz edecegimiz bir çok kisinin de hakkinin verilmesi gerekir.
Ortaçag karanligindan uyanisa baslandigi dönemlerde, Avrupa Aristoteles fiziginin ve Batlamyus evren modelinin yeterli olamadiginin farkindaydi. Sorunun bilincinde olan Roger Bacon’un, iyi bir matematikçi oldugu bilinir bunun yani sira optik üzerine çalismalarindan dolayi da gözlük ve teleskopun temellerini Bacon’un atmis oldugu düsünülür. Bilimsel çalismalarda izlenen yöntemin yanlis oldugunu ilk olarak dile getiren kendisidir. O’na göre bilimsel yöntem deney ve gözlemlere dayali olmaliydi. Matematigin görevi deney ve gözlemlerle elde edilen verilerin arasindaki bagintilari kurmakti. O güne kadar izlenen yöntem inançlara ve gerçege uydurulmaya çalisilan modellerdi ancak Bacon’a göre bu yanlisti, dogrusu gözlem ve deneylerle elde edilen verilere göre modeller düsünmek, düsünce araci olarak inanç degil matematik kullanmak ve matematikle ulasilan sonucu tekrar gerçekle karsilastirip sinamakti. 1340 yilinda William Occam, “Occam’in usturasi” olarak bilinen ünlü prensibi ortaya atti. Burada ustura bir kuramda karmasa varsa onun kesilip atilmasi anlamina gelmektedir. “Birbirleriyle yarisan teoriler arasinda en iyisi, birkaç varsayim içeren en basitidir.” sözleriyle de bunu anlatmak istemistir. Batlamyus evren modeli bu prensibe pek uymuyordu çünkü bir gezegenin hareketini açiklayabilmek için bir sürü daire kullanilmasi gerekiyordu. Bu ilke dogrultusunda hareket eden bir çok düsünür daha iyi sonuçlar veren daha basit teoriler aramaya baslamislardi. Bacon ve Occam’in düsüncelerini çok iyi kavramis olan ve kullanan Kopernik 2000 yillik Yer merkezli evren modelini yikacak ve yerine Günes’i koyacakti. Bu olayla düsünce tarihinde etkisi yönünden boy ölçüsebilecek çok az dönüsüm vardir. Son dört yüz yilda artan bir hizla gelisen bilimin, baskaldirisinin astronomi alanindaki Kopernik Devrimi ile basladigini rahatlikla söyleyebiliriz çünkü astronominin gelismesi için gerekli etkenler diger bilimlerin gelismesi için gerekenden çok daha baskindi. Gelisen burjuvanin varliginin kaynagi denizciligin, gelistigi dönemlerde yön belirlemesi çok önem kazanmisti çünkü hiçbir tüccar dogal olarak gönderdigi veya aldigi malin –bu mal ucuz isçi de olabiliyordu tabii- baska bir limana gitmesini istemiyordu. Ayrica o günlerde yürürlükte olan takvim MÖ 48 yilinda düzenlenmisti, ve bir yili 365 gün gösteriyordu, ancak bu gün biliyoruz ki bir yil 365 gün 6 saattir.

Bu durumlardan ve daha önce söz ettigimiz mistik nedenlerden ötürü astronomide hiçbir bransta olmadigi kadar fazla bilgi birikimi vardi. Batlamyus evren modeline sürekli yeni eklemeler yapilarak gerçek dogaya uydurulmaya çalisiliyordu, öyle ki bu durum bagnazliga dönüsmüs, kökten bir degisimi düsünmek çok zor olmustu. Batlamyus modeline Cemal Yildirimin TÜBITAK yayinlarinda çikan Bilimin Öncüleri adli kitabindaki benzetmeyi burada yazmak çok dogru olacaktir: “Benzetme yerinde ise bas, gövde, el ve ayak gibi her parçasi baska bir yerden derlenmis bir heykelin acayip görüntüsünü sergiliyordu.” Kopernik Devrimi Rönesans öncesinden, son dönemlerine kadar bir araliga yayilmaktadir. Bu devrimin etkisini anlayabilmek için entelektüel çevrelerin en genel anlamda evren ile ilgili arastirmalara bakisinin evrimini gösteren su sözleri tarihsel sira içersinde yazarsak sanirim daha açikça anlayabiliriz: 1. “Bu konuda daha fazla sey bilinemez, çünkü tanribilim, bilinmesi olanakli her seyi bilir.” Bundan sonra sirayla yazacaklarimin hepsi önce mahkum edilmis, kabulü için çok çabalar harcanmis düsüncelerdir. Her bir düsünce kendini kabul ettirmek için bir öncesiyle savasmak zorunda kalmistir. 2. “Hiristiyan dini bu konuda daha çok sey ögrenilmesine manidir.” Ilk düsüncede her seyin zaten tanri bilim tarafindan bilindigi söylenirken simdi ise bilinmeyen ve açiklanmayi bekleyen çok seylerin oldugu ancak Hiristiyan dinin buna engel oldugu ilan edilmistir. 3. “Bu dünyanin gerçek bilginleri, yalniz filozoflardir.” Yeni bilgileri arastirma tekeli tanribilimin elinden alinip filozoflara devredilmek üzere. 4. “Tanribilimin bilginlerinin sözleri uydurma masallara dayanir.” Burada da bilim tanribilimin elinde tamamen alinmasi gerektigi duyurulmus olunuyor. Bu saydigimiz dört savla ilgili olarak bakiniz F. Albert Lange ne diyor, “Bu savlarin sahiplerini bilmedigimiz dogrudur. Belki de bu savlarin çogu hiçbir zaman, hiç olmazsa genel toplantilarda, savunulmamis, sadece okullarda verilen derslerde veya yapilan tartismalarda ileri sürülmüstür. Ancak piskoposlarin bu hastaliga karsi o kadar siddetli bir tarzda yürütmüs olduklari savas, bu tür iddialara yol açan entelektüel egilimin oldukça yaygin oldugunu ve büyük bir gözü peklikle kendisini gösterdigini yeterli bir ölçüde kanitlamaktadir.” Yazdigimiz bu savlarin ilki yaklasik XV. yy baslarinda sonuncusuysa ilk kez XVII. yy. ortalarinda dile getirilmistir. Hemen simdi Kopernik devriminin basladigi ve çözümlendigi tarihe bakiyoruz, aynen uyusmakta. Baslangiçta, Kopernik “Günes, Günes Sisteminin merkezindedir ...” düsüncesini açikliyor yil 1512, çözümlenmede de Newton genel çekim yasasini açikliyor yil 1687. Kisaca söylemek gerekirse bilimsel gelismelerle, evren ve bilgimizin sinirlari, dinin alani hakkindaki genel yargi paralellik göstermistir


