Türkistan´ın Parçalanmış Tarihi ve Kaderi

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Türkistan´ın parçalanmış tarihi ve kaderi



Giriş Niyetine: Coğrafyanın tarihe bıraktığı miras

Türkistan bozkırının çatlak topraklarında şairin deyimiyle "her harfi kana batmış" tarih, çekik gözlü Gökbörü nazarlarında ise çekilen ıstıraplara sabrın ve devrimin firuze nuru gömülüdür. Türkistan’da vakit hep bir prizmadan yayılan ışıkların huzmelerinde an ile buluşup tarihe izini bırakır. Bu kalan izlerden yeniçağlar doğar ve vakit anın koynunda tarih denilen buz dağının görünmeyen yerine doğru yol alır. Devrimin firuze nuruna gömülü sükût ise Türk halklarına yeni bir sabrı mitolojik bir efsaneden anlatır. Gecenin çocukları bozkırın serinliğinde Mağjan Jumabay’ın "Peygamber" şiirindeki "Güneşten doğmuş, Hundan olmuş Peygamberi" şarktan beklemeye başlarlar.
İşte bozkır sakini olan Türk halklarının, gece çocuklarının tarihi yüzyıllar boyu inişler, çıkışlar, satkınlıklar ve kimi zamanda gölge oyunlarının perdeye akseden ışığında bazen bir replik, bazen de suflör olarak aksetmiştir. Bir zamanlar sadece komşu oldukları bir memleketin, sömürgeciliğin değişmez kuralı olan "Mazlum milletleri soymak değil, ilkel kavimlere uygarlık götürmek niyetinde gelmesi" ile başlayan ve daha sonra kaderleri, düşünceleri, düşmanları ortak bir hale dönüştürülmeye çalışılmasıyla "uzaktan yönetmeye eğilimli" bürokratik tarih anlayışının içinde sömürgeciliğin keşif kollarının ürettiği paxların "yan unsuru" haline gelmişlerdir.
Korkunç İvan’ın Kazan´ı fethetmesiyle başlayan ve SSCB ile doruğa ulaşan bu devir içinde Türk halkları sisli bir tünelde hakikat ve yalanın iç içe girdiği, Bernard Henry Levi´nin sözleriyle yazacak olursak "Aptalların çoktan ezip pestilini çıkardığı dilin sözcükleri ile kıyımlardan, kamplardan, ölüm yürüyüşlerinden söz etmekten öte bir şey yapamayıp halklarına bazen mutluluk bile vadeden gülümseyen prenslerin yeni totalitarizmini" altında "içerik olarak sosyalist biçim olarak milliyetçi" türde çelik sisteme angaje olmuşlardır. Ve "ılıman havada" ham toprakları sürerek ruhen, bilincen erozyona uğrayıp "durgunlaşan" ve "yeniden yapılanıp" "demokratikleş en", "şalgam enternasyonalizmini n" komünlerinde marjinalleşip, anakronikleşip, mankurtlaşıp, ironikleşip tarihin ve kaderin içinde her şeyi "efendilerinin" yazdığı, yazdırdığı ve anlattığı biçimde öğrenerek tarihi hafızasını kaybetmiş ironik kaderlerin med-cezirlerinde şair Elmas Yıldırım´ın "Mukaddes İhtilal"ini beklemişlerdir.
Aslında "efendileri" yenilikler değil, kırık putları "yenilik" diye sunmuşlardır. O putlarla "efendiler" nevcivan tarihi katletmişler ve Türk halklarını evrim ve devrim arasında boğmuşlardır.
Gecenin Çocuklarına "Peygamberler" gelmiş, "ufkun arkasını" Türk halklarına göstermiştir. Bu "peygamberler" sisteme başkaldırmışlar ve hâkim ideolojinin çürümesi için mücadele vermişledir.
Onlar, kaderin kendilerine hükmetmesini değil, kendilerinin kadere hükmetmesi mücadelesini vermişler, "efendilerinin" sunduğu bütün o putları kırmışlar, Türk halklarını tarihin "yan unsuru" olmaktan çıkarıp merkezine getirme ve yeniden kaderini eline alıp "Türk rönesansının" doğuşu için devrimin firuze nurundaki sükûtu diriltip tarihin görünmeyen yerine derkenar düşmüşledir.


