Osmanlı Pâdişahlarında Vatan ve Asker Sevgisi

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Osmanlı Pâdişahlarında
Vatan ve Asker Sevgisi​

Vatan topraklarına ve mâsum müslüman halka saldıran çapulcuların haklarından sür’atle gelen, münâfıkları ve onların yularını elinde tutan kâfirleri kahır pençelerinde helâk eden Osmanlı Pâdişahları’nın gayreti “Makam” ve “Koltuğa gömülme” gayreti değil, bilâkis “İmân” ve “Vatan” gayretiydi. Onlar bu uğurda şehid olan vatan evlâtlarının kanlarını yerde bırakmaz, küfür ve nifak sürülerinin kökünü kazımakta aslâ gevşek davranmazdı.
Onların “Vatanperverlik”leri sahte bir vatanperverlik değildi!..

Osmanlı Pâdişahlarında
“Vatan” ve “Asker” Sevgisi:
Allah-u Teâlâ’nın: “Kâfirlerle ve münâfıklarla savaş, onlara karşı sert davran!”(1) emrine hakkıyla riâyet eden, kâfirlerin ve onlara yaltaklık eden münâfıkların başlarına dünyayı dar eden Osmanlı pâdişahları, onlarla yiğitçe ve kahramanca çarpışan askerlerinin canını kendi canlarından azîz bilmişler, vatan evlâtlarından tek birinin dahi öldüğünü görmektense, onların uğrunda kendi canlarını fedâ etmeyi tercih etmişlerdi.
Sultan İkinci Bâyezîd dönemi müverrihlerinden Neşrî’nin “Kitâb-ı Cihân-nümâ”sındaki rivâyetine göre, Sultan Birinci Murâd Hân Kosova Savaşı’ndan önce Rabb’ine şöyle duâ etmişti:
“Yâ İlâhî, mülk ve kul senüñdür, sen kime isterseñ virürsin. Ben dahî bir nâçiz kulunam, benüm fikrümi ve esrârumı sen bilürsün. Mülk ve mâl benüm maksûdım degüldür, bu araya kul-karavâş içün gelmedüm. Hemân hâlis ve muhlis senüñ rızânı rızâñı isterem. Yâ Rabb! Beni bu müsülmânlara kurbân eyle, tek bu mü’minleri küffâr elinde mağlûb idüb helâk eyleme! Yâ İlâhî, bunca nüfûsuñ katline beni sebeb eyleme! Bunları mansûr ve muzaffer eyle! Bunlaruñ-çün ben canumı kurbân iderem, tek sen kabûl eyle! İslâm askeri içün teslîm-i rûha (rûhumu teslîm etmeye) râzıyam, tek bu mü’minlerüñ ölümin baña gösterme! İlâhî, beni civârında mihmân (katında misâfir) idüb, mü’minler rûhına benüm rûhumı fedâ kıl! Evvel beni gâzî kılduñ, âhir şehâdet nasîb kıl!”(2)
Nitekim Allah-u Teâlâ, onun askeri ve milleti uğrunda yaptığı bu samîmî duâyı kabul etmiş; kazanılan büyük zaferden sonra savaş meydanını gezen Hüdâvendigâr Gâzî, yanına yaklaşan bir Sırp’lı tarafından hançerlenerek şehîd edilmiştir.
Sultan Murâd’ın bu duâsı yalnız Türk târihinin değil, İslâm târihinin en büyük fedâkârlık örneklerinden birisidir. Müslüman bir âmir için askerinin canını kendi canından daha değerli ve üstün tutmak, akacak bir damla şehîd kanının bile hesâbından korkmak, sahte “Milliyetçi”lerin ve “Vatanperver”lerin çözebileceği işlerden değildir!

