Dünya Faşizme Nasıl Direndi?

CANBULAT

-Otağ Hanı-
Katılım
21 Mar 2008
Mesajlar
4,111
Tepkime puanı
0
Puanları
36
Konum
Tanrı Dağları Yaylağım, Orhun Nehri Sulağım
Dünya Faşizme Nasıl Direndi?

Kapitalistler ve büyük toprak sahipleri işçi ve köylü ayaklanmaları karşısında aciz kaldıkları anda faşistleri yanında bulmuş ve onları desteklemiştir. Faşizm ise tüm ipleri eline alana kadar bu güçlerin yanında yer almış, gücünü yarattığı an hepsini tasfiye etmeye başlamıştır. Sol ve sosyalizm korkusu, faşizm ucubesini yaratmıştır. Kendi yarattıkları bu oluşumun gerçek gücünü gördüklerinde ise iş işten geçmiştir. Faşizme karşı tüm dünyada sosyalistler direnmiştir. Dünyanın her yerinde faşizme karşı halk savaşları örgütleyen onlardır. Ne liberaller faşizme karşı bir savaş örgütlemiş, ne toprak sahipleri, ne Kral, ne de sosyal demokratlar. Sosyal demokratların küçümsediği, radikal bulduğu komünistler bu ölüm kalım savaşının başını çekmiştir.


Faşizmi Yaratan Tablo
Faşizm dar anlamıyla kapitalizmin dönüştüğü bütün diktatörlükler rejimi olarak tanımlanır. Mali sermayenin en gerici en ırkçı unsurlarının kurduğu, şiddete dayalı açık bir diktatörlüktür. Ancak faşizmin nasıl bir toprak üzerine yeşerdiğine bakmak ve daha geniş anlamıyla faşizmi yaratan toplumsal, tarihsel ve siyasi olguları daha iyi anlamak gerekmektedir. Bunun için özellikle İtalya ve Almanya örneklerinin iyi incelenmesi gerekmektedir.
Faşizm, İngiltere ya da kapitalist gelişimini daha erken tamamlamış diğer Batı ülkelerinde değil, aksine kapitalist gelişmesini diğer Batı ülkelerine göre daha geç tamamlamış Almanya ve İtalya gibi ülkelerde ortaya çıkmıştır. Burada faşizm ile ilgili yapılan tahlillerde bir eksiklik olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısındaki eksiklik şudur: Bu tahlillerde emperyalizm ve sömürgecilik gerçeğinin üzerinden atlanmaktadır.
1919’da başını Türkiye’nin çektiği Ulusal Kurtuluş Savaşları Dünya kapitalizmini krize sokmuştur. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı adı verilen kriz emperyalistler arasındaki çelişkileri derinleştirerek yeni bir dünya savaşı olgusunu oluşturmaya başlamıştır. Fransa ve İngiltere, sömürgelerin hammadde ve pazar potansiyellerine güvenerek krizi hafifletme yoluna gidebilmişlerdir. Oysa İtalya, Almanya ve Japonya sıkıştıkları ulusal sınırlar içinde sermayenin yeniden üretimini sağlayamadıklarından dolayı, bu krizden en fazla sömürgecilikte geç kalan ülkelerin etkilendiği sonucunu çıkarmak yanlış olmamaktadır. 1929 Ekonomik Bunalımının orta sınıfın yoksullaşma sürecini hızlandırması; Almanya, Japonya ve İtalya’da faşizmin orta sınıfın ve hatta işçi sınıfının tepkisini antikapitalist bir demagojiyle örgütlemeyi başarmasına neden olmuştur. İtalya ve Almanya örneğinde olduğu gibi kapitalizmin doğuştan yetersizliği onu kendiliğinden gelen işçi eylemlerine karşı korkmaya ve kuşkulanmaya itmiş, bu durum kapitalizmin işçi sınıfına dolayısıyla sola karşı acil önlem almasını sağlamıştır. Bunun bir yolu ülke içinde baskıcı bir rejim kurmaktır elbette. Diğer yolu da sömürgecilik yoluyla artı değer elde etmektir ki, bu da emperyalist savaşları ve faşizmin ihracını doğurmuştur. İtalya’nın 1935’te Habeşistan’ı işgal etmesi, Japonya’nın 1931’de Mançurya’yı işgal etmesi bu sıkışmışlığın sonucudur.
