Dört büyük Mezhep Imamları

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
pic21.gif


EBU HANIFE
(80/150 - 700/767)




Imam Âzam (büyük Imam) lâkabiyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meshur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fikihta Hanefi mezhebinin imami.

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yilinda dogdu. Numân ve ailesinin Arap olmadigi kesindir; onun Farisi veya Türk oldugu seklinde degisik görüsler vardir. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeogullari kabilesinin âzatlisi olup, Hz. Ali zamaninda Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerlesti. Zûta'nin oglu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumas ticaretiyle ugrasti. Islâm'in hâkim oldugu bir ortamda yetisen Numân b. Sâbit küçük yasta Kur'ân-i Kerîm'i hifzetti. Kirâati, yedi kurrâdan biri olarak taninan Imam Âsim'dan aldigi rivâyet edilir (Ibn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençligini ticaretle geçirdikten sonra Imam Sa'bî (20/104)'nin tavsiye ve destegiyle ögrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, siir ögrendi. Yetistigi Kûfe sehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düsüncenin, itikâdi firkalarin bulundugu, itikadla ilgili atesli tartismalarin yapildigi rey ehlinin yerlestigi bir sehirdi. Dindar bir ailede yetisen Ebû Hanife'nin de bu itikâdi tartismalara zaman zaman katildigi kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Sa'bî'nin kendisini ilme tesvikini söyle anlatmaktadir: "Günün birinde Sa'bî'nin yanindan geçiyordum. Beni çagirdi ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarsi pazara' dedim. O, 'Maksadim o degil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Sa'bî, 'Ilmi ve ulemâ ile görüsmeyi sakin ihmal etme. Ben senin uyanik ve aktif bir genç oldugunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yapti. Ticareti biraktim, ilim yolunu tuttum. Allah'in inâyetiyle Sa'bî'nin sözünün bana çok faydasi oldu." Kendisinin de belirttigi gibi Sa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktasi olmustur. Bundan böyle ticaret isini ortagi Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sira dükkânina ugrayacak, asil isi ilim meclislerine devam etmek olacaktir. O zaman Numan henüz yirmiiki yasindadir (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioglu. Istanbul 1970. 43).

Ebû Hanife'nin yasadigi yer ve çagda itikâdi firkalar çogalmis, bir sürü sapik firkalar ortaya çikmis, Emevi hükümdarlarinin Ehl-i Beyt'e zulmü devam etmistir. Mantigi çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir firkaya baglanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi. Tartismak (cedel) için sik sik Basra'ya gitti, ancak kelâm ve cedel'in din disi oldugunu görerek fikh'a yöneldi. "Arkadasini tekfir etmek isteyen ondan önce küfre düser" diyordu (Hatib el-Bagdâdî, Târihu Bagdâd, XIII, 333). Kendisi bunu söyle anlatir: "Sahâbi ve tâbiin, bize gelen konulari bizden iyi anladilar. Aralarinda sert münâkasa ve mücâdele olmadi ve onlar fikih meclisleri ile halki fikha tesvik ettiler; fetvâ verdiler, birbirinden fetvâ sordular. Bunu anlayinca ben de münakâsa, cedel ve kelâmi biraktim; selefin yoluna döndüm. Kelâmcilarin selefin yolunda olmadigini; cedelcilerin kalpleri kati, ruhlari kaba, nasslara muhâlefetten çekinmeyen, verâ ve takvâdan uzak kimseler olduklarini gördüm" (Ibnü'l Bezzâzi, Menâkîbu Ebî Hanife, I, 111).

Numân, babasiyla onalti yasinda hacca gittiginde ortada tâbiînden Atâ b. Ebî Rebâh, Abdullah Ibn Ömer ile tanisarak onlardan hadis dinledigi, rivâyet edilir (Abnü'l Esir, Üsdü'l-Gâbe, III, 133). Kendisi, tâbiînden sayilir ve etbau 't-tâbiînin büyüklerindendir. Onun, gençliginde çaginin bütün düsünce akimlarini izledigi, ihtilâflari çok iyi tesbit ettigi zikredilmektedir (Sa'râni, Tabakatü'l-Kübrâ, I, 52-53). Fikihta karar kilip selefin yolunu izlemeye basladiktan sonra gelenege uyarak kendisine bir üstad âlim seçti. Onsekiz yil Irak'in büyük fakihi Hammâd b. Ebî Süleyman (ö.120/737)'in derslerine devam etti. Onun vekîli oldu ve on yillik ögrencilikten sonra kendi kürsüsünü açmak istediyse de, altmis kadar fetvasinin kirkinin Hammâd tarafindan tasvib edildigi ve yirmisinin düzeltildigini görünce bundan vazgeçerek onun ölümüne kadar vekâletinde bulundu. Özellikle o sirada varolan su dört fikhi ögrendi: Istinbat, Hz. Ömer fikhi, Abdullah b. Mes'ud fikhi, Abdullah b. Abbâs fikhi. Birincisi ser'i hakikatleri arastirip ortaya koymaya, ikincisi maslahata, üçüncüsü tahrice, dördüncüsü Kur'ân ilmine dayanan okuldu (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, Çev: Abdulkadir Sener, II, i32).


