ŞEMS-İ TEBRİZİ[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Konya’da, eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı bilen ve ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır.

Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikâtin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşımaktadır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizi’nin adını....

Büyük bir arif olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı bir kişinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile kendi kuşağının çocuklarından bambaşka olduğunu göstermiş, anne babasını,yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştur. Zamanın ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir anıyı şöyle anlatıyor:

“Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı : ’ Oğlum’, dedi ‘ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?‘ ben ona şu cevabı verdim:

‘Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.”

Muhammed Şemseddin, bazı görüşlerin ve Mevlana’nın müridi, öğrencisi olduğu yolundaki yaygın inanışın aksine, basit bir batıni dervişi değil, üstün vasıflarla bezenmiş, hatta vasıftan dahi söz edilemeyecek yapıda bir zattır. Mevlana gibi zahir ve batın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, müderrislik, müftülük yapmış seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mânâ aleminin pencerelerini açan biri hakkında başka nasıl düşünebiliriz ki?

Her sözü, sohbeti ve bakışı ile insanları alt üst eden, dar, sınırlı bir ahlaktan Allah’ın ahlakı anlayışına çeken Şems, kendisi için şunları söylüyor :

“Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa,beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur.”

Bir gün Baba Kemal’in, kendisine Şeyh Fahreddin Iraki’ye açılan sırlardan ve hakikâtlerden yana bir keşif gelip gelmediğini, sorması üzerine Tebrizi:

“Ondan daha çok müşahade gelir! Ancak onun bildiği bazı ıstılahlar vardır,onun için gördüğünü en sevimli şekilde sunar. Bana gelince, bende öyle güç yoktur.” diye cevap verir. Baba Kemal de

“Allah ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikâtlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.

Makalat adlı eserindeki ifadelerinden onun Tebriz’de Ebubekir adlı Şeyhinden feyz aldığı anlaşılır, ancak yine kendisinin bildirdiğine göre, şeyhi onda olan bir şeyi görememiş, başka kimsenin de göremediği bu farkı, sadece Hüdavendigârı Mevlana anlayabilmiştir.
Zaten şeyhi onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar gezip Sohbetine dayanabilecek bir dost, bir mürşit arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan eder,istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini olgunlaştıracak bir şeyh aradığını söyler; ama bütün şeyhleri kendine mürid yapıp arayışına devam eder.

Memleketi olan Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kamili Tebrizi”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için “Şemseddin-i Perende” (uçan Şemseddin) derler.

Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmani’yi bulup neyle meşgul olduğunu sorar.
“Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmani.
Şems Hazretleri bu cevap üzerine:
“Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.
Kirmani Hazretleri Şems’in ellerine sarılıp müridi olmak istediğini söyler. Şems’in cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!”
Ama, Evhadüddin, ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Evhadüddin “bunu yapamam” deyince,
“O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Kirmani’ye “ben içerken bana arkadaşlık eder misin? ”diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems Hazretleri, “ Erlerin huzurundan ırak ol!”diye bağırır. “Bana arkadaş olamazsın . Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum.
Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikâti arayan olgun bir şeyh!..”
Kirmani, teslimiyet ve kabiliyet imtihanını bu nedenle geçememiş, onun asıl maksadını idrak edememiştir.

Tebrizi, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir.
Onu aramak için yollara düşmek ister, fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”
Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek niyaz eder ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle oyalanmaya çalışır. Para almadan inşaat işlerinde bile çalışır.
Nihayet bir gün;
“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir.
O da “başımı!..” cevabını verir.
Bu cevaba karşılık olarak,
Bütün kâinatta Mevlana-yı Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.
Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır.
Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, M. 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna zamanın tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar aşk ve ilmin tüccarı olduğuna işaret ederek...
İkindiye doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir müderris görünür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla:
“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
Mevlana “evet” diye cevap verir. Şems:
“Ey müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca;
“Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.”
O zaman Şems:
“O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,
Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?
Mevlana:
“Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’ şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu.
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında “Allah”diyerek yere yuvarlanır.
Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür.

Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana bunca zaman kitapların, sayfaların arasında aradığı ve Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş,o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.
Şems, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez.
Medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.
Şimdi sıra imtihanlardadır...