Faşizmin iktidar olacak güce erişemediği diğer ülkelerde ise toplumsal muhalefetin işçi sınıfı iktidarıyla sonuçlanmasından korkan burjuva hükümetler, anti-sosyalizm propagandasını tırmandırmıştır. Rusya’da sosyalizmin zaferi ve sosyalizmin dünya çapındaki etkisi ise, dünya kapitalizmini Almanya ve İtalya’daki faşist rejimlerin baş destekçisi yapmıştır. İşte faşizm tüm bu olguların etkisiyle dünyanın başına bela olmuş, dünya halklarına kan kusturmuştur.
Milliyetçi Kışkırtma ve Faşist Saldırganlığı Yaratan Savaş
Savaş ekonomisi sermayenin tekelleşmesini hızlandırmıştı. Sermayeler birbiri içine girmiş, bankalar birleşmişti. Ama savaş ekonomisinden barış ortamına geçiş, büyük sermaye çevrelerini büyük bir bunalıma itmişti. İtalyan sanayisi iç pazarın darlığı ve dış pazarlara da açılamaması yüzünden bir çember içinde sıkışıp kalmıştı. Bu durum işçi ücretlerinin düşürülmesini sağladı. Savaşa toprak sahibi olmak için giren köylü sınıfı bu isteğine ulaşamamıştı. Savaştan dönenler işsiz ve kırgındı. Özellikle İtalya’nın savaş dostlarının, İtalya’nın çıkarlarına aykırı bir barış anlaşmasını kabul etmeleri savaşın boşuna yapıldığı izlenimini doğurmuştu. Bu şartlar sosyalist partilerin büyümesini sağlıyordu; ancak diğer taraftan köyüne ve fabrikasına dönen umutsuz kişilerde de derin bir nefretin birikmesini sağlıyordu. Faşizm bu insanları da etkiliyordu. 1915 Roma Anlaşması Dalmaçya’daki Fiume kentini Yugoslavya’ya bırakmıştı. Milliyetçi kışkırtmalar ve faşist propaganda bu soruna el attı. 12 Eylül günü ünlü İtalyan şairi Gabrielle D’Annunzio ve bin gönüllü lejyonerden oluşan birlik Fiume’ye girdi. Girişim olumlu karşılanmadı; ama Roma üzerine yürüyüş hayalini yarattı. Mussolini bu düş kırıklığından yararlandı. İtilaf devletleri Yugoslavya ve İtalya’yı karşı karşıya bıraktılar. Arnavutluk’un da elden çıkmasına neden olan hükümetin zaafını da kullanılacaktı.
Almanya’da da durum farklı değildi. Alman toplumu Danimarka’ya bırakılmış olan Schleswig’in elden çıkarılmasını, Belçika’ya verilen Eupen ve Malmedy’nin ülkeden kopuşunu öfkeyle izlemekteydi. Adolf Hitler Versailles Barış Anlaşması’nı ülkesinin çöküşü olarak görüyordu.
Faşizme Çanak Tutan Kapitalistler
Faşizmi yaratan tüm bu olgulara rağmen acaba dünya faşizmin gelişimine engel olabilir miydi? Faşizm tüm bu nesnel olgulara rağmen yaşanması gerekli bir aşama mıydı? Kapitalizmin yaşadığı krizle yoksullaşanların sosyalizme yönelmesi gerekirken, neden toplumsal olaylar faşizmin iktidar olmasıyla sonuçlandı? İşte bu soruların yanıtlanması bugün yaşadığımız sürecin de çözümlenmesi açısından önemlidir. Çünkü faşizme karşı mücadelenin tarihi aynı zamanda, faşizmle uzlaşmanın tarihidir. Bir tarafını faşizmle mücadele edenler oluşturuyorsa, diğer tarafını faşizmin gelişini izleyenler ve faşizme çanak tutanlar oluşturmaktadır.