Hocasi Hammâd b. Ebî Süleyman, Ibrahim en-Nehaî ve Sa'bî gibi iki büyük âlimden fikih okudu. Abdullah b. Mes'ud ve Hz. Ali'nin fikhina sahip Kadi Sureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda'in fikhindan faydalandi. Ebû Hanife'nin fikhinda daha ziyâde Ibrahim en-Nehaî okulunun tesiri görülür. Dehlevî, "Hanefi fikhinin kaynagi, Ibrahim Nehaî'nin kavilleridir" der (Sah Veliyullah Dehlevî, Huccetullah'il Bâliga, i, 146). Ayrica Ebû Hanife, "istihsan" kullanmada tartisilmaz bir ilim elde etmistir. Onun tâcir olarak halkin günlük hayatiyla iç içe olusu ve sik sik ilim merkezlerine seyahat edip birçok âlim ile düsünce alisverisinde bulunmasi, bu alanda sayginligina sebep olmustur. Hac seyahatlerinde tâbiîn âlimlerinin ileri gelenleriyle görüsmüs, ilmî sohbetlerde bulunmus, onlardan hadis dinlemistir. Atâ b. Ebî Rebâh, Atiyye el-Avfi, Abdurrahman b. Hürmüz el-A'rec, Ikrime, Nâfi', Katâde bunlardan bazilaridir (Zehebî, Menâkibu'l-Imâm Ebi Hanife ve Sahiheyni Ebi Yûsuf ve Muhammed b. el-Hasen, Misir). Kendisi söyle der: "Hz. Ömer'in fikhini, Hz. Ali'nin fikhini, Abdullah b. Mes'ud'un ve Abdullah Ibn Abbâs'in fikhini onlarin ashâbindan aldim" (M. Ebû Zehra, Ebû Hanife, 44).

Ebû Hanife ilimle ugrasirken ticareti de bütünüyle birakmadi. Bu, onun helâl rizik kazanmasini sagladigi gibi, ticarî kazancini ve talebelerinin ihtiyaçlarinin karsilanmasini, bagimsiz bir ilim meclisi kurmasini da sagladi. Ebû Yûsuf'un parasinin bittigini söylemesine ihtiyaç birakmadan o Ebû Yusuf'u murâkabe eder, yardimda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini saglardi (Zehebî, a.g.e, 39). Birçoklari ticarette Ebû Hanife'yi Ebû Bekir'e benzetirdi; çünkü o bir mali satin alirken, sattigi zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü mali üste, iyisini alta koyardi, muhtaç saticiyi sömürmezdi. Bir defasinda bir kadin, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatini sordu. Kadin yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, degerinin yüz dirhemden fazla ettigini söyledi. Kadin yüzer yüzer artirarak dört yüze çiktiginda Ebû Hanife, daha fazla edecegini söyleyince kadin, "Benimle egleniyor musun?" demisti. Ebû Hanife de, "Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim" dedi. Adam çagrildi ve fiyati takdir etti: Ebu Hanife o mali bes yüz dirheme satin aldi. Bu olay o zamandan beri halk arasinda günümüze kadar anlatilarak, ticarette dürüstlüge dâir bir darb-i mesel haline gelmistir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandi. Tefekkürü çok, konusmasi az, Allah'in hudûdunu olabildigince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasiz ve bos sözlerden hoslanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müctehiddi. Fikhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve saglam bir akîde esasi çikararak doktrinini meydana getirmistir. Ebû Hanife'nin binlerce talebesi olmus, bunlarin kirk kadari müctehid mertebesine ulasmistir (el-Kerderî, Menâkibu'l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8). Müctehid ögrencilerinden en meshurlari Ebû Yusuf (i58), Muhammed b. Hasan es-Seybânî (i89) Dâvûd et-Tâ; (i65), Esed b. Amr (i90), Hasan b. Ziyâd (204), Kasim b. Maan (i75), Ali b. Mushir (i68), Hibban b. Ali (i7i)'dir. Ebû Hanife'nin fikih okulu, talebelerine verdigi dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdigi fetvâlardan meydana gelmistir. Ders verme usûlü eski filozoflarin diyalektik akademi derslerini andirmaktadir. Bir mesele ortaya atilir; bu, talebeleri tarafindan tartisilir ve herkes görüsünü söyler; en son olarak Imam, delil ve istinbat ile bir karara ulasilmasini saglar ve karari delillerden ayirarak veciz cümleler halinde yazdirirdi. Bu sözleri en yakin müctehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fikih kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istisâre, bir diyalog merkezi, bir hür düsünce okulu idi. Ebû Hanife'nin halkin sevgi ve saygisini kazanmasinda; fetvâlarinin her yerde hakli olarak tutulmasinda; ilmi, ihtilaflardan arindirip halka selefin yaptigi gibi bilgi aktarmasi, fitnelere bulasmamasi ve takvasi etkili olmustur. Onun talebelerine verdigi ögütlerde, ilimde hür düsünce ve arastirmanin yollarinin tutulmasi, câhil ve mutaassiplardan uzak durulmasi gibi önemli kayitlar vardir: "Halka yaklas, fâsiklardan uzaklas. Insanliginda kusur etme, kimseyi küçük görme. Bir meselede görüsünü sorana bilinen görüsü tekrarla ve sonra o meselede su veya bu sekilde baska görüsler de bulundugunu zikret. Halka yumusak davran, bikkinlik gösterme, onlardan biriymissin gibi davran." Ebû Hanife kimseye "benim görüsüm en dogrudur" demedi; hattâ, kendisinin de bir görüsü oldugunu ama daha iyi bir görüs getirene uyacagini söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her isittigini yazmamalarini, çünkü yarin görüsünü degistirebilecegini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamistir. Aktif bir sekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katildi. Hayatinin bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karsiydi. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarligi belirliyordu. Ehl-i beyt'e büyük muhabbeti vardi. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt'i gözeteceklerini söylemislerdi. Ancak onlarin iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt'e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karsi çikti. Derslerinde firsat buldukça iktidari tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden süphelenilmis, onu kendi taraflarina çekmek, halk nezdindeki itibarindan yararlanmak için kendisine kadilik görevini teklif etmislerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmis ve bu sebepten dolayi iskenceye ugramis, hapsedilmistir (Ibnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, V, 559). Imam, takvâsi, firâseti, ilmî dürüstlügü ve görüslerini iktidara karsi kullanmasi ile halkin büyük sevgisini kazandi. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyusmadi, uzlasmadi. Ticaretten kazandigi helâl rizikla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali'nin imamligina zimnen bey'at etmisti. Hz. Ali'nin torunlari, kendisi gibi birer birer isyan edip sehid edilirken Imam Zeyd için Ebû Hanife söyle diyordu: "Zeyd'in bu çikisi -Hisâm b. Abdülmelik'e isyani- Rasûlullah'in Bedir günündeki çikisina benziyor. " Ebû Hanîfe'nin ehl-i beyt imamlari ile olan birlikteligi, Emevi ve Abbâsi yönetimlerine karsi tavri dikkat çekici bir tavirdir. i45 yilinda Hz. Ali (r.a.)'in torunlarindan Muhammed en-Nefsü'z Zekiye ile kardesi Ibrahim'in Abbâsilere isyan etmeleri ve sehîd olmalari karsisinda Ebû Hanife Irak'ta, Imam Mâlik Medine'de açikça iktidari telkin etmisler, bu yüzden ikisi de kirbaçlatilmis, iskence görmüs ve hapsedilmislerdir. Ebû Hanife alenen halki ehl-i beyt'e yardima çagirdigi için hapsedildi ve her gün kirbaçlatildi. Bunun sonucunda yetmis yasinda sehidler gibi öldü. Zehirletildigi de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bagdat'ta, Hayruzan mezarligina defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazir bulundu.