EVRENIN KÖKENI - 6 -

KOPERNIK



Katedral rahibi olan Kopernik, Italya’daki üniversite ögrenimi boyunca ülkenin bilimsel yükselisinden etkilenmis, bagimsiz düsünceli bir karakter edinmisti. Çesitli astronom ve matematikçilerle iliskiye geçip, ilk astronomik gözlemlerini 24 yasinda yapmistir. Ilk bastaorta çag dünya görüsüne karsi çikma amacinda olmayan Kopernik, henüz 31 yasindayken çok ender gerçeklesen gezegenlerin bir siraya dizilmesi olayini gözlemistir. Gezegenlerin konumunun Batlamyus modeline göre birkaç derece farkli oldugunu bulmustur. Kendisi, MÖ 250 yili civarlarinda yasamis Aristarcus adli bir düsünürün evrenin merkezinde günesin olmasi gerektigini söyledigini biliyordu. Bunun üzerine Kopernik, Günes’i merkeze koyarak Dünya da dahil olmak üzere diger bütün gezegenlerin Günes etrafinda dolandigi düsünülürse eger, Günes Sistemi’nin daha basitlestirilebilecegini ve gezegen konumlarinin daha büyük bir dogrulukla bulunabilecegini gösterdi.

1512 yilinda bu tezini duyurdugu kisa bir açiklama olan Commentariolus’u yayinladi: Günes, Günes Sistemi’nin merkezindedir, gezegenler onun etrafinda dolanir ve yildizlar çok uzaktadir.

Kopernik’in bu açiklamasi bazi kesimlerde sok yaratti, çünkü kutsal kitaplarda Isa’nin evrenin merkezine geldigi yaziyordu. Merkez tanim geregi “Etrafinda dönülendir.” Dünyanin Günes etrafinda dönmesi su anlama gelir; “Dünya merkez degil Günes merkezdir.” Skolastikçilerin mantigina göre de, “Dünya evrenin merkezi degilse ve Isa evrenin merkezine geldiyse, Isa Dünyaya gelmemistir!” Karsilastigi tepki Kopernik’in uzun yillar çalismalarini yayinlamayi ertelemesine neden olmustur. Ilerleyen yillarda arkadaslarinin cesaretlendirmesiyle Commentariolus’un kapsamini genisleterek yayinladi ve hizla yayildi. Yasaminin son yillarinda bütün çalismalarini “On Revolutions” isimli eserinde topladi (1543). Bu kitapta Günes Sistemi ile ilgili her türlü fikrini dile getirdi, çünkü yaslanmisti ve kaybedecegi çok sey olmadigini düsünüyordu, kitabinda geçen kendi sözlerine bir bakalim: “Bütün yörüngeler Günes’i merkez almislardir, bu yüzden evrenin merkezinde Günes vardir.”, “Neden kendimizi, Dünya’nin hareket ettigini düsünmekten alikoyuyoruz da sinirli veya sinirsiz tüm evrenin döndügünü düsünüyoruz?”, yine ayni eserin baska bir kisminda “ ... Bu nedenle Dünyanin merkezi Ay’in yörünge merkezidir. Diger gezegenler evrenin merkezi olan Günesin etrafinda büyük daireler çizerek dolanmaktadir. Böylece Günes’in görünür hareketi Dünyanin dolanimi ile daha iyi açiklanabilmektedir.” Bunlar skolastikçileri çilgina çeviren sözlerin sadece bir kaçini olusturmaktadir. Gezegenlerle ilgili olarak ta sunlari yazmistir: “ Venüs ve Merkür, Günes etrafinda dolanirlar ve yörüngeleri Günes’ten çok uzakta degildir... Bu kurama göre Merkür’ün yörüngesi Venüs’ünkinden içeride olmalidir. Eger bu varsayimdan yola çikarsak, ayni merkezli disa dogru büyüyen yörüngeler üzerinde Mars,Jüpiter ve Satürn’le karsilasiriz... onlarin düzenli hareketlerini görmemiz olanaksizdir. Bu durum onlarin merkezinde Günes olmasini yeter derecede saglar.” Kopernik’e göre en dista da yildiz küre vardi ve sabit durmaktaydi. Dünyanin kendisinin dönmesi sonucunda da yildizlari hareket ediyormus gibi gördügümüzü yazmistir. Aritoteles’in ve Batlamyus’un dönen küreleri yerine dönen bir Dünya önermesi, gerçekten de sonuçlari açisindan büyük önem tasiyan köklü degisimlerin öncüsü niteligindedir. Kopernik evren modeli Merkür’le Venüs’ün Günesten neden çok fazla uzaklasamadigini ve gezegenlerin gökyüzünde ileri gidip sonra durup aksi yöne gitmesini açiklamakta çok basarili olmustur; ancak modelin hala bir kusuru vardi, o da, daha önceki modellerin etkisinde kalip yörüngeleri kusursuz daireler olarak kabul etmesidir. Bu sorun Tycho ve ardindan Kepler’in çalismalariyla ortadan kaldirildi.

Kopernik’in çalismalari bir devrimin baslangiciydi ancak iddialarini ispatlamis degildi. Bir katedralde papaz oldugundan gözlemlere çok fazla zaman ayiramiyordu. Bundan dolayi elinde çok fazla gözlemsel veri yoktu, ve elindeki verileri çok olsaydi bile, degerlendirme yapmasi için gerekli olan matematiksel yöntem Newton döneminde bulunmustu. Mercek Kopernik’ten yaklasik yüzyil sonra kullanilmaya baslandigindan gözlemlerini çiplak gözle yapmisti. Tüm bu sartlar içerisinde Kopernik’in bir de din adami oldugu düsünülürse çalismalariyla hem kendisiyle hem de meslektaslariyla yüz yüze gelme pahasina Orta Çag Avrupa’sinin uykudan kalkmasi için çanlarin çalmaya baslamasina neden olmustur. Kopernik’in Commentariolus’un basilmis halini gördükten birkaç saat sonra öldügü, hatta basilmis halini hiçbir zaman göremedigi söylenir. Ölümünden sonra, “O n Revolutions”un matbaacisi kitabin basligini genisleterek “On the Revolutions of Celestial Orbs” olarak degistirince ortalik iyice alevlendi. Içine yazdigi önsözde de Kopernik’in modelinin gezegen hareketlerini açiklamada en iyi model oldugunu ve fiziksel gerçeklerin yadsinamayacagini, inançlarin gözden geçirilmesi gerektigini yazmistir. Bunun üzerine aldigi tepkiyi tahmin etmek pek zor olmasa gerek. Protestan kilisesinin kurucusu Martin Luther Kopernik’in çalismalarinin sert bir dille elestirmistir: “Bu budala, astronomi bilimini alt üst etme sevdasindadir oysa kutsal kitap arzin degil günesin döndügünü bize bildirmistir... Bir yeni yetme astrologa halk kulak versin olacak is mi?” Ancak Katolik kilisesi belki Kopernik de Katolik bir din adami oldugundan çok sert çikislarini Galileo’ya kadar saklamistir.