Faşizme çanak tutanlar liberal hükümetler ve Krallıktır. Yani Batı kapitalizmi faşizmin gelişimine ve iktidarı almasına destek olmuştur. Alman kapitalizmi ve İtalyan kapitalizmi, Hitler’i ve Mussolini’yi yaratan, destekleyen ve iktidarını yaşatan en önemli unsurlardır. Faşizm, sol akımlara ve işçi eylemlerine karşı sermayeye güven vermiş ve onun desteğini almayı başarmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesi, Almanya’da terhis edilen eski subaylardan, serüven düşkünlerinden ve yardakçılardan oluşan işçi düşmanı birliklerin pıtrak gibi çoğaldığı bir dönemdir. Mussolini’nin “kara gömlekliler”inin işçi yığınlarına saldırdığı dönemde, Hitler’de bir “dövüş birliği” kurmuştu. Daha sonraları bu gruplara Almanya’da “hücum birlikleri” denildi. (Schutz Staffeln) ya da kısaca SS’ler bu dövüş birliklerinden doğacaklardı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya kaybedenlerin, İtalya ise kazananların tarafındaydı. Ama savaşın sonuçları iki devlet içinde farklı olmamıştı. Savaş ikisinde de yıkımlara neden olmuştu. Savaş öncesinde, savaş yanlısı eylemler başlatan ağır sanayi, büyük toprak sahipleri ve onları savunun milliyetçiler savaş sonrasında hezimete uğramıştı. Örneğin Birinci Dünya Savaşı İtalyanlar’ın katıldığı itilaf devletlerinin zaferiyle sonuçlanmasına rağmen, 1919 yılında yapılan genel seçimlerde Sosyalist Parti 156 milletvekili kazanırken, faşistler seçimlerde büyük başarısızlığa uğradılar. Bu devletler savaşa katılarak enflasyonun yükselmesine, paranın değer kaybetmesine, küçük burjuvazinin geniş kesimlerinin yoksulluğu itilmesine engel olamadılar. 1919 yılında başlayan işçi grevleri bu ülkeleri sarmaya başladı. İşçiler işverenlerden büyük ödünler koparmaya başladılar. Savaş sonrasının ilk yıllarında büyük toprak sahiplerine karşı girişilen eylemler, toprak reformuna neden oldu. Liberal hükümetler halk ayaklanmaları karşısında acizdi. İşçiler ve köylüler savaş sonrası epey önemli haklar elde etmişlerdi; kadınlara oy hakkı, 8 saatlik iş günü, toplu sözleşme, işsizlik sigortası ve işyeri konseyleri gibi. Bu durum kapitalistlerin demokrasinin karşısında yer almalarını sağladı. Kendi değimleriyle; “bizdeki demokrasinin hiçbir varlık nedeni yoktur”, “8 saatlik iş günü Almanya’nın içine yerleştirildiği tabutun çivileridir” anlayışıyla tüm demokratik güçlerle mücadeleyi anti-bolşevizmde uzmanlaşmış mücadele birliklerine verdiler. 1921 yılında faşizmi yardıma çağırdılar. Büyük toprak sahipleri köylülerin üzerine faşistleri saldırtarak işini hallediyordu. Bu durumu kent burjuvazisi de örnek aldı. Kısa bir süre sonra kentlerde de faşist birlikler boy göstermeye başladı. Kapitalistler bu “hücum kıtaları”nı destekledi, paralar ve imkânlar akıttı. Polis çatışmaları önleme bahanesiyle işçi liderlerini tutuklamaya başladı.
Faşistler bu şekilde liberalleri kendi yanlarına alarak İtalya’da ve Almanya’da kendilerine parlamentonun yolunu açtılar. Liberallerin desteği ile bu parlamentolarda mutlak çoğunluğu elde edene kadar uğraştılar. Bu süreçte kurt, kuzu postuna bürünmüştü. Ne zaman tüm ipler eline geçti maskelerini çıkardılar açık bir diktatörlük kurarak sağa sola saldırmaya başladılar.
Kendi Barikatlarını Kuramayanlar Soluğu Kralın Sarayında Alıyor
Hitler’in bir saptaması faşizmle mücadele edenlerin perspektifini bizlere sunması açısından önemlidir. Hitler: “Bizim gelişmemizi önleyebilecek tek bir tehlike vardı. Hasmımızın bu gelişmemizin ilkesini, özünü kavraması ve daha ilk günden itibaren en gaddar şekilde hareketimizin çekirdeğini kırması”. Yine ünlü faşistlerden Göbbels: “Eğer hasmımız, ne kadar zayıf olduğumuzu bilebilseydi, bizi her halde un ufak ederdi… Çalışmalarımızı daha başında kana bulayıp ezerdi” demektedir. Gerçektende faşizmin en güçlü olduğu düşünülen bir zamana, mesela Mussolini’nin “ya iktidarı bize verirler, ya da biz onu, Roma’ya yürüyerek alırız” diye tehditler savurduğu döneme bakalım. Bu blöfü ilk yiyen Kral olmuştur. Bazı sosyalistlerin bile medet umduğu Kral Mussolini’nin bu açık tehdidine rağmen sıkıyönetim ilan etmemiştir. Aynı gün öğleden sonra Bankalar Birliği ve çeşitli sanayi sektörleri Mussolini çözümünü onaylayacaklarını bildirmişler, askeri makamlar kara gömleklilerin devlet binalarını işgal etmelerine ve kışlalara girmelerine izin vermişlerdir. Ertesi gün Kralın bir telgrafı Mussolini’yi iktidarı almaya Roma’ya çağırmıştır. Tüm kuvvetlerin geri çekilmesinin ardından Roma üzerine faşistlerin yürüyüşü başlamıştır. Fakat o da ne? Roma’ya varan faşist sayısı topu topu 5000’in üzerinde değildir. Faşizm en güçlü olduğu anda bile aslında güçsüzdür. Ama Roma’ya girmeyi başarmıştır. Görüldüğü gibi faşizmi güçlü yapan sadece ve sadece karşıtlarının korkaklığıdır.