Kâfirle Arka-Bir Edip,
Ümmet-i Muhammed’i Pây-mâl Edenin Hükmü!..
Sultan İkinci Murâd Hân mîlâdî 1443 (H. 847) yılında kendi arzusuyla tahttan çekilip, yerini oğlu Sultan Mehmed’e bırakınca, Karamanoğlu İbrâhîm Bey yeni hükümdârın çocuk yaşta tahta oturmasını fırsat bilip, Macar kralını Osmanlı’ya karşı açıkça tahrîk ederek: “Sen âña rûdan (karşıdan) gel, ben berûdan varayın, ‘Osmânlu’ya iki bâşdan ulaşalum, dostâne ittifâk idüb düşmeni ortadan götürelüm; Anatolı benüm olsun, Rûm-ili senüñ olsun, mülki iki kardâş gibi üleşelüm!” demeye cür’et etmişti.(3)
Bu tahrikle küffâr sürüsü Osmanlı topraklarına kastetmeye kalkışınca, Karamanoğlu İbrâhîm Bey de Anadolu topraklarını basıp; kadın, ihtiyar, çoluk-çocuk demeden müslüman halkı acımasızca katletmiş ve mallarını tamâmen yağma etmişti.
Onun kalkıştığı bu çirkin iş, münâfıklığın ta kendisiydi!..
Nitekim “Gazavât-ı Sultân Murâd Hân” adlı anonim gazavât-nâmede yazdığına göre; Sultan Murad Karamanoğlu’nun ettiği zulmü işitince “‘Ulemâyı katına da‘vet idüb ve bu ahvâli ânlara söyleyüb didi kim: ‘Efendiler, ne buyurırsuñuz? Bir âdem kâfirle arka-bir idüb, ümmet-i Muhammed’i rencîde ve pây-mâl eylese, Şer‘an ne lâzım gelür?’ didükde, ‘ulemâ cevâb virüb eyitdiler (dediler) kim: ‘Çün ki öyle olıcak ol kâfirdür!’ didüklerinde, pâdişâh fermân idüb” ordusuyla derhâl Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü ve etrâfındaki çapulcu sürüsünün altını üstüne döndürdü!..(4)
O yıllarda “Karamân-oğlı’nuñ bir masharası varmış, Karaman-oğlı’na eyitmiş (demiş): ‘Eyü varduñuz bu ‘Osmânlu’ya yürüdüñüz!’ dimiş. Karamân-oğlı eyitmiş: ‘Bre nîçün?’ dimiş; mashara eyitmiş: ‘Sultân’um! Bu tarafdan siz, ol tarafdan Yanko karındaşıñuz, müsülmânluğı bulay-ki ortadan götüreydüñüz!’” diye cevap vermiş.(5)
Bugün de, kâfirlerle sırt-sırta verip aynı münâfıklığa yeltenen, müslüman halkı acımasızca katleden ipsiz-sapsız çapulcu sürüleri türemiştir. Fakat bu meymenetsiz çapulcular, kâfirlerle arka-bir etmede kendilerinden daha beter olan sahte “Vatanperver”lerin azdırması ve şımartması sâyesinde, her geçen gün daha da hırçınlaşarak icraatlarına devâm etmektedir.