EVRENIN KÖKENI - 7 -

Digges, Bruno ve Tycho Brahe



Kopernik’in çalismalariyla ilgili olarak su saptamasini yapiyor saygin bir bilim tarihçisi: “-Dünya hareket ediyor.- Kisa bir sürede inançla aklin, aklin yanilmazligiyla gelenege körü körüne bagimlilik arasinda asilmaz bir engel meydana getiren tez oldu ve birkaç yüzyillik kavga sonunda, bu konuda kesin olarak bilimin zaferinin kabul edilmesi gerektigi anlasilinca, bu zaferin sonucu çok büyük oldu. Bilimin, adeta bir mucizeyle, o zamana kadar hareketsiz bir durumda bulunan dünyayi gerçekten harekete geçirmis oldugu söylenebilir.” Bu saptamasini burada almak çok yerindedir ve ekleyecek bir sey oldugunu sanmiyorum.

Kopernik’in öldügü yil adeta devrimi kaldigi yerden alip devam ettirmek için dünyaya geldi, Thomas Digges. Popüler eseri olan “A Perfit Description of the Caelestiall Orbes” 1576 yilinda yayinlandi. Bu eserinde Kopernik evren modeline en dis küreyi kaldirarak ve yildizlari sinirsiz bir ortama dagitarak katkida bulundu. Kopernik’ten 30 yil, sanayi devriminden 200 yil kadar önce günes merkezli evren modeli en dis kabugunu atmisti. Bu yeni görüslerin ilk ve en kararli yandaslarindan biri olan Londrali Giordano Bruno (1548-1600) sinirsiz bir evren modelinin mantiksal sonucuna dikkat çekti: “Evrende bir küre ve merkez yoktur, fakat merkez her yerdedir.” Bu söz atomcu filozof ve sair olan Lukretius’un sözleriyle özdeslesmekteydi. Atomcu düsünürlere göre, yaratilmamis, yok olmayan, degismeyen varlik özdeksel (maddesel) atomdur. Bu düsünce doga bilimlerinin dogusunu saglamistir da denebilecek bir görüstür, Rönesans’ta da etkileri görülen bu düsünce sistemi Aristocu skolâstige karsi, atomculugun getirdigi mekanik dünya görüsünü savunmustur. Bu anlayisa göre evren yoktan var edilmemisti, atomlarla ve hareketleriyle meydana gelmisti. Bir çok merkez varsa ve evren atomlarin hareketiyle olustuysa eger bizim gibi canlilarin oldugu sayisiz baska günes sistemleri olabilirdi. Bunlarin etrafinda da gezegenler, bu gezegenlerde de bizim gibi canlilar olabilirdi.

Bu düsünceler üzerine, merkezde bulundugundan dolayi bir özelligi oldugunu düsünen ve bununla onur duyan skolastikçiler, yeterince yumusak karar, ölümünü çileden çiktilar. Neticesinde Bruno’nun yasami bir trajediye dönüstü. Düsünceleri zamanina göre çok uçlarda geziyordu, Katolik inancini alaya almasi ve fikirlerinden ödün vermeden savunmasina devam etmesi hayatinin son yedi yilini kilisenin cezaevinde geçirmesine, iskence edilmesine ve son olarak “Olanakli oldugu kadar yumusak bir ceza verilmesi ve kan dökülmemesi...” kararinin verilmesine neden olmustu. Hakkinda isterken kan dökülmemesi, kaziga baglanarak yakilmasi anlamina geliyordu. Bu çok aci ölüm karari açiklandiginda su sözleri haykirmistir: BU KARARI ALIRKEN SIZLER , BELKI ONU BENIM SIMDI ISITTIGIMDE DUYDUGUM KORKUDAN ÇOK DAHA FAZLA BIR KORKU IÇINDESINIZ. Evet, gerçekten de Skolastikçiler bilimin baskaldirisindan korkmaya baslamisti ve bir seyler yapilmaliydi. Bilimin kendilerine karsi açik bir tehdit olusturdugu ortadaydi ve bilimi üretenleri öldürerek kurtulacaklarini sandilar. Oysa bilim insanlari degisen kosullarin ürünlerinden baska bir sey degildi ve bu kosullari yok edemezlerdi zaten de yapamadilar.

Bruno, astronom degildi ancak siki bir Kopernik devrimcisiydi, mantiksal açidan evren modelinin gelism"esine katkida bulunmustur, ancak astronomi ile ilgili çalismalarindan dolayi degil dinle alay ettiginden dolayi, katledilmistir, tabii alay ederken astronomi ile ilgili düsüncelerini kullanmis oldugunu unutmamak lâzim. Bir Danimarka soylusu olan Tycho Brahe (1546-1601) kraliyetten de yardim alarak Avrupa’da ilk gözlem evini kurmus ve Uraniborg (Sky Castle- Gökyüzü Kalesi) adini vermistir. Daha 16 yasindayken Kopernik’in kullandigi çizelgelerde gezegen konumlarinda hata oldugunu buldu. 25 yasinda gökyüzünde ani bir parlamaya tanik oldu. Bu parlamanin gökyüzünde paralaktik bir kayma göstermediginden atmosfer içindeki bir olay oldugunu düsündü. 30 yasinda bir kuyruklu yildiz gözleyerek bunun da Ay’dan uzak bir cisim oldugunu gösterdi. Ilerleyen yillarinda daha modern bir gözlem evinin daha kurulmasini saglamistir. Zamaninin büyük bir kismini evi haline gelmis gözlemevinde gözlem yaparak geçiriyordu. Çiplak gözle yapilabilecek en iyi gezegen ve yildiz kataloglarini olusturdu. Bu çalismalari sirasinda Kopernik modelini ret edip, dünyayi evrenin merkezine tekrar koymak için bir sebep bulmustu.