Kapitalistler ve büyük toprak sahipleri işçi ve köylü ayaklanmaları karşısında aciz kaldıkları anda faşistleri yanında bulmuş ve onları desteklemiştir. Faşizm ise tüm ipleri eline alana kadar bu güçlerin yanında yer almış, gücünü yarattığı an hepsini tasfiye etmeye başlamıştır. Sol ve sosyalizm korkusu, faşizm ucubesini yaratmıştır. Kendi yarattıkları bu gücün gerçek gücünü gördüklerinde ise iş işten geçmiştir.
Faşizme Karşı Sosyalistler Direnir
Faşizme karşı tüm dünyada sosyalistler direnmiştir. Dünyanın her yerinde faşizme karşı halk savaşları örgütleyen onlardır. Ne liberaller faşizme karşı bir savaş örgütlemiş, ne toprak sahipleri, ne Kral, ne de sosyal demokratlar. Sosyal demokratların küçümsediği, radikal bulduğu sol komünistler bu ölüm kalım savaşının başını çekmiştir. Sosyalist partilerin bile sol kanadı direnişi örgütlemiştir. Sosyalistlerin radikal unsurları en başından beri gelen tehlikenin boyutlarını anlatmaya çıkarken sosyalist önderler ve sendika liderleri faşizme gereken karşılığı vermeyi reddediyor, “faşizm silahlı eylemle değil, yasal mücadeleyle yenilir” propagandasını yapıyordu. Alman sosyalistleri faşizmle mücadeleyi devlete havale ediyordu. “Devlet duruma el koy” diyerek orduyu, yargıyı göreve çağırırken; halka “evlerinizde kalın ve kışkırtmalara cevap vermeyin” çağrısında bulunuyorlardı. Alman sosyalistlerine göre, “sırasında, suskunlukta, korkaklıkta bir kahramanlıktı”. Bu acizliğin nedeni bunların kendilerine ve halkın gücüne olan güvensizliğiydi. Alman komünistleri ve reformcuları arasındaki tartışmalar, antifaşist birliği engelledi. Ortalığın tamamıyla faşizme terk edilmesine neden oldu.
Oysa en başından komünistler sosyalist partilerde sayıca daha etkin olsaydı ve işin başına geçebilselerdi, 1914 sonrası tabloda sosyalistler köylüleri kendi yanına çekebilir, en azından tarafsızlaştırabilirdi. Çünkü bunlar toprakların paylaşılmasını isteyerek büyük toprak sahiplerine karşı çıkıyorlardı. Ama sosyalist partiler büyük toprak sahipleriyle savaşmayı göze alamıyor, pasifliğini sol bir gevezelik adı altında gizliyorlardı. Sonuç olarak köylüler partiden uzaklaşıyor, faşistlerin yanına savruluyordu. Diğer taraftan sosyalist partiler kitle eylemlerinin gerisine düşüyordu. Fabrikalar işgal ediliyor, kızıl ve siyah bayraklarla donatılıyor, silahlı işçiler kendi denetimleri altındaki üretim araçlarına el koyuyordu. Ancak hem reformistler, hem sosyalist meclis gurubu kendilerini olayların akışına bırakmışlardı. Komünist sol, savaşın bir devrime dönüştürülmesi yanında tavır almıştı. Ama sosyalist parti yöneticileri Lenin’in savaşın sona erdirilmesi yönündeki kararını benimsemiyordu. Komünist sol, bir iç savaş çıkararak faşizme karşı mücadeleyi önerirken; sosyalistler, faşistlerle barış anlaşması imzaladılar. Komünistler bu sürece katılmadılar. 3 Ağustos 1921’de imzalanan anlaşma sürecinden faşistler yararlandılar ve Ulusal Faşist Parti kuruldu. Faşizme öyle bir tarihi fırsat verilmişti ki bu durumu Mussolini bile daha sonra şöyle itiraf edecekti: “Tarihte eşine rastlanmadık bir devrimci durumdan yararlanmayı bilemediler”.