Ölümünden sonra ders halkasini Ebû Yusuf sürdürdü. Vefâtindan sonra fetvâlari yazilip, doktrini sistemlestirildi. Hanefilik kanun ve asillariyla Islâm dünyasinin dört bucagina yayilmistir. Mezhebi sistematik hale getiren, Imam Muhammed es-Seybânî'dir. el-Asl, el-Câmi'ü's Sagir, el-Câmi'ü'l-Kebîr, ez-Ziyâdât, es-Siyerü'l-Kebû'i yazan odur. Bu kitaplar güvenilir rivâyetler olarak zikredilerek "Zâhirü'r Rivâye" veya "Mesâilü'l-Usûl" adiyla mezhebin ana kaynaklari sayilmistir (Bk. Hanefi mezhebi). Talebelerinin toparladigi "el-Fikhu'l Ekber", kesin olarak Imam Âzam'a aittir ve ehli sünnet akidesinin temel kitabidir (Imam Fahrü'l Islâm Pezdevî, Usûlü'l-Fikh, I, 8; Ibnü'n-Nedîm, Kitâbü'l-Fihrist, I, 204). Ayrica el-Fikhü'l Ebsât, Kitâbü'l Alim ve'l Müteallim, Kitâbü'r Risâle, el- Vasiyye, el-Kasîdetü'n Numâniye, Marifetü'l-Mezâhib, Müsnedü'l-Imam Ebî Hanife adli eserler de imamdan rivâyet edilmistir. Bunlarin yanisira kaynak ve arastirmalarda nüshalari bulunamayan baska eserlerden de söz edilmistir.


Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle ugrasmis ve birtakim tartismalara katilmis olmasina ragmen cedelcilerin iddiali üslûbundan uzak kalmistir. Ictihadlarini degerlendirirken kendisi söyle demistir: "Bu bizim reyimizle vardigimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye 'bunu kabul etmeniz gerekir' demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz" (Zehebî, a.g.e., 2i). Kendisine tâbi olacak kimselere de su tavsiye ve ikazda bulunmustur: "Nereden söyledigimizi (verdigimiz hükmün delil ve kaynagini) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz." O, bir tek kisi ya da mezhebin Islâm'i kusatmasinin mümkün olmadigini biliyordu. Ne Ebû Hanife ne baska bir Imam, kendi ictihadi hakkinda böyle bir iddiada bulunmustur. Onlar hep sahih sünnetin asil oldugunu, sahih sünnet ile sözleri çatistigi takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektigini ögrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmislerdir.

Mezhepleri günümüze kâdar varligini sürdüren Ehl-i Sünnet mezheplerinden dördü arasinda ilk tedvin edilen mezhep Hanefi mezhebi olmustur. Irak'ta dogan bu mezhep hemen hemen bütün Islâm dünyasinda yayildi. Abbâsiler döneminde kadilarin çogu Hanefi idi. Selçuklularin, Harzemsahlarin mezhebi de Hanefilik idi. Osmanli döneminde de resmi mezhep Hanefilik olmustur (Izmirli Ismail Hakki, Yeni Ilm-i Kelâm, Ankara 1981, 127).

Ebû Hanife yetmis yillik ömrünü fetvâ vermek, ders halkasinda talebe yetistirmek, ilmî seyahatlerde bulunmak ve ibadet etmekle geçiren, Islâm âleminin yetistirdigi büyük müctehidlerden biridir. Elli bes defa hacca gittigi nakledilir (Izmirli, I. Hakki, a.g.e. 127). Bu duruma göre o her sene hac yapmistir.

Imâm-i Âzam usûlünü söyle açiklamistir: "Rasûlullah (s.a.s.)'den gelen bas üstüne; sahâbeden gelenleri seçer, birini tercih ederiz; fakat toptan terketmeyiz. Bunlardan baskalarina ait olan hüküm ve ictihadlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlariyiz."

"Allah'in kitabindakini alir kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah'in güvenilir, âlimlerce mâlum ve meshur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâbindan diledigim kimsenin re'yini alirim... Fakat is Ibrâhim, Sâ'bi, el-Hasen, Atâ... gibi zevâta gelince ben de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkib, I, 74-78; Zehebî, Menâkib, 20-21; M. Ebû-Zehra, Târihü'l-fikh, II, i6i; A. Emin, Duha'l Islâm, II, i85 vd).

Imam Muhammed de "Ilim dört türdür: Allah'in kitabinda olan ile ona benzeyen, Rasûlullah (s.a.s.)'in saglam bir senetle nakledilen sünnetinde sâbit olanlar ile ona benzeyenler, Rasûlullah'in ashâbinin icmâ'i ile sâbit hükümler ile onlara benzeyenler ve nihâyet Islâm fukahâsinin çogu tarafindan sahih ve güzel oldugu kabul edilenlerle bunlara benzeyenlerdir" (Ibn Abdilber, el-Câmi', II, 26) demistir.