Tycho‘ya göre eger dünya günesin etrafinda büyük bir dairesel yörüngede dolaniyorsa, dünya farkli konumlardayken takim yildizlarin sekillerinin paralaks neticesinde degismesi lazimdi. Paralaks ne diye soracak olursaniz kisaca söyle açiklanabiliram önünüzde bir dogru boyunca dizilmis üç agaç olsun, eger siz oldugunuz konumu degistirirseniz görüntü de degisecektir. Mesela biraz saga kayarsaniz, en yakinizdaki agaç sola ortadaki biraz sagda, en uzaginizdaki ise ortadakine göre daha fazla sagda olacak sekilde görüntü degisir. Bu olay siz bu üçlü agaç sistemine ne kadar yakindaysaniz o kadar net olacaktir, yani agaçlara yakinken bir adiminiz görüntüde büyük bir degisime neden olurken, uzaktayken çiplak gözle fark edilemeyecek kadar az olabilir. Tycho, yildizlarin paralaktik kayma göstermemesinin nedenin dünyanin merkezde olmasi oldugunu düsündü. Aslinda birazda tutucu ve Kopernik karsiti olan Tycho’nun öyle düsünmek daha çok isine geldi. O da dünyayi tekrar merkeze tasidi. Ay, Günes’i dünya merkezli yörüngelere koydu. Diger bütün gezegenleri de Günes merkezli yörüngelere yerlestirdi. Tycho yildizlarin çok uzak oldugunu ve insan gözünün o uzakliklardaki bir paralaktik kaymayi algilayamayacagini düsünememisti. Insan gözü yildizlarin seklini ayirt edebilecek kadar gelismemistir, Tycho da çiplak gözle yaptigi bu çalismalar sonucunda yanilmakta haksiz degildir. Ayrica kürelerin olmasina gerek olmadigini, küreler olsaydi eger kuyruklu yildizlar tarafindan zaman içerisinde kirilmis olmalari gerektigini söylemistir.

Ilk bakista geri bir adim gibi görünse de Tcyho’nun çalismalari Kopernik öncesi modelleri alt üst ederek ileriye olan dev bir adimdi. Küreleri kaldirarak, sürekli degisen bir gökyüzü oldugunu göstererek, o güne kadar gelmis inançlarin bir kez daha zorlanmasina neden olmustur. 1601 yilinda kaybettigimiz Tycho, gözlemevini ve bütün gözlem verilerini asistani Kepler’e miras birakir. Gökyüzüne hitaben kullanilan “gök küre, gök kubbe” ifadelerinin yikilmaya yüz tuttugu zaman Tycho ile baslamis yani günümüzden 450 yil kadar önce, ancak bir takim çevreler hala “gök yüzü” yerine “gök kubbe” ve ”gök küre” ifadesini israrla kullanmaya devam ediyorlar. Bu çevreler Bruno’yu , Sivas’ta da ozanlari yakanlarin ta kendisidir. Görüldügü gibi günümüz Türkiye’si ile ortaçag Avrupa’si arasinda zaman ve konum disinda pek fark yok sadece eylemi yapanlarin adi ve maskeleri farkli.



EVRENIN KÖKENI - 8 -

Johannes Kepler (1571-1630)



Maceraci ve sarhos bir babayla akil dengesi bozuk bir annenin çocugu ne olur demeyin bir, Kepler olabilir. Dört yasinda geçirdigi çok agir bir çiçek hastaligi görmesini kötülestirmis ve ellerinde sakatliga neden olmustur. Sorunlu bir ailede, zor bir büyüme dönemi geçirmesine ragmen okulda basarili bir ögrenci idi, ve belki de sorunlarla dolu bir hayat onu asiri hayalci bir kisilik kazanmasina neden olmustu. Ilk basta Graz Üniversitesinde astronomi profesörü daha sonra da kraliyet matematikçisi oldu. Daha sonra dinsel çekisme Protestan’larin aleyhine sonuçlaninca Graz’i terk etmek zorunda kaldi ve Prag’a yerlesti. Aslinda bu Kepler’in adina kötü olmamistir. Çünkü Tycho, Kepler’in issiz kaldigini ögrenince yanina iyi bir asistan buldugunu düsünerek, Kepler’i yanina çagirmisti. O günlerde astronomlarin ek kazanç kapisi olan astrologlugu her ne kadar küçümsese de, soylularin yildiz fallarina bakarak geçimini sagliyordu. Bu günde çok sey degismis degil, hala bilim insani yetistirme amacinda olan Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünde yildiz falina inanan ögrenciler var, bazilari inanmasa da geçim derdinden dolayi bu tür islerle ugrasmak zorunda kalmaktadirlar. Gerçekte Kepler’de yildiz fallarina inanmiyor degildi. Ilk önceleri gökyüzünde müziksel bir uyum olmasi gerektigi ve bunun yaraticinin kafasinda tasarladigi sey oldugu, hatta bunu geometrik olarak ispatlayabilecegi gibi mistik bir duyguya kapilmisti. Bu mistik uyum arayisi, O’nu gezegenler arasinda bir iliski olmasi gerektigi, birbirlerinin hareketlerinde birlik ve uyum olmasi gerektigi fikrine götürmüstü. Tycho’nun yanina yerlestikten sonra bir de yasinin ilerlemesiyle beraber bu tür mistik duygulardan azda olsa uzaklasmaya, olgusal verilere daha bagli olmaya basladi. Tycho’nun yanindaki görevi, gezegen yörüngelerini belirlemekti. Yörüngesini incelemeye basladigi ilk gezegen Mars’ti. Aristoteles’ten kalma kusursuz hareket olan çembersel hareket fikrini, kendi mistik beklentileriyle birlestirince yörüngelerin çembersel olmasi gerektigini düsünüyordu. Ancak Mars’in yörüngesini tüm israrli çalismalarina ragmen bir türlü çembersel bir yörüngeye oturtamiyordu. Çembersel yörüngeyi modeline inaniyordu, O’na göre evren siyah kozmik bir duvarla çevriliydi. Bu da geceleri gök yüzünün neden apaydinlik olmadiginin nedeniydi. Yaratilisa inaniyordu ve 25 yasinda yazdigi “Mysterium Cosmographicum” (Evrenin Gizleri) isimli kitabinda yaratilis aninin MÖ 27 Nisan 3877’de Pazar günü sabah saat on bir olarak verir. Bir çok Protestan kilisesinin Pazar ayinlerine sabah saat on bir de baslamasiyla bir ilgisi olup olmadigi incelemeye deger bir konudur. Hayatinin son yillarina dogru Avusturya’da Protestanlara karsi dis bilemelerin dozu iyice artmisti. Baski ve yildirmalara dayanamayan Kepler arka arkaya iki sehre daha göç etti, zaten çok saglam olmayan vücudu zor sartlara ve baskilara daha çok dayanamayip 1630 yilinda pes etti. Astronominin en temel üç yasasi Keplerin var olduguna inandigi gizemli ahengi hayati boyunca arama çabalarinin yan ürünüdür de diyebiliriz. Inanci pesinden kosarken çok önemli temeller atmistir Kepler, günümüz popüler bilim adamlarindan Stephen Hawking’te benzer bir yolda mi diye sormak istiyorum kendi kendime. Geçmise yolculuktan, bunun mümkün olabilecegi ortamlardan söz ediyor kendisi. Acaba bunun temelinde yatan, bilimsel olgular mi yoksa, saglam bir bedene sahip oldugu eski yillara dönebilme duygusunu bastirma çabasi mi? Hepimizin bildigi gibi ALS hastaligina yakalandigindan dolayi tekerlekli sandalyeye bagli, felçli ve konusamiyor. Deneyi köken almis bilimsel metotla ilgisi olmayan bir yöntemle, salt matematiksel denklemleri kullanarak elde edilen seyleri dogada aramak ne kadar dogru? Bu bana, Keplerin inancindan dolayi Mars’in eliptik yörüngesini epey uzun bir süre kabul edememesini çagristiriyor. Ancak Kepler sansliydi çünkü elinde yadsinamaz gerçek veriler vardi, inancini yenmesini sagladi. Peki S. Hawking’in geçmise yolculuk inancini yenmesi için elimizde ne var? Bilim var olan seyi inceler, olup olmadigini bilmedigimiz bir seyin üzerine bilim kurulmaz. Her neyse, biraz güncele degindikten sonra sunu ekleyelim. Keplerin üç yasasi Newton dikkate alincaya dek adeta kitaplarinda gömülü kaldi. Ancak çalismalari öldükten çok sonra olsa da, kendisine “Astronominin Prensi” unvanini kazanmasini saglamistir. Bu arada bilimsel çalismalardan ayri düsünülemeyecek olan felsefi cephede neler oluyordu? Yepyeni bilimsel buluslarin gerek duydugu, daha serbest gelisebilecegi düsünce sistemleri de kendilerini göstermeye ve bu günkü kadar hizli olmasa da hizla yayilmaya baslamisti.