Komünistler 1926’da faşizmin gelişimini ve faşizme karşı mücadelenin yollarını tespit ederken, Sosyal demokrasiye ve reformculuğa karşı da mücadele başlattılar. Reformistler burjuva sistemi içindeki gelişmelerden yanaydı ve devrimi önlenmesi gereken bir yıkım olarak görüyordu. Sosyalist parti içindeki bu ayrım Gramsci, Togliatti gibi önderlerin ayrılarak Komünist partisini kurmasıyla sonuçlandı. Çünkü parti içindeki reformistler devrimle sonuçlanabilecek en büyük sorunlarda devrimcilerin çabalarına karşı çıkarak yığın eylemlerin sabote eden bir tutum sergiliyorlardı. Bölünmüş olan sosyalist partisinin kimi üyeleri yurt dışında örgütleniyorlardı. Bunların amacı güya yabancı ülkelerin sorumlularına faşizmin cinayetlerini anlatmak, İtalya’ya karşı bir boykotu sağlamak, Mussolini’yi zor duruma düşürmekti.
Sorumlu kişiler yurtdışına kaçarak orada antifaşist çalışma sürdürmemeliydiler. “İşçi sınıfı İtalya’dadır ve göçemez; köylüler İtalya’dadır ve yurt dışına çıkamamaktadırlar; o zaman partimizin yeri de İtalya’dadır.”
Tüm bu görüş ayrılıklarıyla birlikte faşizme karşı silahlı mücadele ile partizan guruplar örgütleyerek karşı koyanlar komünistler oldular. Katoliklerin ve liberallerin faşizme karşı koyuşları yasal kurallar içinde gerçekleşti. Örneğin liberallerin önemli isimlerinden Benedetto Croce faşizme karşı olan gençlere bu mücadelede başarının kültürel kalkınma ile başarılabileceğini öğütlüyordu. Bunlara “salon muhalefeti” adı verildi. Partizanların kararlılığı sayesinde 17 Ağustos 1937’de Komünist ve sosyalist partiler birlikte hareket etme kararı aldılar. 1935 yılındaki Komüntern Kongresi’nde anti-faşist halk cephesi çalışması benimsendi. Ve faşizme karşı komünist, sosyalist, sosyal demokrat ve ulusal burjuva gurupların bir cephe halinde savaşmaları kararı alındı.
Faşizm Gerçek Yüzünü Gösteriyor!
Faşizm Almanya’da ve İtalya’da bu aymazlık yüzünden iktidara geldi. İktidara geldiklerinde işlerini yasal bir görünümle yürütmeye başladılar. Amaçları işçi sınıfını uyutmak, liberallere güven vermekti. Kurtken kuzu postuna bürünmüşlerdi. Daha sonra girdikleri parlamentolarda yeni seçim yasaları çıkararak güçlenmeye çalıştılar. Güçlendikçe de ülkeleri içindeki terörü artırdılar. 29 Mayıs’ta bir sosyalist milletvekili uygulanan şiddeti, başvurulan yolsuzlukları anlatan bir konuşma yaptı ve “ve şimdi benim cenaze törenimi hazırlayabilirsiniz” dedikten sonra, 10 Haziran’da Roma’nın göbeğinde kaçırılıp öldürüldü. 27 Eylül 1921’de İtalya’da Sosyalist Milletvekili Di Vagno öldürüldü. Aynı gün kanlı çatışmalar çıktı. 15 Kasım’da Ulusal Faşist Parti merkez komitesi yaptığı açıklama ile sosyalistlerle yaptığı barış anlaşmasını kınıyor ve İtalio Balbo ve General Aschepio Gandolfo’ya faşist orduyu örgütleme görevi veriyordu. Faşist mangaları durdurmak için liberal devletin faşist partiyi kapatması gerekirdi ama liberallerden böyle bir beklemek olanaksızdı. 27 Aralık’ta partinin yeni programı açıklandı. Üyeler artık katılış törenlerinde faşist devrim için kan dökmeye hazır olduklarına yemin edeceklerdi. Faşizm iktidara giden yolu tutturmuştu. Yol açıktı zaten. Faşizm 1 Mayıs’ta saldırıya başladı. Kentler sırasıyla işgal ediliyordu. Hükümet düşmüştü. Mussolini, “Roma üzerine yürüyüş başlamıştır” diyordu. Aslında Mussolini’ye yasal yolu 1927’de meclisi dağıtan ve faşistleri milliyetçi cepheye alan Giolitti açmıştı. Daha sonra sosyalistlerce yapılan barış anlaşması faşizme derlenip toparlanma ve daha iyi örgütlenme olanağı yaratmıştı. Artık faşizmin karşısında Krallık ve ordudan başka güç kalmıyordu.