Ebû Hanife'ye hadis konusunda bir kisim tenkidler yapilagelmistir. Bunlar: Ebû Hanife hadiste zayiftir (Ibn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, VI, 368); Re'yi ile sahih hadisleri reddeder (M. Zâhidü'l-Kevserî, Te'nib, 82 vd.); Onun nezdinde sahih olan hadis sayisi onyedi veya elli civarindadir (Ibn Haldûn, Mukaddime, 388,) seklinde özetlenebilir.


Gerçekte, Ebû Hanife, hadis ilminde meshur muhaddisler kadar mütehassis degilse de, "ictihad sûrâsi"nda bu konuda kendisine yardimci olan hadis hâfizlari vardir (M. Zâhidü'l Kevserî, a.g.e., 152). Ictihadinda, bizzat üstadlarindan ögrendigi dörtbin kadar hadis kullanmistir (Mekkî, Menâkib, II, 96). Bazi hadisleri Hz. Peygamber'e ait olusunda süphe bulundugu, baska bir deyisle hadisin sihhatini tesbit için ileri sürdügü sartlara uymadigi için reddetmistir (Ibn Teymiyye, Raf'u'l-Melâm, 87 vd.). Yoksa Ebû-Hanife, degil sahih hadisleri reddetmek, mürsel ve zayif hadisleri dahi kiyasa tercih ederek tatbik eylemistir. (Ibn Hazm. el-Ihkâm. 929).

Diger taraftan, Kiyas yüzünden Ebû-Hanife'ye tenkit yöneltenler haksizlik etmistir. Çünkü sahâbeden beri kiyas tatbik edilmis ve diger imamlar da az veya çok miktarda bu metodu kullanmislardir. Ebû Hanife: i-Kiyasi kâidelestirmis, 2- Sik kullanmis, 3- Henüz vuku bulmamis hâdiselere de tatbik etmistir. (ibn Abdilber, a.g.e., II, 148; Ibnu'l-Kayyim, Ilâmü'l-Muvakkim, 1, 77-277, M. Ebû-Zehra, Ebû-Hanife, 324; A. Emin, a.g.e., II, i87).

Yine, "Istihsan" metodu basta Sâfii olmak üzere birçok âlim tarafindan agir bir sekilde mahkum edilmis ve bazi kimseler tarafindan da yalniz Ebû Hanife'ye nisbet edilmistir. Halbuki mesele mukayeseli bir sekilde incelendiginde istihsani reddedenlerle kabul edenlerin buna verdikleri mânânin çok farkli oldugu görülecektir.


Imam Sâfii'ye göre Istihsan; "Bir kimsenin keyfine göre bir seyi begenmesi, güzel bulmasidir." Bir kölenin bedelini bile tayin edecek olan kimse onun benzerini gözönüne alarak bu isi yapar. Eger benzerine aldirmadan bir deger biçerse, tutarsiz ve haksiz bir is yapmis olur. Allah'in helâl ve harami ise bundan çok daha önemlidir. Bir kimse haber veya kiyasa istinad etmeden hüküm verirse günahkâr olur (er-Risâle, 507-508). Istihsan ile hükmeden, Allah'in emir ve nehiyleriyle bunlarin benzerlerini terketmis, kafasina estigi gibi davranmis olur (el-Umm, VII, 267-272).


Ibn Hazm'da Istihsan, nefsin arzuladigi, begendigi sekilde hükmetmektir (el-Ihkâm, 42). "Bu bâtildir, çünkü delili yoktur, arzuya tâbi olmaktan ibarettir; arzu ve zevkler ise insandan insana degisir" (Ibtâlu'l-Kiyas, 5-6) demistir.


Bu imamlara göre istihsan; Kitab, sünnet, icmâ ve kiyas gibi mûteber delillerden birine degil de nefsin arzusuna dayanan bir istidlal ve hüküm verme yoludur. Halbuki her ne kadar Ebû Hanife'nin istihsani nasil anladigina dâir sarih bir ifade nakledilmemisse de, onun benimsedigi hüküm ve ictihad usûlünün, yukarida zikredilen mânâlarda bir istihsana uymadigi sâbittir. Kaldi ki onun istihsana göre verdigi hükümlere dayanarak mensuplarinin ortaya koydugu istihsan tarifleri yukaridakilerden tamamen ayridir (Hayreddin Karaman, Islâm Hukukunda Ictihad, s.137).


Istihsanin iki anlami vardir:

i- Ictihad ve re'yimize birakilmis miktarlarin tayin ve takdirinde re'yimizi kullanmak; nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karsilik kesilecek hayvanin takdirlerinde oldugu gibi.

2- Kiyasi bundan daha kuvvetli bir delil ve delâlete terketmek, Râzî bu ikincisini de ikiye ayirarak genis izah ve misaller veriyor ki bunlardan çikan neticeye göre istihsanin ikinci türü: Nass, icmâ, zaruret veya daha kuvvetli baska bir kiyas sebebiyle kiyasi terketmekten ibaret oluyor.

Bu anlamiyla istihsan hem gayr-i mûteber bir ictihad metodu olmaktan hem de yalniz Ebû Hanife'ye mahsus bulunmaktan çikmis oluyor. Imam Sâfii, istihsan lâfzini birinci mânâda kullanmistir (el-Mekkî, Menâkib, I, 95). Imam Mâlik, "Istihsan ilmin onda dokuzudur" demis ve ictihadinda buna genis bir yer vermistir (Amidî, el-Ihkâm, 242; el-Mekkî, Menâkib, I, 95 vd.).

Imam Ebû Hanife'nin ictihâdindan bazi örnekler:

1- Ebû Hanife'ye, Evzâi soruyor:

-Namazda rükûa giderken ve dogrulurken niçin ellerinizi kaldirmiyorsunuz?


-Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'den bunu yaptigina dâir sahih bir rivâyet gelmemistir.

-Haber nasil sahih olmaz? Bana Zühfi, Sâlim'den, o babasindan, "Rasûlullah (s.a.s.)'in namaza baslarken, rükûa varirken ve dogrulurken ellerini kaldirdigini" haber verdi.


-Bana da Hammâd, Ibrâhim'den, o Alkame ve el-Esved'den, bunlar da Abdullah b. Mes'ud'dan, "Rasûlullah'in yalniz namaza baslarken ellerini kaldirdigini, bir daha da kaldirmadigini" haber verdi.

-Ben sana Zührî, Sâlim, babasi yoluyla Hz. Peygamber'den haber veriyorum, sen ise bana, Hammâd ve Ibrâhim haber verdi diyorsun?


-Hammâd b. Ebî Süleyman, Zührî'den, Ibrâhim de Sâlim'den daha fakihtir. Ibn Ömer'in sahâbî olusu ayri bir fazîlettir, ancak fikihta Alkame ondan geri degildir. el-Esved'in birçok meziyetleri vardir. Abdullah'a gelince; o Abdullah'tir!

Bu cevap üzerine Evzâî, susmayi tercih etmistir (Karaman, a.g.e., 138-139).

Bu istinbâtinda Ebû-Hanife, hadise dayanmis, fakat üstadlari oldugu için râvilerini daha yakindan tanidigi bir hadisi digerlerine tercih etmistir.


2- Bir kimse digerine kâri ortak olmak üzere satmasi için bir elbise veya ayni sartla yapip kiraya vermesi için bir ev teslim etmek suretiyle bir "mudârebe akdi" yapsa bu akid Ebû Hanife'ye göre fâsittir. Çünkü sözkonusu akidde meçhul bir bedel karsiliginda bir adam kiralanmis oluyor. Imam-i Âzam'a göre bu bir ortaklik akdi degil isticâr (kira) akdidir ve sartlarina uygun olmadigi için fâsidtir (Ebû Yusuf, Ihtilâfu Ebî Hanîfe ve Ibn Ebî Leylâ, 30; es-Serahsi, el-Mebsût, XXII, 35 vd.).

Ayni akid, "müzâraa" akdine benzetilerek, Ibn Ebî Leylâ tarafindan câiz görülmüstür.

Bu kiyas ictihâdinda iki müctehid, makisûn aleyhleri farkli oldugu için iki ayri hükme varmislardir.

3- Keza bir kimse, digerine mahsulün yarisi, üçte yahut dörtte biri kendisinin olmak üzere arazisini veya hurmaligini teslim etse yani müzâraa veya muamele akdi yapsa, Ebû Hanife'ye göre bu akidler bâtildir. Çünkü arazinin sahibi adami meçhul bir ücret karsiliginda kiralamistir. Ebû Yusuf'un rivâyetine göre Imam söyle derdi: "Tarla veya bahçeden hiçbir sey çikmazsa bu adam bosa çalismis olmayacak mi?" Ebû Yusuf ve Ibn Ebî Leylâ ise sahâbe görüslerine dayanarak ve mudârabe akdine kiyas ederek bu islemi câiz görmüslerdir (Ebû Yusuf, a.g.e., 4i-42).

4- Yahudi ve hristiyanlar gibi farkli din sâliki gayr-i müslimlerin birinin digerine sâhid veya vâris olmasi, Ebû Hanife'ye göre câizdir; "çünkü bütün kâfirler tek bir millet gibidir". Halbuki Ibn Ebî Leylâ, onlarin iki ayri din sâliki iki ayri millet olduklarini kabul ederek birinin digerine sâhit ve vâris olmasini câiz görmemistir (Ebû Yusuf, a.g.e., 73).

Imam-i Azam'in fikih tedvinindeki öncülügü

Islâm ilimlerinde fikhin konularinin düzenli olarak belirlenmesiyle bunlarin kitap, bâb, fasillara ayrilarak yazilmasi Islâm hukukunda çok önemli bir dönüm noktasidir. Imam Muhammed es-Seybânî'nin telifiyle ortaya çikan bu düzenli metinler (asl), vahyî hükümlerle dinî-dünyevî hayati ince ayrintilariyla içine alan besyüzbin meseleyi hükme baglamistir. Bunlar yazili küllî fikih kâideleri olarak Islâm kültür ve hukukunun vazgeçilmez kaynaklari olmus, yüzyillarca serhleri yapilmistir. Çagdaslarinin Ebû Hanife'yi asiri rey taraftarligi ile suçlamalari bile daha sonralari onun görüslerinin baska kavramlar adi altinda kabulünü engellememistir. Ebû Hanife'nin bir diger özelligi, kendisinden öncekilerin nakillerinin yarisini bütün meseleleri yeni bastan edille-i ser'iyye kaynaklarindan çikarmasidir. Islâm'in esaslarina uymayan "haber-i vâhid"leri reddeder. Ashabin görüsünü birçok müsnedden tercih eder. Tâbiinin görüsünü almak yerine kendi reyini koydu, çünkü o da tâbiîndendi. Ebû Hanife, hilâfet i32 yilinda Abbâsilere geçinceye kadar Irak'tan Hicâz'a gitti; orada Mâlik b. Enes (i79) ve Sufyân b. Uyeyne gibi ileri gelen imamlarla görüstü; hacca gelen çesitli merkezlerin âlimleriyle irtibat kurdu, i36 yilinda Abbâsi yöneticisi Ebû Câfer el-Mansur'un basa geçmesiyle Kûfe'ye döndü. Ama onu da tasvip etmedi; ehl-i beyt lehine fetvâ verdi (M. Zemahserî, el-Kessâf, ii, 232). Çagdasi Imam Câfer el-Sâdik ile mütâbakati vardir. Iki yil onun meclisinde bulunmus ve, "bu ikiyil olmasa Numân helâk olurdu" demistir. Hicrî i50 yilinda vefât ettiginde yakinlarina, "Halifenin gasbettigi hiçbir yere gömülmemesini" vasiyet etmistir.