Fâtih’in, Müslüman Halka Kasteden
Çapulcu Sürülerini Dağıtması:
Fâtih Sultan Mehmed mîlâdî 1469 yılında Arnavud diyârına gâzâ ettiği sırada, Karamanoğlu beyi Pîr Ahmed Bey, sözde kendisi de müslüman olmasına rağmen, Osmanlı topraklarına saldırıp müslüman halkın canına ve malına kastetmeye kalkışmıştı.
Kâfir ve münâfıklara karşı sert, müslüman halka karşı son derece merhametli olan ve dîni ve vatanı uğrunda gayretkâr bir pâdişâh olan Fâtih, İstanbul’a döner dönmez, Anadolu halkı yurtlarında terör estiren Karamanoğlu’nun zulmünden ona şikâyette bulunup: “Karaman-oğlı ilimüzi yakup, avret-i oğlanlarımuz çeküb mâl-u menâlimüzi yağma itdi!” diyerek ağlaştılar; “Mâ-dâm ki Karaman-oğlı Karamân’da begdür, avret-oğlan bizüm degüldür, ki her zamanda bizi gâret ide ide fakir dilenci eyledi; Karamân dahî senüñ gibi ‘âdil pâdişâha lâyıkdur, atan ve deden rûhıyçün Karamân-oğullarını ol diyârda koma, gider! Boklı oğlancuklarımuz eline yapışub, âhar (başka) memleketlere bâşımuzı alub, terk-i vatan idüb çıkar giderüz!’ deyû bir uğurdan Hünkâr’uñ ayâğına düşüb feryâd eylediler. Hünkâr’uñ özi göyünüb” yüreği burkuldu ve: “‘Ağlaşmañ müsülmânlar! İnşâ’a’llâh ol zâlimüñ şerrinden sizi âzâd iderin!’ deyû èahd eyledi. Bunlar dahî Hünkâr’a du‘â idüb getdiler.”(6)
Karamanoğlu’nun bu çirkin icraatları; din, îman, memleket, vatan gibi değerleri basit bir makam uğruna satmaktan çekinmeyen, şehidlerin kanlarıyla beslenen ve geçinen münâfıkların o zamandan beri hep aynı yönteme cür’et ettiklerinin bir göstergesidir. Onlara çanak tutan ve mücâdele eder gibi görünerek milletin hasâsiyetleriyle alay etmeye kalkışan, halkı oynatmaya ve oyalamaya çalışan kâfir ortaklarının durumu ise onlardan daha çirkin ve daha beterdir!
Uzun Hasan’ın makam ve saltanat için müslümanlara zulmetmesine ziyâdesiyle hiddetlenen Fâtih, harekete geçmeden önce Karamanoğlu’na şu şiiri yazıp yollamıştı:
“Bizümle saltanat lâfın idermiş ol Karamânî
Hüdâ fursat virürse-ger kara yire karam ânı!”
(7)
Halkın uğradığı terör belâsı, “Müslüman” ve “Vatanperver” bir hükümdar olan Fâtih’in vicdânında derin yaralar açtığı için, Akkoyunlu Devleti üzerine sefere hazırlanan Fâtih Sultan Mehmed, sırf vicdânı Anadolu halkını bu hâlde bırakmaya râzı olmadığı için, ânî bir kararla Karamanoğlu’nun üzerine varmış ve o zâlimi büyük bir yenilgiye uğratmıştı.
Fâtih’in, tebaası üzerinde terör estiren azgın çapulcularla mücâdelesi bununla da bitmedi. Gayretkâr pâdişah bu kez de atının üzengisini, Sivas’ı ve Karaman’ı yakıp yıkan, müslümanların köylerini basan ve mallarını yağmalayan Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan’a çevirdi.
Müslümanların çapulculara yem olmasına, ayak altında kalmasına rızâ göstermeyen Fâtih, Uzun Hasan’a üzerine yürümeden önce gönderdiği mektupta şöyle hitap etmekteydi:
“Bundan evvel vâlideñ ricâsıyle nice kerre gazabımuzdan halâs olmış idüñ. Kendüñi katl ve dâr-u diyârını tahrîb kasd olınub, iş-bu evvel-bahârda hareket olınmak mukarrerdür (karar kılınmıştır). ‘Afv tasavvur edilür degüldür, beyhûde zahmet çekme! Sen vilâyet yıkmağı pâdişâhluk mı zann itdüñ? Memâlik-i mahrûsemüze (sınır içindeki memleketlerimize) ta‘arruz itmekle nice korkmayub bize muhâlefet yolına gitdüñ? İmdi kılıncımuz gögsünde kana bulanmadıkca saña rahat yokdur! Er iseñ merdçe meydâne gelüb, avret gibi delükden delüge girme! Tedârükde zerre kusûr eyleme ve haber virilmedi deyû bahâne itme! Zîrâ ki habîs vücûduñ telef olacakdur ve bu bâbda ‘özr ve bahâneye yer yokdur!”(8)
Onun bu şevket ve şecaati, kudret ve azameti, damarlarında kaynayıp coşan din gayretinden ve vatan sevgisinden ileri geliyordu.
Fâtih Sultan Mehmed, halka bunu revâ gören zâlimlere milletini kendi eliyle pây-mâl etmeye çalışmamış, onlarla el altından plân çevirerek kendi halkıyla dalga geçmeye kalkışmamış; tam aksine, millet ve memleketine kasteden çakal sürülerini çil yavrusu gibi dağıtmış, saltanat dâvâsına kalkışan kara sırtlanların başlarını birer birer koparmıştı!..