Bu cinayetler büyük bir nefret dalgası uyandırdı. Liberaller bile faşizmin gerçek yüzünü görmeye başlamışlardı. Muhalefet elindeki bütün Anayasal silahları kullanmaya başladı. Sosyalistlerde liberaller gibi yasallığa ve Anayasaya bağlı kalmaya niyetliydiler. Mussolini bile bu durumla alay ediyordu: “Muhaliflerimiz ne haldeler, ne yaparlar? Genel grev hatta mahalle grevi mi düzenliyorlar. Ordu içinde isyan mı çıkarmaya çalışıyorlar. Hiçbiri değil, basın kampanyalarıyla yetiniyorlar”. Gerçekten de sosyalistler bile Krala güven besliyorlar, kendisini aydınlatmak için yazı üstüne yazı yazıyorlardı.
3 Ocak 1925’te Mussolini yüzündeki tüm maskeyi çıkardı. Polisin kendisine suikast girişimi düzenlediğini iddia ederek olağanüstü durum yasaları çıkardı. 1925-1926’da faşist parti dışındaki tüm partiler kapatıldı. Burjuvaların eski siyasi liderleri ancak faşizme iman ederlerse bağışlanıyorlardı. Aynı şekilde parlamentodaki gücünü arttırmak için ünlü Reichstag Yangını’nı çıkaran Hitler de suçu komünistlere atıp, onların dağıtılmasını sağlayarak meclisteki gücüne güç katmayı hesaplıyordu. Muhalefeti bu tip provokasyonlarla bertaraf ettikten sonra gerisi gelecekti. Yangından sonra Hindenburg’a bütün temel özgürlükleri kaldıran bir kararname imzalattırıldı. Tüm yetkiler polisin eline verildi. Yardımcı polis haline gelen Nazi birlikleri işçileri dövmeye, işkenceden geçirmeye başladılar. Antifaşist partilerin seçim toplantıları yasaklandı, komünist milletvekilleri tutuklanmaya başlandı.
Anti-Komüntern Pakt
İşte dünya faşizme böyle teslim oldu. Bu dönemde Avrupa’da klasik askeri diktatörlükler kuruldu. Macaristan’da Horti, İspanya’da Miguel Primo Rivera, Litvanya’da Prof. Valdemaras, Portekiz’de Salazar, Polonya’da Pilsudski, Arjantin’de Uriburu diktatörlükleri kuruldu.
1932’den sonra Mussolini faşizmin uluslararası düzeyde örgütlenmesi gereğinden söz etti. Portekiz’de ve Brezilya’da Estado Novo diktatörlükleri, Yunanistan’da İoannis Metaxas diktatörlüğü, Letonya’da Karlis Ulmanis’in korporalist rejimi, 40’ta Romanya’da Maraşel Antonescu’nun Ulusal Lejyoner Devleti, İspanya’da Franco’nun Estado Espanyol’u, Slovakya’nın Tiso’sunun diktatörlükleri gibi. Ancak çıraklardan en önemlisi olan Nazilerin Almanya’da elde ettiği başarılar üzerine diğer ulusların faşistleri İtalyan faşizmini değil, Alman Nazi partisini örnek almaya başladı.