Imâm-i Azam bazi rivâyetlere göre iskence edilirken, zehirlenerek öldürülmüstür. Dâvûd b. el-Vâsitî'nin nakline göre her gün hapiste ona baskadi olmasi teklifi yapilir, o her defasinda reddeder, böylece sonunda yemegine zehir katilarak sehid edilir. Ibn el-Bezzâzi de Ebû Hanife'nin hapisten çikip evine döndügünü, ancak devletin onu halkla temastan engelledigini ve evinde gözetim altinda tutuldugunu zikreder (el-Bezzâzi, Menâkibu'l-Imâmi'l-A'zam, II, i5). Ebû Hanife'nin cenaze namazinda ellibin kisi bulunmus, hattâ halife Ebû Mansur'un da namaza katildigi söylenmistir.


Çagdaslari içinde degisik okullara mensup Mâlik, Evzâî, Abdullah b. Mübârek, Ibn Cüreyh, Câ'fer-i Sadik, Vâsil b. Atâ vs. büyük imamlar bulunan Imâm-i Âzam ile büyük Imam Muhammed Bâkir arasinda geçen söyle bir olay anlatilir: Muhammed Bâkir, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kiyasla degistiren sen misin?" diye sormus; Ebû Hanife, "Sen, sana lâyik olan bir sekilde yerine otur. Ben de bana lâyik olan sekilde yerime oturayim. Dedeniz Muhammed (s.a.s.)'e hayatinda sahâbîleri nasil saygi duyuyorlarsa ayni sekilde ben de size saygi besliyorum. Simdi sen bana kadinin mi erkegin mi zayif oldugunu; kadinin mirasta erkege nisbetle hissesini; namazin mi orucun mu efdal oldugunu, idrarin mi meninin mi pis oldugunu söyler misin? " diye sormus. Imam Bâkir da kadinin mirasta iki hissesi oldugunu; erkekten zayif oldugunu; namazin oruçtan efdal ve idrarin meniden pis oldugunu söyledi. Ebû Hanife ona, "Kiyas yapsaydim kadin erkekten zayiftir diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapildiktan sonra gusledilmesini, meni çiktiktan sonra sadece abdest alinmasini söylerdim. Kiyasla dedenizin dinini degistirmekten Allah'a siginirim" (Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhi Mezhepler Târihi, II, 66-67).

Ebû Hanife, meseleleri olmus gibi farzederek takdîrî fikih hükümleri ortaya koymus, örfü ve istihsani sik sik kullanmis, ticârî akidlerdeki ictihadlarinda ilk defa ortaya hükümler çikarmistir. Onun en önemli özelliklerinden birisi, sahsi hak ve hürriyetleri savunmasidir. Âkil bir insanin sahsi tasarruflarina hiç kimsenin müdâhale edemeyecegini savunarak fikihta büyük bir reform yapmistir. Âkile ve bâlige bir kizin/kadinin evlenme hususunda velâyetinin kendisine ait oldugunu savunurken babasi dahi olsa, hiç kimsenin sahsi velâyet hakkina müdâhalede bulunamayacagini söylemistir. Kezâ, bunak, sefih ve borçlunun hacredilmesini reddeder. Çogu görüslerinde ve bu hürriyet bahsinde o görüsünü yalniz basina cumhura karsi -hatta Ebû Yusuf da ona muhâlefet eder-durmaktadir. Ona göre velâyet, hürriyeti kisitlar ve zedeler. Genç erkegin nasil hür velâyeti varsa, genç kizin da olmasi gerekir. Maslahat disinda bu mutlâka sarttir. Yine Ebû Hanîfe, mülkiyet ile hürriyeti birbirine baglamis, insanin mülkündeki tasarruf hürriyetini sonuna kadar savunmus ve mahkemenin bu hürriyete müdâhalesinin onu kayit altina almasinin karsisinda yer almistir. Insanin kendi mülkî tasarrufu eger baskasina zarar verici olursa, o zaman bu meselede suurlu bir dinî vicdana basvurur. Çünkü bu gibi meselelerde mahkeme müdâhalesi daha fazla düsmanlik ve çekisme, dinî duygularin zayiflamasina, hattâ fitne ve zulme yol açar. Insanin dinî duygusu zayifladiktan sonra bunu hiçbir sey telâfi edemez, kalp katilasir, dinden uzaklasilir, bugzetme ve düsmanlik yayginlasir, tecâvüz ve çekismeler artar, iyilikler kaybolur, kötülükler ortaya çikar. Iste kisaca, Ebû Hanîfe yöneticilerin zorbaligina karsi kisisel özgürlükleri savunurken, ayni zamanda dinin sivil gelisim tarzini da ilk defa böyle sistemli bir fikihla ortaya koymustur.


Ebû Hanife'nin bir baska önemli görüsü, Dârü'l-Harb'e izinli giren bir müslümanin fâiz almasini câiz görmesidir. Çünkü ona göre orada Islâmî hükümler tatbik edilmediginden, müslümanin düsman rizasiyla onlarin mallarini almasi câizdir. Evzâî bu konuda karsi çikarak, fâizin her yerde her zaman haram oldugunu söylemis, kâfirlerin mal ve canlarinin müslümanlar için haram oldugunu istihrac etmistir. Ebû Yusuf ile Imam Sâfii ve Cumhur da Ebû Hanife'nin bu görüsüne katilmazlar. Ebû Hanife'nin temel ilkesi, zarûretin yasak seyleri mübah kilmasi ilkesidir. Zarûret bulununca özel ve istisnâî hallere gerek vardir. Bu bakimdan o bir çok meselede kolaylik getirmistir. Onun Dârü'l-Islâm'in Darü'l-Harb'e dönüsmesi için getirdigi sartlar da Cumhurun görüsünden farklidir. O, düsman istilasi ile birlikte ayrica Dârü'l-Harb'in sirk ahkâmini uygulamasi, baska bir Dârü'l-Harb'e bitisik olmasi, o devlette emniyet içinde olan bir müslüman veya zimmî kalmis olmasi halinde oranin Dârü'l-Harb olmadigini söylemektedir. Cumhur ve Ebû Yusuf ile Imam Muhammed ise, sadece orada küfür ahkâminin uygulanmasini yeterli görmüslerdir (Bk. Dârü'l-islâm, Darü'l-Harb.).