Türkistan: Tarihin izdüşümünde anlatılmayı bekleyen bilinç
Algılamaların kavramlara dönüşmesinde haritaya baktığımızda Türkistan’ı algılamak ve kavramak için üzerinde biraz düşünmek gerektiği fikrindeyiz. Çünkü Türkistan kavramı "bizim" için ne ifade ediyor "onlar" için ne ifade ediyor bunu bilmek gerekir. Mesela Mağjan Jumabay’ın "Türkistan" şiirini Kazakistan’da birçok insana sorsanız şöyle bir cevap alabilirsiniz: "Mağjan Türkistan şiirini Türkistan şehri için yazmıştır" yahut ta yine Mağjan’ın "Kazak Dili" isimli şiirinde şöyle bir mısra vardır: "Türk balalarının bağrında" bu mısra Sovyetler döneminde sansüre uğramış ve "Türk" yerine "Kazak" kelimesi koyulmuştur. Bağımsızlıktan sonra bu ifade değiştirilmiştir. Bunu anlattığınızda karşınızdaki kişiden şöyle bir tepki görebilirsiniz: "Sen benim Kazak olduğumu kabul etmiyorsun!". Bu tepkilerle karşılaşan bizim o büyük Türkistan uzmanlarımız hemen şu sonuca ulaşıyorlar: "Bunlar Türklüğü kabul etmiyorlar! Bunlar Türk değil!" veyahut bir ortamda bunları yazdığınızda ya da anlattığınızda şöyle bir tepki veriyorlar: "Sus böyle şeyler söyleme! Kardeşlerimizi rencide edersin!" veya "Hayır ben böyle bir şeyi hiç duymadım. Sen uyduruyorsun. Sen bu insanları bilmiyorsun. Sen Türk imajını zedeliyorsun!" Daha buna benzer birçok lakırdıyla karşılaşabilirsiniz bizim Türkistan uzmanlarımızdan aslında biz ne Türk halklarını rencide etmek için söylüyoruz ya da yazıyoruz, ne de onlar gibi birilerine şirin gözükmek için "kafadan bir şeyler uyduruyoruz". Bu hakikatler kabul etseler de etmeseler de hakikatin ta kendisi ve Türkistan ve Türkiye’nin karşılıklı siyasi, kültürel, stratejik ve tarihi açılımlarında karşılıklı kavram kargaşalarının temelini teşkil etmektedir. Biz bu konulara bundan önceki yazılarımızda değindiğimiz için burada tekrar değinmek istemiyoruz. Bundan önceki yazılarımızda da üstüne basa basa yazdığımız gibi tekrar yazıyoruz: "Hakikatlerle Yüzleşmeliyiz" eğer yüzleşmezsek o zaman hem Türkistan hem de Türkiye kaybeder. Bu satırların yazarı fakir için söylenen şu sözleri misal vererek konuyu biraz daha açalım ve algılama ve kavram üzerine biraz daha gidelim. Doçent ünvanlı konuştuğunda sözlerinin yarısı Rusça olan doktorasını Moskova’da yapmış bir Fizikçi benim tarihçi olmamı, yaşımı bile suç sayarak önce anadilim Türkçeyi bilmemekle suçlamış ve ardından son noktayı şöyle koymuştur: "O Kazaklardan nefret ediyor. Türkleri üstün görüyor." Tabii bunları hangi "iftiracı emektar provokatörle" kapımı dinledikleri esnada o "iftiracı emektar provokatörün" söylediklerimizi nasıl Türkiye Türkçesine aktardığını bildiğimiz için sadece güldük geçtik. O "iftiracı emektar provokatör ki" işine geldiğinde Kazak Türkçesi ve Rusçayı yazabilme, konuşabilme ve okuyabilme kabiliyetine sahipken işine gelmediğinde de üç maymunu oynayabilen birisidir.
Yukarıda verdiğimiz misallerden hareket edecek olursak Türkistan ve Türkiye birbirlerini karşılıklı algılamada ve kavramlara yüklediği manada "anlaşamamasının" temelinde bakış açısı ve görüş açısı farklılıkları mevcuttur. Mağjan’ın şiirinden misal verdiğimiz gibi birden "Onlar Türklüğü kabul etmiyor" diye kestirip atmak bize göre o sözü söyleyenin cahilliğinden kaynaklanmaktadı r. Türkiye’de Türk Halklarının davasını kendine bayrak edinmiş Türk Milliyetçilerinin Türkistan’a bakış açıları Türkistan kavramına yükledikleri mana tamamen Tanrı dağları eteklerinde Börklü Kürşad mitolojisinden öteye gitmemesinden dolayı hamasi bir ruh haletinden öteye geçmemiştir. Şimdi şöyle bir soru sormanın yeridir diye düşünüyoruz. Türk Halklarının davasını bayrak edinmiş Türk Milliyetçileri vaktinde kaç Sovyetolog yetiştirdi? Kaç Rusça bilen adam yetiştirdi? Bunun cevabı ise: hiç yetiştirmedi. O dönemde Rusya’ya baktığımızda ise şunu görmekteyiz. Rusya o dönemde Türkologlar yetiştirmekte idi. Devamlı Türkiye’yi araştırıyor ve Rusya- Türkiye ilişkileri üzerine siyaset üretiyordu. O dönemde Amerika, İngiltere, Fransa’da da durum farklı değildi. Türkiye NATO belgelerindeki "Erzurum’dan Konya Ovasına Türk Bariyeri" görevi gereği Türkistan’a hamasi bir yaklaşımla "Türklük" üzerinden siyaset üretiyor; Rusya’yı ise "tarihi düşman" sınıfında değerlendirerek "Komünizme karşı mücadele veriyordu" .