Nazi Almanya’sı, terk ettiği Milletler Cemiyeti yerine, Anti-Komüntern Paktı’nı kurdu. 25 Kasım 1936’da Japonya ve Almanya arasında Berlin’de Faşist İttifak kuruldu. Bu anlaşmanın maddelerinden biri “doğrudan ya da dolaylı, ülke içinde ya da dışında Komünist Enternasyonal lehine çalışan kişilere karşı sert önlemler alınması” zorunluluğunu getiriyordu. Bir yıl sonra kendisine Balkanlar ve Afrika’da sömürgeler arayan İtalya daha sonra Avrupa’nın küçük faşist devletleri, İspanya ve Macaristan’ın da katılması ile faşizmin yayılmacı ve sömürgeci karakteri ortaya çıkmış oluyordu. Faşizm hedefini belirlemişti. Almanya’nın hedefi Sovyetler Birliği’ni işgal ettikten sonra Kafkasya, Türkiye ve Mısır üzerinden Ortadoğu’ya ulaşmaktı.
Ancak Sovyetler Birliği, sosyalizmin üzerine doğru yürüyüşe geçen faşizmle savaşma stratejisi yerine barışmayı tercih ediyor, aktif bir şekilde dünya mevcut durumundan yana bir politika izliyordu. Bu çerçevede başta Milletler Cemiyeti olmak üzere, emperyalistlerin denetimindeki uluslar arası kuruluşlarla işbirliği yapmaktan kaçınmıyordu. Bu durum işçi partileri ve sosyalist hareketlerin faşizme karşı politika belirlemeleri de muğlaklaştırıyordu.
Oysa emperyalizmle ve faşizmle barış içinde yaşamanın imkânsızlığını Sovyetler Birliği, faşist ordular Stalingrad’a dayandığında görecekti. Dünya devrim tarihine eşsiz Stalingrad Savunması’nı yazdıracaklardı. Fakat bunun bedeli tüm dünyadaki ölümleri, işkenceleri, katliamları düşündüğümüzde epey ağır olacaktı. 60 milyon insan hayatını kaybedecekti.
Faşizme Karşı Eylem Birliği ve Halk Savaşları
2. Dünya Savaşı öncesinde, işçi partilerinin ve uluslararası sosyalist hareketin faşizme karşı geliştirdiği eylem birliği ve halk cepheleri başarılı olamamıştı. Bunun tek nedeni geç kalmış olunmasıydı. Sosyalistler sınıfsal çelişkilerin derinleştiği bu süreçte kamplara bölünerek güç kaybetmişti. Faşizm bu durumdan yararlanarak ortalığı boş bulmuş ve iktidar olmuştu.
Birleşik cephe arayışları Hitler’e Almanya’da Başbakanlığın verilmesinden sonra hızlandı. 1934’te Paris’te başlayan faşist ayaklanma tehlikenin ne kadar yakın olduğunu ve ne kadar az zamanının kaldığını gösteriyordu. Bütün Avrupa’da ve özellikle Fransa’da emekçilerin ve aydınların faşizme karşı eylem birliği talebi sosyalist partilerdeki uzlaşmacı ve reformist kanatların zayıflamasına neden oldu. Nihayet Fransa’da ve İtalya’da anti-faşist politika uygulamak ve seçimlere birlikte katılmak üzere Halk Cepheleri oluşmaya başladı. Ünlü Bulgar devrimcisi Dimitrov, Komüntern’e sunduğu raporda Halk Cephelerinin gerekliliğini şöyle açıklıyordu: “Emekçilerin en geniş kitleleri ve kitle sendikaları, Sovyet iktidarının kurulması için savaşmaya hazır olmayabilirler, ancak gericiliğe ve faşizme karşı anti-faşist halk cepheleri örgütleyebilirler”.
No Pasaran: “Madrid Geçilmez”
Faşizme karşı en büyük direnişlerden biri İspanya’da yaşandı. General Franko, Alman ve İtalyan faşizminin desteği ile Cumhuriyet’e karşı darbe girişimine hazırlanıyordu. Faşist hareket hızla İspanya’ya yayılırken, hükümetin liberal kanadı faşizme karşı silahlanmak isteyen halkı yatıştırmak istiyordu. Ancak iç savaş çıkmıştı. Halk silahlanmış, hükümet devre dışı kalmıştı. Klise; “bu kokuşmuş laik hukuk düzenini kökünden söküp atmak caizdir” şeklinde fetvalar vererek Franko’nun yanında saf tutuyordu.
Madrid’li kadın maden işçisi, Halk Cephesi Milletvekili Dolares İbarurri ise fetvaya şöyle cevap verecekti: “Sürünerek yaşamaktansa, başı dik ölmek yeğdir! Cumhuriyet düşmanları ayaklanmanın meşalesini yakmayı başardılarsa, bu yalnızca Cumhuriyet onlara fazla geniş yürekli davrandığı içindir”.