EVRENIN KÖKENI - 9 -

René Descartes (1596-1650)



Kronolojik bakimdan Bacon, Descartes’tan önce gelmesine ragmen biz burada, önce Descartes’tan söz etmeyi uygun görüyoruz. Çünkü düsünce sistemi bakimindan, birbirlerine indirgenemeyen iki karsit ilkenin varligini ileri sürerek dini inançlarla bilimsel düsüncenin, idealizmle materyalizmin uzlasamayacagini ve birbirlerine indirgenemeyecegini sistemlestirmesi açisindan F. Bacon’un gerisinde, çaginin ilerisindedir. “Dünya üzerine Inceleme” adini verdigi çalismasini, Galileo’nun mahkum edildigi haberini almasi üzerine yayinlamaktan vazgeçmis olmasi, F. Bacon’unki kadar köklü bir atilim yapamamis olmasinin nedenin büyük bir olasilikla kilise ile bir çatismaya girmekten çekinmis oldugunu gösterir. Kiliseyle net bir zitlasmaya girmek istemese de Fransa’dan kaçip daha özgür bir ortam aradigi Hollanda’da da Protestan kilisesinin ve Aristotelesçilerin sert saldirilariyla karsilasir ve senato su karari verir “... yeni oldugu ve ayrica gençlige eski ve saglam felsefeden yüz çevirttigi için Descartes’in felsefesi yasaklanmistir.” Burada ifade edilmek istenen su olsa gerek “Yeni olandan korkuyoruz,çünkü din dogmalariyla uyuttugumuz halkin uyanmasina, ve yerlerimizden edilmemize izin veremeyiz.” Her neyse, simdi burada, Descartes bizim için neden önemli çünkü O dogmatik anlayisin karsisina her seyden süphe ederek çikmisti. Gelistirmis oldugu “kartezyen yöntem” bilim için çok önemli bir adimdir ve zamaninda tam da gerek duyulan düsünce sistemiydi. Gelisen bilimsel çalismalarla ilgisini anlayabilmek için yönteminin dört ilkesine kisaca deginmek evren ile ilgili fikirlerin gelisimini anlamada büyük fayda saglayacaktir.

* “1. Dogrulugu apaçik bilinmeyen her seyden süphe edecegim” Descartes’in en temel ilkesidir. Duyularimiz yanilabilir, akil yanlis islem yapabilir yada unutabilir, duygularimizla akil çatisabilir bu saglikli bir akil yürütmeyi engelleyebilir; kisaca bilgi kaynaklarimizin hepsinden süphe edebiliriz ama su anda süphe ettigimizden süphe edemeyiz diyerek, her türlü düsünce etkinliginin temeline süpheyi yerlestirir. “Düsünüyorum öyleyse varim!” süphe etmek düsünsel bir eylemse, düsünmem içinde var olmamiz gerekiyorsa, biz varizdir diyor. “Apaçik” derken fikir yürütebilmek içinde dogrulugundan en çok emin olabilecegimiz, bu tür cümleleri kullanmamiz gerektigini söylemek istemektedir. Sonuç ne? O güne kadar gelmis olan tüm kavramlardan süphe edip, tekrar gözden geçirilmesi gerektigi. Bazi kemiklesmisler, inançlar ve fikirler için ne kadar tehlikeli degil mi?

* “2. Inceleyecegim sorunlari, bunlari daha iyi çözümleyecegim tarzda ve mümkün olan en küçük ve çok sayida parçaya ayiracagim.” Burada, dogada bir bütünlük oldugunu, bütünün parçalarinin arasinda nedensel ve zorunlu bir baglanti oldugunu düsünür. Tümdengelimci izler görülmekte yani yukaridan asagi dogru sistematik olarak yapilanmis, organize bir bütün oldugunu düsünmekte. Analizle bu yapinin daha küçük parçalarinin tek tek incelenmesi gerektigini söyler ve sonra 3. ilke devreye girer.

* “3. Bilinmesi en kolay olan nesnelerden baslayarak, en bilesik nesnelere kadar, agir agir ve derece derece yükselerek, düsünceyi düzenle yürütecegim.” Analizle ve tek tek incelenerek ulasilan bilgilerin bir araya getirilmesiyle daha tümel, genis bilgilere ulasilmaya çalisilmasi gerektigini ve var oldugunu kabul ettigi en tümel yapiya ulasilabilecegini söylemekte. Ikinci ile üçüncü ilkeyi daha iyi kavrayabilmek için su örnegi burada vermek yerinde olacaktir.

Bir üçgenin tanimini yapmaya kalkistigimizda kaçinilmaz olarak dogrulardan söz etmek zorundayiz, yani üçgeni analiz ettigimizde daha küçük parçalari olan dogrularin tanimini da yapmamiz gerekiyor. Sentez yaparken de üç dogrunun bir birbirleriyle kesisip kapali bir düzlem olusturduklarinda daha tümel bir yapi olan üçgeni tanimlariz. Tikel yapi dogrular, bunlarin üçü belli bir bagintiya uyarak bir araya geldiginde üçgen dedigimiz geometrik sekil ortaya çikiyor, bu sekil dogruya göre daha tümel bir yapidir. Bir üçgenin tanimini yapmaya kalkistigimizda kaçinilmaz olarak dogrulardan söz etmek zorundayiz, yani üçgeni analiz ettigimizde daha küçük parçalari olan dogrularin tanimini da yapmamiz gerekiyor.