Bir gün Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı denemek maksadıyla güzel bir sevgili ister ondan. O da güzellikte eşi bulunmayan karısını getirir tereddüt etmeden . Şems, “bu benim can kız kardeşimdir. Bu olmaz. Bana hizmet edecek bir erkek çocuğu bul” der.
Mevlana, Oğlu Sultan Veled’i ona kul olsun diye getirir. Şems, “bu kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı, su yerine onu içerdim. Ben onsuz yapamam” deyince, Mevlana hemen gidip Yahudi mahallesinden bir testi şarap getirir.
Şems, bu teslimiyet ve itaatten hayrete düşüp
“Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed yürekli bu aleme ne gelmiş ne de gelecektir.” dedi.
Ben Mevlana’nın hilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. Onun iç alemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikaye çerçevesine sığmaz.” der.
Kendisine hürmetle, sevgiyle yaklaşan diğer insanlara da çeşitli imtihanlar uygulamış, örneğin kendisinden para isteyince bütün parasını, malını mülkünü ayaklarına seren Hüsameddin Çelebi’ye Velilerin gıpta ettiği bir makamı müjdelemiştir. O servetin içinden de sadece bir dirhem alır. Geri kalanını Hüsameddin’e bağışlar.
Mevlana ve Şemsi Tebrizi’ye gönül verenler bu haldeyken, sohbetlerden ve bu sofradaki zenginlikten mahrum kalanlar Şems’ten kendilerine bir gönül hoşluğu gelmediğini öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumlarını atmaktadırlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice olgunlaştığında Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek kayıplara karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz.

Bu ayrılık süresince Mevlana tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir. Hastalanır. Artık neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır...

Mevlana için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek...
Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlana’yı kendilerini döndüremeyeceklerini anlar, bazıları da Şems’in kıymetini fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler.

Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizi’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlana halini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Mektubu alan Mevlana, hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline dördüncü mektubu vererek şunları söyler:

“Birkaç arkadaşınla Mevlana Şems’i aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve altın parayı da beraberinde götür. Bu paraları Şam’da O Tebriz Sultanının ayakkabısı içine dök ve onun mübarek ayakkabısını Rum tarafına çevir. Benim selamımı ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz et. Şam’a ulaştığın vakit,Cebel-i Salihiye’de meşhur bir han vardır, doğru oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğuyla satranç oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa, Frengin malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa, Şems’e bir tokat vurur. Sen onun vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk kutuplardandır. Fakat o kendini iyi tanımıyor. Şems’in sohbetinin bereketi ve inayeti ile halinin olgunlaşması lazımdır.”

Sultan Veled, babasının dediklerini aynen yaparak yanındaki adamlarla birlikte yola çıkar. Şam’a varınca hemen hana gider. Şems, Mevlana’nın söylediği gibi bir frenk çocuğuyla satranç oynamaktadır. Sultan Veled, babasının mektubunu, armağanlarını Şems’e teslim ettikten sonra, bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını kendisini saygı ve hasretle Konya’da beklediklerini anlatır. Yalvarıp türlü niyaz ve ricalarla onu dönmeye ikna eder. Birlikte yola çıkarlar. Şemsi kendi atına bindiren Sultan Veled, aşk ve neşe içinde Konya’ya kadar yayan olarak gelir. Şems onun gösterdiği bu saygı ve bağlılıktan çok hoşnut kalır, ona övgü dolu sözler söyler. Uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zencirli Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş gönderir. Mevlana bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i şehre getirir.

Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Yanlarına kuyumcu Selahaddin ve Sultan Veled’den başkası girememektedir. Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlana’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Daha önce Şems’e muhalefet edenler de gelip birer birer özür dilerler.

Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel kız Şems’e nikah edilir.
Ama bu sefer de müritler arasında kıskançlık başgösterir. Mevlana’nın diğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler.

Şems ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı gelmiştir.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
1247 yılının Aralık ayında, aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlana’ya:

“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.

Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede...
Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur.
Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde...
Başka da bir iz bulunamaz.