Böyle bir ortamda Franko, 1936’da Madrid Savaşı’nı başlattı. Bütün Avrupa gazeteleri Madrid’in son saatlerinden bahsediyorlardı; ama beklenen olmadı. Faşist ayaklanmanın ilk günü yükselen “no pasaran” sloganı, tüm İspanyol antifaşistlerinin savaş sloganı haline geldi. Artık “ Madrid geçilmez”di.
Franko’nun başaramadığını daha sonra Mussolini denedi. Madrid’i, Almanya ve Amerika’nın desteği ile ele geçirdi. Madrid Savaşı uluslararası alanda tüm dünya faşistlerinin ve antifaşistlerinin mücadele alanı oldu. Madrid’in savunulması için dünyanın her yerinden gönüllüler antifaşist savaşa katılmak için Uluslararası Tugaylar’ı kurmuşlardı.
Uluslararası Tugaylar’a yazılan gönüllüler: “Buraya gönüllü olarak geldim, gerekirse İspanya’nın ve tüm dünyanın özgürlüğü için kanımı son damlasına kadar akıtacağım”.
Avrupa’da Partizan Direnişi
Avrupa’da ve Asya’da faşistlerin istilasına ve işgaline uğrayan halklar boyun eğmediler. Direniş hareketleri, işbirlikçi yönetimlerin ve işgalci komutanların emirlerini dinlememek, boykot etmek, anti-faşist propaganda ve ajitasyonla başlayıp, silahlı ayaklanmalara ve partizan savaşlarına dönüştü.
Savaş boyunca komünistler direniş içindeki en etkili güç oldular, en önde savaştılar ve ağır kayıplar verdiler. 75 bin ölü veren Fransız Komünist Partisi, “şehitler partisi” olarak anılmaya başlandı. Fransız Direniş Hareketi, Gestapo’nun işkence hücrelerinde, grevlerde, partizan savaşlarında verdiği ölü, direniş ruhu, kültür ve sanatı ile 2. Dünya Savaşı’nın en büyük destanlarından birini oluşturdu. İtalyan Komünistleri, Alman işgalcilerine karşı verilen partizan savaşında 40 bin üyesini kaybetti. Belçika’da Gestapo Hapishaneleri’nde 2 bin Komünist Partisi üyesi hayatını kaybetti. Hollanda Komünist Partisi’nin üyelerinin yarısı, Merkez Komitesi’nin tamamı bu özgürlük savaşında öldüler.
Faşist ordular sırasıyla; Danimarka’yı, Norveç’i, Hollanda’yı, Belçika’yı, Fransa’yı ve Polonya’yı işgal ettiler. Tüm bu ülkelerde halkın partizan savaşı destanlar yarattı.
Stalingrad Savunması ve Faşist Orduların Yenilmezliği Efsanesinin Son Buluşu
Almanlar 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırdılar. Temmuz’da Alman birliklerine İtalyan Ordusu’nun birlikleri ve Franko’nun faşist gönüllüleri de destek verdi. Hitler’in “Doğu Planı” olarak adlandırdığı saldırıdaki amacı, 30 milyon sivil ve savaş esirini yok etmek, 50 milyon Sovyet yurttaşını Afrika ve Güney Amerika’ya sürmek, buralara Almanları yerleştirerek, 10 milyon Alman için işgücü oluşturmaktı. Rusların ulusal kültürünü yok ederek, Bolşevizmi ortadan kaldırmış olacak, bölgenin doğal kaynaklarının üzerine yatacaktı.
Ancak olaylar Hitler’in beklediği gibi gelişmedi. Kızılordu ve Sovyet yurttaşları faşistlerle çarpıştı ve direndi. Faşistlerin Leningrad’ı işgal etmesine rağmen, direniş ruhunu kaybetmediler. Faşizme Stalingrad önlerinde en ağır yenilgisini yaşattılar. Stalingrad adı bütün dünyadaki antifaşistler için “direniş” ile eş zamanlı kullanılmaya başlandı.
Stalingrad direnişinin zaferi, faşizmin işgali altındaki diğer ülkelerde direnişçilerin morali üzerinde büyük etki yarattı. Alman Ordularının yenilmezliği efsanesi yıkılmıştı.
Bu ağır yenilgiden sonra Hitler intihar etti. Mussolini ise partizanlar tarafından yakalanarak ayaklarından bağlanıp asıldı. Dünya faşizmden böyle kurtuldu.
Nur ARSLAN
 
Üst