Sentez yaparken de üç dogrunun bir birbirleriyle kesisip kapali bir düzlem olusturduklarinda daha tümel bir yapi olan üçgeni tanimlariz. Tikel yapi dogrular, bunlarin üçü belli bir bagintiya uyarak bir araya geldiginde üçgen dedigimiz geometrik sekil ortaya çikiyor, bu sekil dogruya göre daha tümel bir yapidir. Son ilkesi de önceki üç ilkeyi dogru sekilde kullanip kullanmadigimizi kontrol etmeye yöneliktir.

- “4. Hiçbir seyi noksan birakmadigimdan emin olmak için, her adimda sayim ve genel gözden geçirme yapacagim.” Gerek analiz gerekse sentez yaparken incelemecinin hata yapabilecegi olasiligindan dolayi bütünü olusturan zincirinin kopacagi ve yanlis sonuca gidilebilecegini düsünüp böyle bir ilkeye gerek duymustur. Görüldügü gibi bilimsel çalismalarin düsünsel kismi da kurulmaya baslamaktadir. O güne kadar bilimsel çalismalar daha çok din adamlari tarafindan yürütülmekte ve maddi destek daha çok kiliselerden ve kiliselerle ortak hareket eden aristokratlardan saglanmaktaydi. Ancak yine kiliseye bagli bir okulda egitim gören Descartes bilim ile dini dogmalarin inceleme alanlarini ayirma yoluna yönelmis, böylece bilimi din adamlarinin elinden çikmasi için gerekli olan düsünsel yapiyi getirmisti. Kendisi de materyalist olmayan Descartes Tanri, Ruh ve maddenin birbirlerinden farkli üç temel oldugunu söyleyerek aralarindaki ayrimi belirtmesi açisindan bilimi dinden ayiran çok ciddi bir adimdir. Ona göre Tanri en yetkin ve sonsuz olandir. Ruh düsünce ile, madde ise yer kaplama ile ilgilidir. Kisaca bilimin alani belirlenmeye baslamis, sinirlari belirginlesmeye baslamisti. Descartes’ta determinist, mekanikçi bir uzay anlayisi vardi, yani belli bir sistem içinde, belli bir andaki durumu ve hareketi bilinen nesnenin durumu ve hareketi, yalnizca o anin degil geçmisin ve geleceginde bilgisini verir, görüsündeydi. Yani her hareketin bir nedeni vardi ancak ilk hareket ettirici Tanri idi, Ona göre her sey önceden belirlenmisti belirleyense, Tanri... Buna kadercilik dememiz pek yanlis olmayabilir. Bu gün kullandigimiz, onsuz yapamayacagimiz, bilimsel grafiklerimizi çizmekte kullandigimiz koordinatlar geometrisi de Descartes’in eseridir.

Descartes dini dogmalara karsi çok sert bir tavir almamis olsa da, Onun her seyin temeline “süphe”yi koyarak ve özellikle Tanri,Ruh ve maddenin farkli çalisma alanlari oldugunu söylemesi açisindan çok ciddi bir adim attigini itiraf etmeliyiz. Bilimde engellenemez yükselisin düsünsel evriminin en net ifadelerinden birini Descartes’te görebiliyoruz, ancak düsünsel evrimin getirdigi düsünsel devrimi Francis Bacon yapmistir.

Bu arada Descartes’in pratikte materyalist, teorikte idealist bir filozof oldugunu unutmamak gerekir. “Disimizda bulunan seylerin gerçekliginden süphe etmemiz gerekir. Ancak öte yandan onlarin gerçekten var olduklarini kabul edebiliriz. Çünkü dis dünyanin varligi hakkindaki düsüncemizin kaynagi, Tanri’ dir. Eger dis dünya gerçekten var degilse, Tanri’nin bizi aldatmis olmasi gerekir.” Descartes’in bütün doga biliminin bu sözleri üzerine kurulmus olmasi onun materyalistlerle siddetli bir tartismaya girmesine neden olmustur. Bu açidan bakildiginda, biz bu yazida Descartes’in bilimsel düsüncenin gelinmesindeki katkisini yadsiyamayiz ancak fikirlerini degerlendirme, alip kullanma konusunda materyalizm ve materyalizmin yavrusu olan bilim adina çok dikkatli olunmalidir. Descartes’in temel fikirleri her ne kadar bizden destek görebilecek olsa da inançlari etkisinde kalarak ulastigi sonuçlar son derece tehlikelidir. Çagdasi Francis Bacon materyalist cephede yer alip idealizme ve dogmalara karsi çok iyi savas vermis tümdengelimi ret ederek bilimsel metodun kökeni olan tümevarim felsefesini kurmustur.


EVRENIN KÖKENI - 10 -

Francis Bacon (1561-1626)



Aydin Çubukçu’nun Descartes ve F. Bacon ile ilgili ve kendimce çok iyi buldugum betimlemesiyle baslamak istiyorum: “Skolastik çaglar boyunca, biçime ve otoritelere taninan olaganüstü öncelik ve önem, düsüncenin özgür ve yaratici gelinmesinin üzerine örtülmüs kursun bir örtü gibiydi. Descartes, süphesi ile kursunu agir agir eritmeye çalisirken, F. Bacon, bir vurusta yirtmayi deneyen kisi olarak çikti.”

F. Bacon’un yasadigi dönemde insanlar açliktan ve nedenini bilmedikleri birçok salgin hastaliktan dolayi ölmekteydi, yasam sartlari son derece agirdi. F. Bacon durum karsisindaki çaresizliklerinin nedeninin bilgisizlik oldugunu, kaderle falan ilgisi olmadigini, bir dönemler Hiristiyanlarin önemli bir meziyet saydigi çile çekmenin anlamsiz oldugunu ve bu durumun acilen düzeltilmesi gerektigini düsünüyordu. Ona göre, o günlerde kullanilmakta olan bilgi edinme yöntemi tamamen yanlisti ve dogru bir yöntemle, insanlik bilgi birikimini arttirip daha iyi yasama standartlarina sahip olabilirdi. Bilginin amacinin kutsal kitapta yazanlara kanit bulma çabasindan ziyade “dogaya egemen olmak” oldugunu söylüyordu. Bunun için de olaylarin gerçek nedenlerinin bulunmasi gerekiyordu, buna çok önem veriyordu çünkü Ona göre, gerçek nedenlere bir kere ulasildi mi hastaliklari ve yoksullugu ortadan kaldirmak için dogayi kontrol edebilirdik.