Bu son ayrılıktır. Mevlana yine aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”

semsi_tebrizi_2.jpg


-alıntı-
 

Firuze

Dost Üyeler
Katılım
18 Tem 2011
Mesajlar
1,270
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
Maviliklerde
Cevap: ŞEMS-İ TEBRİZİ[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN MEVLANA'YA ETKİSİ
0.jpg

Hz. Mevlâna, Şems-i Tebrizî ile karşılaşmadan önce zahiri ilimlerde zirveye ulaşmış bir âlim, bir mutasavvıf günümüz makamıyla söyleyecek olursak, bir rektör, bir profesördü. Ne var ki, derunundaki aşk volkanı suskun duruyor, bir kıvılcım bekliyordu. Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca ve onunla olan halveti esnasında kıvılcım açılmaya teşne gönle sıçramaya, volkan kaynamaya başladı. Halvet sürecinde, içinde bulunduğu yüksek makamdan daha yüksek bir makamın olduğunun farkına vardı. Aynı zamanda insanın akıl boyutuyla sınırlı kalamayacak kadar yüce ve muhteşem bir aşk vadisi olduğunu müşahede etti.

İskender Pala, ilk idrakin, bâtıl hayâli bırakarak asıl sevgiliye yönelmekle başladığını, buna da tasavvufta aşk makamı denildiğini söyler. İnsanın aşk ile yükselişini ve bu yükselişin son durağı olan, sevenin sevilende kendini yok etmesini kademe kademe anlatır. “Aşk, sevginin kanatlarında insanın yükselişidir. Bu yükseliş birkaç kademe sevgide kendini gösterir. Meveddet: Sevgi sebebiyle kalbin özlem içinde olması. Hevâ: Sürekli gözyaşı döktüren sevdâ. Hillet: Sevgi ile sermest olmak, dostluğun kemal mertebesi. Muhabbet: Kötü huylardan arınıp sevgiliye en güzel yanlarıyla yaklaşmak ve ona layık olmak. Şegaf: Kalbi yakan ateşli sevgi. Hüyam: Seveni çıldırtan sevgi, sevgilinin kulu kölesi olma, çılgınca sevme. Valeh: Sevilenin güzelliğini seyrederek kendinden geçme, sarhoş olma. Aşk: Sevenin sevilende kendini yok etmesi, aşkın aradan kalkıp her şeyin sevilende yok olması.”

Şems, Mevlâna'yı bu makamlardan geçirdi. Makamlardan geçiş süreci nihaisinde aşk hâli Mevlâna'ya hâkim oldu, beşeri iradesi elden gitti. Mevlâna'ya içindeki dünyevi “ben”i bilincinden atmasını, nefsinden arınmasını, sahip olduğu dünyevi nimetlere ilgisiz kalarak, tutku üreten isteklerini yok etmesini öğretti. Mevlâna bu sabır ve öğrenim sürecinin farkındaydı. Şems'in rehberliğini tamamen benimsemişti. Geleneksel benliğinden sıyrılıp bütün varlığı kuşatan evrensel(kozmik) benliğe ulaşması gerektiğini biliyordu, ancak çelişki de yaşıyordu. Bir tarafta halkın kendisinden beklentileri, istekleri ve büyük dedelerinden bu yana süregelen geleneksel din âlimliğini devam ettirme görevi vardı, diğer taraftan açmaya teşne aşk tomurcuğu çıtlamak, sere serpe açılmak istiyordu. Ne var ki, aşk tomurcuğunun açılabilmesi için yeni değişimler gerekiyordu. Halvet ve aşk talebeliği süresince
(bazı kaynaklar üç ay, bazıları kırk gün olarak naklederler) vaazı, müritlerini, medreseyi bırakarak kendisini çevresinden tamamen soyutladı, aşk tomurcuğunu çıtlatmak için ilk adımlarını attı.

Şems Mevlâna'ya, sürekli olarak dışlansa da, dedikodulara hedef olsa da gerçek benliğini bulması için, dışarıya karşı kör, sağır ve dilsiz olması gerektiğini telkin ediyordu.

Tıpkı Muhammed İkbal'in “(…) / Mertlerin işi, teslim ve rıza / Zayıflara uymaz bil ki bu aba! / Ey Mevlâna'nın makamını bilen sen! / Habersiz misin onun sözlerinden?”dizelerinde olduğu gibi tam bir teslimiyet göstererek, “Dün dün ile beraber gitti cancağızım / Ne kadar şey varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım”diyerek,

düne ait ne varsa bir tarafa bırakarak Şems'e tam bir teslimiyetle bağlanarak onunla olan bağını güçlendirdi. Şems-i Tebrizî Mevlâna'ya Makalât'ta da söylediği gibi “Sen kendi iç âleminde yürümeye bak, ondan da ileri geçmeye çalış” diyordu.