Din ve Vatan Sevgisi,
Sultan Birinci Abdülhamid’in İliklerine İşlemişti!..
Birinci Abdülhamîd Hân 1789 senesinde, Rusların Özi kalesine saldırmaları üzerine derhâl o bölgeye ordu sevkedilmesini emretmiş ve akan müslüman kanının bir an önce dinmesini istemişti.
Ancak, devlet adamlarının rahat ve vurdumduymaz tavırları pâdişâhı öylesine üzmüş ve rahatsız etmişti ki, vezîr-i a‘zama gönderdiği “Hatt-ı hümâyûn”da şöyle diyordu:
“Benüm vezîrüm,
Özi’nüñ hâli, Hüdâ hakkıyçün beni bî-zâr (dertli) ve gözlerümi girîbân (ağlamaklı) itdi, karâr ve râhatum bi’l-cümle elümden getdi!.. ‘Asker ile kendüm giderem!’ demişsün ve akça taleb eylemişsün. Hazîne’de ve bende ve Darb-hâne’de akça kalmadığunı bilürsün… Kendü harçlığumı virdüm, biş yüz kise altun olarak irsâl olundı. Allâh ‘ışkına ve Resûli’llâh hürmetine cenâbuñ mı gidersün, yohsa bir vezîr mi gönderürsün, her nice re’y idersen ben râzıyam! Şu Özi imdâdına on bin süvârî kışla askerinden ve etrâfdan tedârük idüb irişdiresün, beni ve ümmet-i Muhammed’i bu ızdırâbdan kurtarasun. Bu hatt-ı hümâyûnumı ağlamaklığımın şiddetinden tahrîr idemeye-yazdum. Zaman garîb olmuş, kimsede gayret kalmamış. Cenâb-ı Hakk seni ve senüñ gibi gayret çekenleri Devlet-i aliyye’ye bağışlaya. Bilürüm, çalışur ve gayret idersün. Allah Te‘âlâ seni ve senüñle bi’l-ittifâk (ittifak hâlinde) gayret idenleri iki cihânda azîz itsün, dîn düşmanlarını İsm-i a‘zam hürmetine perâkende ve kahr eylesün!..”
(9)
Ancak çok geçmeden Abdülhamîd Hân, Özi kalesinin düşman eline geçmek üzere olduğunu haber aldı. Bu felâket haberi pâdişâhın yüreğini dağlamış, gönlünde bir daha kapanması mümkün olmayan derin yaralar açmıştı.
Üzüntüsünden hastalanıp yatağa düşen vefâkâr pâdişâh, bu ızdırap içinde yorgun ve bitkin hâliyle yazdığı “Hatt-ı hümâyûn”da üzüntüsünü dile getirecek kelime bulamıyor; “Allah-u Te‘âlâ’nın takdîriyle Özi’nüñ düşman eline giriftâr olduğı dehşetlü haberi sebebi ile hâsıl olan kederüm, ne tahrîr (yazma) ve ne lisân ile (sözle) takrîri imkânda degüldür! Gözlerümden seyelân iden (akan) yâş ve gicelerde tâ sabâh olınca(ya dek) uyhum harâm, gündüzlerde dahî âh ve inleme ile vaktım geçmekdedür. Hemân sebeb olanları Cenâb-ı Hazret-i Kahhâr’a havâle eyledüm!” diyor(10) ve kışı bahâne ederek mücâdeleyi rafa kaldırmaya kalkışanlar hakkında: “Bizüm dînimüz İslâm olub, şitâ (kış) deyû kimesnenüñ hâceti kalmadı, kâfir ise tiz zemînlere girüp helâk dahî oldılar!.. Dîn-i Muhammedî yok mudur? Yârın Resûli’llâh Efendimüz’e ne cevâb vireceklerdür? Gayrı bildüm, bizüm devletüñ işi Allâh’a kaldı!..” diye feryat ediyordu.(11)
Sultan Abdülhamîd Hân bu sözleriyle sanki o zamânı değil de, devletin bugünkü durumunu tasvir ediyordu!..
Hayâtını din ve devletin bekâsına, müslüman Türk halkının muhâfazasına adayan Sultan Abdülhamîd Hân’a bu durum öylesine ağır geldi ki; sadrâzamın kalenin işgal edildiğini bildiren mektubunu dinlerken, ansızın beyin kanaması geçirerek rûhunu Hakk’a teslim etti.

Sultan Üçüncü Selîm’i
Canından Bezdiren Gayretsizler:
Sultan Üçüncü Selîm Hân döneminde uzun zamandır devâm eden Osmanlı-Rus ve Avusturya Savaşları sürerken; ulemâ ve bâzı devlet adamları sırf makam ve mevkilerine halel gelecek, savaş yüzünden menfaatleri kesilecek diye, bölgeye yardım için takviye birliklerin sevkedilmesine itirâz etmeye kalkışınca, Sultan Üçüncü Selim Hân bu duruma şiddetle karşı çıkıp, büyük bir öfkeyle şu fermânı gönderdi:
“Bu denlü müzâyaka (darlık) olub, iki düşmen memâlik-i İslâmiyye’ye (İslâm memleketlerine) hücûm iderken, def‘i içün herkes vârını dîni içün vermek Şer‘an câ’iz ve pâdişâh da ahz eyledükde (aldığında) zulm itmemiş olurken, ulemâ efendiler şimdiye-dek Beytü’l-mâl’e (Devlet hazînesine) kaç guruş virdiler? Cümlenüñ geçimi bu devlet sâyesinde degül midür? El-Iyâzen bi’llâh (Allah saklasın) bu devlete bir sekte gelürse hâlleri nice olur? Hiç mülâhaza olınmaz mı? İ‘ânelerinden (yardımlarından) vaz geçdüm, bâri dîn ve devlete muzırr (zararlı) olacak kelâmı söylemeseler idi!..”(12)
Pâdişah, vatan hizmetinden kaçan bu mevkii sahiplerinin çirkin tavırlarından o kadar bunalmıştı ki, nihâyetinde: “Ânlardan gelecek hayr Allâh’dan gelsün, Hüdâ-yı Müte‘âl ânlara muhtâc eylemesün!” demekten kendini alamamıştı.(13)
Hülâsa-i kelâm; Osmanlı pâdişahlarının şahsında, vatan, millet ve asker sevgisinin ne demek olduğunu açıkça gözler önüne seren bunca târihî delil varken, akan şehid kanlarını umursamayan ve buna rağmen “Vataperver” görünmeye çalışarak Türk halkını “Ahmak” yerine koyan sahte “Vataperver”lerin vatanperver olduklarına inanmak hiç de akıl kârı değildir.
 
Üst