F. Bacon’a göre insanligi refaha götürecek gerçekleri görmemizi engelleyen dört önemli etken vardi. O, bunlara “putlar” adini uygun görmüstü. Körü körüne baglanilmasi istenen ve karsi çikildiginda ceza uygulamasina gidilerek kabul ettirilmeye çalisilan bu putlara karsi savas açmistir. F. Bacon’a göre baslica putlar sunlardi :

Soy Putlari: Tüm insanlarin paylastigi bazi önyargilara verdigi isimdir. Soy putlarinin, insanlarin dogadaki olaylari ve nesneleri kendisine benzeterek açiklamaya çalismasinin bir sonucu oldugunu söyler. Tanrinin insan bedeniyle betimlenmesi, mesela Zeus, Artemis... ve Isa, soy putlarina bir örnektir. Ayrica, F. Bacon’a göre “Günes,ay ve yildizlar” için kullanilan “dogma” ifadesi ve bu nesneler üzerine kurulu olan çesitli efsaneler, amaçsiz yasayamayan insan gibi doganinda bir amaci oldugu yönünde tehlikeli bir düsünceye itiyordu insanlari. Kendine, dogaya oldugundan daha yakin olan insan için bu tür inançlar, daha kolayca düsünülebilip kabullenildiginden dolayi, insan bu asli olmayan inançlari almayi tercih ediyor ve ne acidir ki bilim tersini gösterse bile bu tür inançlara bagliliklarindan çok sey kaybetmeden vazgeçemiyor. Bu nedenle ve özellikle tüm insanlar tarafindan kabul edilmis önyargilar oldugundan dolayi “soy putlari” bilimsel tezlerin kabul ettirilmesinde çok büyük bir engel oluyor, F. Bacon’a göre.

Magara Putlari: F. Bacon, insanin kisiliginin, kendi kendisini hapsettigi bir magara oldugunu söyler. Insanin, zaten çok net algilayamadigi dis dünya hakkindaki bilgilerini, kendi yetistigi ortamdan kaynaklanan yasama tarzi ve karakterinden bir seyler katarak çarptirdigini söyler. Bu sekilde olusan yanilgi ve ön yargilara da “ Magara Putlari ” adini verir. Cephede savasan bir insanin ölüme bakisi ile yeni asik olmus iki insanin ölüme bakisi çok farkli olacaktir. Neticesinde de farkli duygular hissedip, bir yorum yaparken farkli yargilarla yaklasacaklardir. Doguda çatismada oglunu kaybetmis bir anne ile olaylara bilimsel yönden bakmaya çalisan bir sosyolog için önyargilar ve önyargilarin siddeti daha farkli olacaktir. Anne daha çok oglunu kaybetmis olmanin verdigi nefretle güdülenirken, sosyolog olaylari duygusal yönden en az seviyede etkilenerek incelemek durumundadir. Aksi taktirde sosyologun dogru bir sonuca varmasi güçlesecek, çarpik fikirler ortaya çikabilecektir.

Yahudi bir ailenin çocugu olan Einstein’ in, “Tanri zar atmaz!” diyerek, kurulmasinda kendisinin de katkisinin oldugu, kuantum elektrodinamigine itiraz etmesi; Kepler’in gökyüzünde yillarca müziksel bir ahenk aramasi gibi önyargilar bilim tarihinde görebilecegimiz magara putlarindan sadece ikisidir.

Pazaryeri Putlari: F. Bacon’a göre kullandigimiz dilin kelimelerine verilen degisik anlamlar ve bunlarin genel, gündelik kullanilislari bilimsel düsünceyi saptiran önyargilar olustururlar. Bu kavramlar genellikle geçmis zamanlarin eksik ve yanlis bilgisini tasirlar. En yakinimizdaki örnek; Kopernik’e kadar yüzyillar boyunca bütün gökkürenin dünya etrafinda dolandiginin kabul edilmesidir. Eksik bilginin sonucu olan bu düsüncenin bilimsel gelisime ne tür etkileri oldugunu geçen sayfalarda okumustuk. Diger bir örnek Newton’un kütle çekim kuvveti ile Einstein’in egri uzayidir. Newton; iki kütlenin birbirlerini, kütleleriyle dogru, aralarindaki uzakligin karesiyle ters orantili bir kuvvet etkisi altinda kalarak çektigini söylemistir. (F=GmM/d2) Bu denklem Newton için kuvveti ifade etse de Einstein bu denklemin uzayin söz konusu kütle tarafindan ne kadar büküldügünü gösterdigini söylemistir. Einstein’da görüldügü gibi temelde denklemi kabul etse de kuvvet kavrami yoktur, onun yerine uzayin egrilme miktari vardir. Ancak bilim insanlari ve bilimsel yayinlar, dogal olarak ta halk kütle çekim kuvveti ifadesini kullanmaktalar. Sanirim hiç kimse bir tasi elinden biraktiginda neden düstü sorusuna, “Çünkü dünyanin kütlesi uzay zamani büküyor...” diye cevap vermez. Beklenen cevap yaklasik olarak sudur, “Çünkü dünya tasin üzerine bir kuvvet uyguluyor...” Newton’un ifadeleri günlük yasantimiz sinirlari içinde ihtiyaçlarimiza cevap verse de Newton’un kavramlari kara delikler, çok büyük kütleli yildizlar ve evrenin yapisi üzerinde çalisan birçok astronom için yetersizdir ve yanlis sonuçlara götürebilecek niteliktedir. F. Bacon’dan çok sonralardan bir örnek vermis olsak ta O’nun anlatmak istediginin ta kendisidir. Nedeni de, Newton’un “kütle çekim kuvveti” ifadesini çok büyük kütleler ile ilgili çalisan bir astronomun kullanmasinin hatali olacagidir çünkü büyük kütleler için kullanmasi gereken yöntem Einstein’in uzay egrilmesidir ve buna göre düsünmek zorundadir. Eger astronom hala Newton ifadeleri ile düsünmekte israr ederse düsünmesi özgür ve dogru olmaktan, çok uzak olacaktir.

Tiyatro Putlari: Arastirmaci tarafindan baglanilmis felsefi düsüncelerin veya ünlü kisi ve gruplara bagliligin, dogmalarin neden oldugu önyargilara verdigi isimdir. “Kural, yarginin yerini almamalidir.” diyerek, Aristoteles’in mantigini ve skolastik düsünceyi ret edip, deneyin ön plana çikmasi gerektigini söylemistir. Ona göre, akilla ulasilan her türlü sonucun dogruluguna, sadece o sonucu elde etmek için kullandigimiz akil yürütme biçiminin dogru olup olmadigina bakarak degil dogadaki olgularla sinayarak karar verilmelidir. F. Bacon’un bu sözünde kural genel olarak, Aristoteles’in ögretisini, yargi da tek tek olaylarin incelenmesiyle elde edilen sonuçlardi. F.Bacon, “Kurallara bagli kalarak ulasilan sonuçlarla, deneyle ulastigim sonuçlar uyusmuyorsa hangisine inan maliyim?” sorusuna, deneysel yöntemin yaninda yer alarak cevap vermistir. F. Bacon’un yasadigi dönemlerde Aristoteles’e o kadar fazla bir güven vardi ki tartismalar “Usta böyle söyler.” dendiginde sonuçlanmis olurdu. Bir seyin dogrulugu tersinin yanlisligi gösterilerek ispatlanmaya çalisiliyordu. O’na göre, bir seye körü körüne baglilik bilgiyi öldürüyor, bilimsel gelismeyi engelliyordu ve köhne düsüncelere karsi içten içe duymaya basladigi öfke Aristoteles’in “Organon”una karsi “Novum Organon” isimli eserini yazmasina neden oldu. Bu eseriyle Aristoteles mantigini tartismaya açiyor yerine yeni bir alternatif sunuyordu. Bu çalismasinda, epey uzun bir süre hükümranlik sürmüs olan Aristoteles’e karsi meydan okunuyordu. F. Bacon bilginin birkaç kisinin otoritesine girmesini istemiyordu ve bunun için bilgiyi kolektif olarak üreten bilginlerden kurulu bir örgüt öneriyordu. Onun, biliminin ilk görevinin toplumun refahini artirmasi oldugunu ve bilim insanlarinin bunun için çalismasi gerektigini ilan etmesinden dolayi kendisinin özel bir saygiyi hakkettigini söyleyebiliriz.