Şems'in varlık düzeyini gören ve inanan Mevlâna'nın artık çelişkisi, çevresinden bir korkusu ve beklentisi yoktu. Onun için rezalet, dedikodu, mücadele, uzlaşma, mevki, efendilik, kölelik… hiçbir anlam ifade etmiyordu. Sahip olduğu her şeyi terk etmiş, toplumsal benliğini öldürmüştü. Kendi içinde ve dışında kaybolmasına, yalnız kalmasına rağmen tasavvufi kişiliği gelişme kaydetmeye hızla devam ediyordu.

“Sultan Veled'in ifadesine göre, 'Şems Mevlâna'yı âşıklık makamından Tanrı'nın mâşuku (sevgilisi) makamına ulaştırdı'. Şems, Mevlâna'ya dedi ki, 'Gerçi siz iç âleminin sırlarına vâkıf oldunuz ama ben ise iç âleminin içiyim, sırların da sırrıyım ve nurların nuruyum”

Mevlâna'da büyük bir değişim yaşatan Şems-i Tebrizî, nasıl bir ilâhi cezbeye sahipti? Bunu tahayyül etmek kapasitemizi aşsa da büyüklüğünü idrak edebiliriz. Zira Şems-i Tebrizî'nin ruhu ve beden kimyası bütünsel olarak güç haline gelmiş, devamında ilâhi bütünleşme öznel olarak nesnelleşerek, varoluş düzeyine ulaşmıştı. Sahip olduğu güçten güç alarak Mevlâna'yı yaşadığı evrenin dışına çağırarak, Hakk Cemâli ile bütünleşmeye yöneltmişti. Bu birliktelik içselleşerek taşkın hale gelmiş, işlev kazanmıştı. Ancak, bu hâl, kontrol altında tutulan yavaş yavaş enjekte edilerek verilen bir taşkınlık olmuştu. Bir anda verilince öldüren ama doz doz verilince tedavi eden bir antibiyotik gibiydi. Şems'in dozaj kontrolörlüğünü Mevlâna'nın şu beyitlerinden anlamak mümkün;

·Bütün cüz'lerimi, varlığımı aşkın kapısında susmuş, sessizce duruyor gördüm. Fakat her sessizliğin, her susuşun altından gelen nice feryâdlar, nâralar duydum.
·Şems'i Tebrizî'ye, 'Bu susanlar kimlerdir?' diye sordum. Dedi ki, 'Vakti gelince sen de öğrenirsin.' ”

Diğer insanlar evreni dıştan görürken Şems, Mevlâna'ya evreni içten görmeyi öğretti. “Mevlâna Şems'te vakıf olduğu ilâhi aşkın canlı tecrübesiyle öylesine kendinden geçti ki, lirik dualarla dolu şiirleriyle coşarak içindeki 'Ben'i keşfetti. Mevlâna sessiz duran eşsiz bir cevherdi. Şems o cevheri yüzeye çıkardı. Mevlâna demir tozları, Şems mıknatıstı. Demir tozları mıknatısla buluşunca, insan aklını durduran bir cazibe ortaya çıktı ve Mevlâna'yı kemâlin kemâline eriştirdi. Her arayan sûfi bir bakıma âşıktır ancak Şems-i Tebrizî, kendisinin bir âşık değil “mâşuk” olduğunu, hatta bütün mâşukların “kutbu” olduğunu hissettirir. Mevlâna da onu “Mâşukların kutbu” olarak tanır. Zira âşık aynı zamanda mâşuk; mâşuk da aynı zamanda âşıktır. Bu ikili özdeşimi Mevlâna'ya öğretmiştir ve âşıklık makamından mâşukluk makamına ulaşan Mevlâna aşkın ötesini görerek, Allah'ı ancak Allah için, dileklerden arınmış olarak sevmeye başladı.”

Mevlâna'nın Şems'e karşı olan sevgisi, Allah'a olan aşkının miyarıdır(ölçüsüdür): çünkü Mevlâna, Şems'te Allah Cemâlinin parlak tecellilerini görüyordu.
Kâh Şems mum, Mevlâna pervane oldu. Kâh Mevlâna mum, Şems pervane oldu. Mevlâna Şems'te kendi güzelliğini görüyordu aslında. Şems'in de dediği gibi, Şems Mevlâna'ya bir ayna oldu. Mevlâna Şems'te bütün varlık âlemini saran Hakikati görüyor, seviyor ve âşık oluyordu. Gördüğü kendi güzelliği, kendi güzelliğinde Hak Cemâli idi. Şems bir bahaneydi. Görünen âlemin ötesindeki varlıkta “Bir” olmanın ve o “Bir”de yok olmanın nihai hâliydi yaşadıkları. İşte bu yaşadıkları Mevlâna'ya çağları aşarak, kıyısı olmayan bir aşk okyanusunda yüzerek eşsiz eserler vücuda getirtmiştir.