Türkistan’a gelecek olursak, Türkistan yukarıda da kısaca yazdığımız gibi çarlık döneminde başlayan sömürge süreci içerisinde birbiri ardına kırılmalar yaşıyor. Ve her kırılma Türkistan coğrafyasında köklü değişikliklere zemin hazırlıyordu. Rusya Türk Halklarına Türkiye’yi öyle bir tanıtmıştı ki-günümüzde bu süreç başka bir şekilde işletiliyor- 1991’de Türkiye’ye gelenler şaşkınlık ile hayal kırıklığı arasında bir halet-i ruhiye de Türkiye’yi tekrar kafalarında oluşturmaya çalışıyorlardı(Türkiye’den gidenler ise tamamen hayal kırıklığına uğramaktalar. Biz buna Şevket Süreyya sendromu adını veriyoruz) O yıllarda onları dinlediğimizde nasıl bir Türkiye beklediklerini şöyle anlatıyorlardı : "Biz SSCB döneminde Çalıkuşu dizisinden Türkiye’yi tanıdık. Ruslar bize Türkiye’yi Çalıkuşu dizisindeki gibi anlattı. Türkiye’ye gelirken kafalarında fesli adamlar, kara çarşaflı kadınlar, iki katlı cumbalı evler bekliyorduk. Türkiye’ye geldiğimizde bunları görmeyince açıkçası şaşırdık. Bambaşka bir Türkiye gördük."
İşte Türkiye ve Türkistan’ın karşılıklı birbirlerini algılama ve kavramları anlamlandırmadaki yaklaşımları ve bunu bizlerdeki ya toptan kabul ya toptan ret ya da birilerine şirin gözükmek için söyledikleri yalanlardan doğan Türkistan ve Türkiye manası. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki hâlâ vakit ve mekân algılamasında hatalar yapmaktayız. Bunun üstüne tarihi süreçteki yaşadığımız zihni dönüşümler, açılımlar, yaklaşımlar ya çok hamasi ya da kesin sonuçla üzerine oturtulmakta. Vakit ve mekân algısını tarihle birleştirirken anakronik temelli hareket etmekteyiz. Burada yeri gelmişken şunu belirtmeden geçmeyelim Türkiye’de hâlâ Türkistan’ı 1991 ve sonrası dönemde değerlendirenler çoğunlukta ve aradan geçen 18 yılda bir şeylerin değiştiğini kabullenmemekte direnmektedirler. Konuşmalarınızda her söylediğiniz söze nostaljik bir şekilde itiraz etmektedirler. Hüzn-i tahattür açmazında kımız kıvamında Türkistan üzerine yorum yapmaktadırlar. Bir de votka bardağından Nataşa’nın mavi gözlerine bakanların değerlendirmesi ayrı tabii ki. Belki inanmayacaksı nız ama var böyle kişiler. İşte Türk Birliğinin önündeki açmazlardan bazıları ve bir diğer önemli açmazda hem Türkiye’de hem de Türkistan’da yaşanan "Gecik(tiril) miş Kimlik"...
Buradan hareketle, Türkistan kavramı yukarıda yaptığız değerlendirmelerin bizlere hediye olarak verdiği açmazların neticesinde Uluğ Türkistan Davası işi gücü iftira atmak, beş vakit namazı kıldıktan sonra kimin hakkında ne yalan söyleyeyim diye düşünmek olan ve "Türklük", "Milliyetçilik" gibi kavramları duyduğunda küplere binenlerin elinde bambaşka bir mecraya kaymıştır. Hele hele bunların içinde öyle kişilikler vardır ki gittikleri coğrafyada WC’lerin fotoğraflarını çekip e-posta aracılığıyla Türkiye’de herkese gönderip Türkistan davasına katkıda bulunanlar ayrı bir yer teşkil etmektedir. Bu tip insanların maksadı açıktır. Bunlar Uluğ Türkistan Davasını baltalamak maksadıyla çalışan kışkırtıcılardan başka kimseler değillerdir. Ve bunlar gerçekten bir şeyler yapan adamlara da yazdıkları sahte e-postalar ile engel olarak Türkiye-Türkistan dostluğuna katkılarda bulunmaktadırlar! .. Böyle "Emektar Provokatörlere" rağmen bir şeylerden vazgeçmek mi zorundayız? Tabii ki hayır.
Sonuç olarak Türkistan ve Türkiye kendi tarihinde, iktisadında, sosyolojisinde, stratejisinde yüzleşmeli ve "Çakıl Taşlarını" ayıklayıp "Jeokültürel-jeotarihi" alanımız ve kaderimizde birleşmeli ve yeni açılımlara yol açmalıyız. Ayaz İshaki´nin, "Rus devrimi henüz bitmemiştir" dediği gibi, Sultan Galiyev´in "Son söz mü? Son sözü henüz söylemedik ki. Sözler çok, ama sonuncuyu bulmak zor" dediği gibi, son söz henüz söylenmedi ve mücadele bitmedi...
 
Üst