F. Bacon dogru bilgiye ulasilabilecegini düsünüyordu ve bunun için önerdigi metot “tümevarim metodu” olarak bilinir. Bilgileri sistemli bir sekilde toplamak incelemeyi kolaylastirmak için levhalar ve çizelgeler önerir, bunlari kisaca tanitmaya çalisalim.

Önvarlik Levhasi: Bu levha incelenecek olan olayi veya nesneyi dogada oldugu gibi ve birlikte bulundugu bütün diger nesnelerle birlikte yani bulundugu ortamla birlikte saptanip siralandigi levhadir.

Asama Levhasi: F. Bacon bu levhayi üç alt çizelgeye ayirir.

Varlik Çizelgesi: Nesnenin veya olayin durumlarini siniflandirir ve bu durumlarin diger hangi olgularla, yani olaylar ve nesnelerle, birlikte göründügünü gösterir. Mesela, sifir derecenin altindaki suyun kati halde olmasi, yüz derece sicakliga kadar sivi, üzeri sicakliklarda da gaz halinde olmasinin belirlenmesi gibi veya yagmur yagmasi için öncelikle bulutlarin olmasi gerektigi gibi örnekler açiklayici olacaktir.

Yokluk Çizelgesi: Olgunun degisik durumlari içinde, bazi seyler var olmaya devam ederken bazi seyler yoktur; bir baska durumda da olmayan seyler vardir, olanlar artik yoktur. Mesela, gün içerisinde, Günes dogduktan sonra hava isinmaya baslar, ama Günes battiktan sonra hava sogumaya baslamaktadir. Havanin isinmasi için Günes vardi, aksamüzeri günesin gitmesiyle yani artik var olmamasiyla birlikte hava sogumaya basladi, yani günesin yokluguyla havanin sogumasi arasinda bir iliski kurulmus oldu iste bu yaklasim yokluk çizelgesinin konusudur.

Derece Çizelgesi: Olgunun ölçülebilir özelliklerinin degismesi sirasinda diger degisen ölçülebilir özelliklerin çizelgesidir. Günes'in dogus saati ve saatin kaç olduguna göre havanin sicakliginin degisiminin ölçülmesi gibi, niceliksel degerlerin yer aldigi levhadir.

Dista Birakma Levhasi: Ön varlik levhasinda bulunanlardan, asama levhasinda toplananlarin çikarilmasindan olusan levhadir. Yani ilk bakista inceledigimiz olguyla iliskili diye düsündügümüz aslinda ilgisi olmayan, sans eseri bir araya gelmis bazi olgular elenmis oldu. *

Özetleyecek olursak, inceledigimiz olay, çevresinde bulunan kendisiyle ilgili olmayan baska bir çok olguyla beraber olabilir. Bu levhalar sayesinde önce bir ön levha hazirlanir, daha sonra bu ön levha içinde kalan olgular tek tek incelenir, birbirleriyle baglantili olanlar kalir, ilgisi olmayan olgular disarida birakilir. Böylece yanlis sonuçlara götürecek fazla olgular elenmis yani dista birakilmis olur ve elde kalan birbirleriyle bagintili tek tek bilgiler bir araya getirilerek daha genel bilgilere ulasilabilir.

Gerçekte, F. Bacon’un metodu çok hantal isleyen kullanissiz bir yapiya sahip olsa da, yepyeni bir anlayisla Skolastik düsüncenin karsisina çikip korkusuzca savasmistir. Biz burada F. Bacon’un metodunun eksik yanlarindan söz etmeyecegiz çünkü bizim asil amacimiz bu degil, Skolastik düsüncenin ve dogmalarinin otoritesinin bilimsel gelismeye karsi daha fazla direnemeyerek, nasil da eriyip gittigini göstermekti. Bu dönüsüm insanin evrene bakis, algilayis, yorumlayis ve sordugu sorularla, sorulara cevap arayis biçiminde çok ciddi degisimlere neden olmustur ve bugünkü gerçek bilimin kökleri atilmistir. Bu degisimler dogal olarak kurulan yeni evren modellerinin yapisina da yansimistir.

Yeri gelmisken F. Bacon’a siginarak aklima gelen aci bir durumdan söz etmek istiyorum. Söz ettigimiz, bu degisimlerden nasibini almamis bir grup insan cami çikislarinda dagittiklari bildirilerle dogal bir süreç olan depremin nedenini hala ilahi güçlere havale ediyorlar.

En az bir önceki kadar tehlikeli olan bir baska grup ta evinin, isyerinin yikilisindan, onca insanin ölümünden dogayi sorumlu tutup, kendi kurtulusu için tanriya sükür edenlerden olusuyor. Burada da görüldügü gibi dogaya bir sorumluluk yükleyip yaptiginin yanlis oldugu söyleniyor, yani F. Bacon’un dedigi “soy putlari” hala kendisini gösteriyor, çünkü insana benzer bir doga fikriyle kalkip depremi yapan kaka doga, depremde can kurtarici iyi bir tanridan söz ediliyor. Peki, merak ediyorum, doganin bir bilinci varda hadi bir deprem yapayim deyip de deprem yapti da ona birde suç mu yüklüyoruz, olmadi birde dizlerimize yatirip poposuna poposuna vuralim, belki akillanir. Diger yandan doga depremin sorumlusuysa eger, tanri onca insani depremden kurtaramadi da sadece hayatta kalmis olanlari kurtarmaya mi gücü yetti? Yoksa sansli olan ve iyi yapilarda yasayanlar mi kurtuldu. Demek istedigim, F. Bacon’un dikkatle üzerinde durdugu gibi bilim belli kimselerin tekeline kalmasaydi ve sadece kazanci, dini otoriteyi artirmak için degil de halkin yarari dogrultusunda kullanilsaydi sanirim daha az kisi ölürdü!
 
Üst