Şems'in amacı, Mevlâna'nın bütün fikir ve nazarlarını kalbinin merkezinde yoğunlaştırmak ve böylece onun hakikatine berrak bir ayna olup eşsiz kemalini, kendinden kendine müşahede ettirip farkına vardırmaktı. Halvet anlarında ikisi de ilâhi bir istiğrak içinde, rûhanî bir zevkin şarabıyla kendilerinden geçiyorlardı. İşte o zaman Şems, Mevlâna'da bütün feyzi parlaklığıyla, bütün güzelliklerinin şaşaasıyla Hz.Muhammed'i gördü. Mevlâna'da kendindeki hakikate ayna olan Şems'te kendi eşsiz güzelliğini müşahede ederek âşık oldu ve başka âlemlere geçti. Ve Şems'in dayanacak gücü kalmamıştı:

“Bu gördüğün güzellik cevheri işte sensin, dedi ve şüphesiz ki, şu sözleri de ilave etti. Ben senin gibi eşsiz bir cevhere ayna oldum, bana ne mutlu!.. Kalk, Mevlâna! Her ikimiz de Tanrı'nın bu lütfûna karşı şükrile sema' edelim.
Hemen her ikisi de ayağa kalktılar ve coşkun bir vecd içinde saatlerce sema' ettiler…”

Bu olaydır ki, Şems, Mevlâna'nın sohbet şeyhi iken sonra Mevlâna'da gördüğü eşsiz tecellilerin ihtişam ve kemali önünde mürid ve halifesi haline gelmiştir. Bu zarif olayı Sultan Veled, İbtida-Name'sinde şöyle aktarır:
“Mevlâna manevi sülûkunu şu beytin tek mısrasında toplamıştır:
Ömrümün hasılı bu üç sözden fazla değildir: Hamdım, piştim, yandım.”
Sırların sırrı, nurların nuru olan Şems'in hediye ettiği cezbe hâlinin sarhoşluğuyla kendisini toplumdan soyutlayan Mevlâna, aşk ve tefekkürü yaşayarak varlığını zenginleştirmenin zevkine varmış, kendisini yeni arzu nesnesine adamıştı.
Mevlâna'nın iç âleminde yaşadığı muhteşem duygulardan meydana gelen kaynamalar duyularına aksederek semâ'ı vücuda getirmeye başlamıştı. Semâ', Şems-i Tebrizî'ye hiç yabancı bir duygu değildi. Şems, daha çocuk denecek yaşlarda cezbelenip semâ'ı ihdas ediyordu.

“Mevlân'nın da semâ' etmesi Şems tarafından öğretildi mi, yoksa kendiliğinden Mevlâna'nın duyularına aksederek gelişen bir cezbe hali miydi?” diye düşünecek olursak, semâ'ın Mevlâna'ya Şems-i Tebrizî tarafından hediye edilmiş ilâhi bir coşkunluk olduğu söylenebilir. Ancak, Hz.Mevlâna'nın deryası Şems ile tanışmadan önce öylesine dolmuş, öylesine dalgalanıyor, köpürüyordu ki, bir baraja benzetecek olursak; artık aşk barajı, bünyesine köpürerek akıp gelen ırmakların tazyik ve dolgunluğuyla gövdesinin üzerinden taşmak üzereydi. Her ne kadar bu deryayı zapteden baraj, dip savaklardan su veriyorsa da yeterli olamıyor, tatminsiz ve huzursuzluk içinde taşmak için kaynıyor, barajın kapaklarını zorluyor, üst seviyedeki demir kanalları bile aşacak hale gelmiş, coşuyordu. Şems Mevlâna'nın iç dünyasında taşmak üzere coşan bu barajın savaklarının sayısını artırarak ayarlarını yaptı. Çalkalanan deryayı kontrol altına aldı. Coşkunluğun önünü, sağlam, muhkem ve muhteşem bir halde açtı. Semâ' ise, Mevlâna deryasını zapteden barajın dip savaklarından sadece birisiydi.

Eyvallah Yâ! Hû!..


-alıntı-
 
Üst