Vakif konusunda da Ebû Hanife, mâlikin mülkünde hiçbir kayitla mukayyed olmadigini savunurken, mâlikin kendisinin yaptigi vakifta ne kendisi ne mirasçilari hakkinda lâzim bir vâkif olmamakta, vakif âriyet hükmünde olmaktadir. Yani vâkif, âriyetin câiz oldugu kadar câizdir. Rakabesi vâkfin mülkü hükmünde kalmakla beraber geliri ve hasilati vâkif cihetine sarfolunur. Vâkif, sagliginda vâkiftan dönerse kerahatle beraber bu câizdir. Ebû Hanife bu konuda, Ibn Abbâs'tan rivâyet edilen hadislere göre hüküm vermistir. O söyle demistir: "Nisâ sûresi nâzil olup da orada miras hükümleri bildirildikten sonra Rasûlullah'i söyle derken isittim: "Allah'in ferâizinden hapis etmek yoktur. " Yani mirasçilar mirastan mahrum edilemezler, buyurmustur. Yine Hz. Ömer demistir ki: "Eger bu vâkfimi Hz. Peygamber'e anmamis olsaydim, ondan dönerdim." Üçüncü delili, mali vâkif ile hapsedip tasarruftan alikoymanin fikih kâidelerine karsi gelmek seklindeki akli delilidir. Mülkiyet tasarruf ve hürriyete baglidir, hürriyeti men eden her türlü tasarruf sarih bir ser'î nass bulunmadikça bâtil olmaktadir. Birsey bir kimsenin mülküne girdikten sonra onun mülkiyetinden mâliksiz olarak çikmaz.



Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 
Son düzenleme:

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
MUHAMMED B. IDRÎS ES-SAFIÎ

(150-204 H.)


welt2.gif



Safiî mezhebinin öncüsü ve müctehid imamlardan biri.


Hicrî 150/Miladî 767 yilinda Filistin'in Gazze sehrinde dogdu. Babasi Idris bir is için Gazze'ye gitmis, orada iken vefat etmisti. Dedelerinden biri olan Safiî Ibn es-Sâib'e nisbeten Safiî olarak bilinir. Soyu Abd-i Menâf'ta Hz. Peygamber'in soyuyla birlesir.


Henüz küçük yasta iken babasini kaybeder. Fakir bir sekilde yasayan annesi, oglunu alip Mekke'ye gitmege karar verir. Mekke'de, daha küçük yasta kendisini ilme veren Imam Safiî, yedi yasinda Kur'ân-i Kerim'i; on yasinda da Imam Mâlik'in el-Muvatta' adli hadis kitabini ezberlemis ve on bes yasina geldiginde, fetva verebilecek bir seviyeye ulasmisti.

Bundan sonra yirmi yila yakin bir süre çölde, Huzeyl kabilesi içinde yasayarak fasih Arapça'yi ve câhiliye siirlerini ögrendi. Hatta Asmaî, onun hakkinda; "Huzayl'in siirlerini Kureys'ten Muhammed b. Idris denen bir genç ile düzelttim" demistir. Böylece edip ve Arapçada söz sahibi olmustur.


Akabinde birçok alimden hadis okudu. Mekke valisinin bir tavsiye mektubu ile Medine'ye gitti. Burada Imam Mâlik'e el-Muvatta adli eserinin tamamini arzetti. Daha sonra tamamen fikha yönelerek Imam Mâlik'ten Hicaz fikhini ögrendi. Safiî'nin essiz kavrayis ve üstün zekâsini müsahededen Imam Mâlik, ona su anlamli tavsiyede bulundu: "Muhammed! Allah'tan kork, günahtan sakin; çünkü ben senin büyük bir sahsiyet olacagini ümid ediyorum. Gönlüne Allah'in koymus oldugu bu nuru günahla söndürme."

Medine'de Imam Mâlik'ten fikih ve hadis ilmi aldi. Süfyan b. Uyeyne'den, Fudayl b. Iyâz ve amcasi Muhammed b. Sâfi' ve digerlerinden hadis rivayet etti.

Imam Sâfiî, bu arada çalismak zorunda oldugu için bir süre Yemen'e gitti. Yemen kâdisi Mus'ab b. Abdillah el-Kuresî orada kendisine resmî bir is bulmustu. Bu arada, Halîfe Hârun er-Rasîd Hz. Ali taraftarlarinin bir harekâtindan korkuyordu. Yemen tarafindan yakalanip getirilen Siîler arasinda -Siî olmadigi halde- Sâfiî de Medîne'de Halîfe'nin huzuruna çikarildi. Suçsuzlugu anlasilinca Halife onu serbest biraktirdi ve maddî yardimda bulundu. Sonra H.183 ve 195'te Bagdat'a gitti. Orada Muhammed b. Hasan es-Seybânî'den Irak fakihlerinin kitaplarini okudu. Onunla fikir alis verisinde bulundu.


Imam Sâfiî bundan sonra H. i87'de Mekke'de ve i95'te Bagdat'ta Imam Ahmed b. Hanbel (Ö. 241/855) ile bulustu. Ondan Hanbelî fikhini ve usulünü, Kur'an'in nâsih ve mensuhunu ögrendi. Bagdad'ta onun eski mezhebinin esaslarini ihtiva eden "el-Hucce" adli eserini yazdi. Sonra H. 200'de görüslerinin en çok yayginlasacagi Misir'a gitti. 204/819'da Receb'in son cuma günü Misir'da vefat etti ve orada defnedildi (el-Hudarî, Tarihu't-Tesrîi'l-Islâmî, Kahire 1358/1939, s. 254 vd.; Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fikh, Kahire, t.y., s.12 vd.; ez-Zühaylî, el-Fikhu'l Islâmî ve Edilletüh, Dimask 1405/1985, I, 35, 36; Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, 9, 78 vd).


Imam Sâfiî'nin "er-Risâle" adli eseri fikih usulünde ilk kaleme alinan usul kitabidir. Hanefilerde, usul müctehid imamlar devrinde yazili bir eser haline getirilmemis daha sonra fürûdan hareket edilerek usûl kaideleri belirlenmistir. Imam Sâfî, isin basinda er-Risâle'yi yazarak sonraki Sâfiî bilginlerini bu külfetten kurtarmistir. Imam Sâfii'nin "el-Ümm" adli eseri ise Misir'da mezhep görüslerini kapsayan bir fikih eseridir.

Onun ilmî ve edebî sahsiyeti yaninda, takvâsi, olgun karakteri ve güzel ahlâki da zikredilmesi gereken hususlardandir. Kendisine Siffin meselesi, sorulunca su anlamli cevabi vermisti: "Ömer b. Abdülazîz'e Siffîn'da ölenler sorulunca o; "Allah'in elimi bulasmaktan korudugu kanlardir" demisti. Simdi ben de dilimi bu kana bulastirmak istemiyorum."

Ögrencileri onun hakkinda, "Safiî Hz'leri bir âyeti tefsir etmeye baslayinca, sanki o âyetin indirilisini görmüs gibi büyük bir vukufla konusurdu" derler.


Imam Sâfiî, müstakil mutlak müctehid idi. Hicazlilar'in ve Iraklilarin fikhini kendinde toplamisti. Ahmed b. Hanbel onun için; "Allah'in kitabi ve Rasûlünün sünnetinde insanlarin en fakîhi idi"; "Eli hokka ve kalem tutup da, boynunda Sâfi'nin minneti olmayan kimse yoktur" demistir. Tasköprülüzâde, Miftahu's-Saâde'sinde onun için söyle der: "Ehli fikih usûl, hadîs, dil ve nahiv âlimleri, Imam Sâfiî'nin; emânet, adâlet ve zühdünde, vera, takvâ ve cömertliginde, güzel ahlâkinda, kiymetinin yüceliginde birlesmistir. Onu gerektigi sekilde anlatmak zordur" (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 26).


Sâfiî mezhebinin usûlü kitap, Sünnet, icma ve kiyasa dayanmaktadir.

Hanefî ve Mâlikîlerin kabul ettigi istihsanla ameli terketti ve "istihsani kullanan kendisi seriat koymustur" görüsünü ileri sürdü. Istihsani geçersiz kilmak ve tenkid etmek için "Ibtalü'l-Istihsân"isimli risâlesini kaleme almistir (bk. "Istihsan" mad.).

Imam Sâfiî, râvisi sikâ, zabt ve hadis muttasil olunca âhâd haberle amel etmenin gerekli oldugunu savunur. O, Imam Mâlik'in sart kostugu gibi, âhâd haberin amelle desteklenmesini, Irak ekolünün gerekli gördügü râvinin fakih ve ameli haber-i vâhide uygun olma gibi sartlari aramaz (Ebû Zehra, a.g.e., s.i2 vd.). O'nun haberi vâhidin delil olmasiyla ilgili, dayandigi çesitli deliller vardir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in söyle buyurdugunu rivayet eder: "Benim sözümü dinleyip belleyerek ezberleyen ve oldugu gibi baskasina duyuran kimsenin Allah yüzünü agartsin. Bazan fikih hâmili, fakih olmayana nakleder, iceleri de kendisinden daha fakih olan kimseye nakleder..." (Ebû Dâvud, Ilm, i0; Tirmizî, Ilm, 7; Ibn Mâce, Mukaddime,i8). Bu hadisi aktardiktan sonra Imam Sâfiî görüsünü söyle açiklar: "Madem ki Hz. Peygamber, sözlerini dinleyip bellemege ve onlari baskalarina duyurmaga davet etmistir. Bunu yerine getiren kimse ister bir kisi olsun, ister cemaat olsun, O'nun davetine icabet etmis sayilir. Hz. Peygamber'den rivayet eden kimse bir kisi de olsa güvenilir ve âdil olmak sartiyla rivayeti makbuldür."

Diger yandan Imam Sâfiî istihsani ve Mâlikîlerin mesâlih-i mürsele delilini reddederken, kendisi bunlara benzer "istidlâl" adini verdigi bir aklî delil kullanir.


Sâfiîlerde, çesitli konularda fetvâ, Imam Sâfiî'nin yeni mezhebine göredir, Imam Safiî, eski mezhebini temsil eden el-Hucce'den dönmüs ve; "Onu benden rivayet edene hakkimi helâl etmiyorum" demistir. Ancak on yedi kadar meselede eskiye göre fetva verilmistir. Meselâ; eski görüsü, muarizi olmayan bir hadisle desteklenirse onunla fetva verilir. Onun söyle dedigi nakledilir: "Hadis sahih olunca, o benim görüsümdür. Benim böyle bir hadisle çelisen sözümü de duvara çarpin".

Imam Sâfiî Hicaz, Irak, Misir ve diger Islam beldelerinde çesitli talebeler yetistirmistir. Yeni mezhebini Sâfiî'den alan Misirli bes ögrencisi sunlardir:

i) Ebû Ya'kub Yûsuf b. Yahyâ el-Büveydî (Ö. H. 231). Halîfe Me'mun'un çikardigi "Halku'l-Kur'an" fitnesi yüzünden Bagdat'ta bir süre hapsedildi (bk. "Halku'l-Kur'an" mad.). Sâfiî, onu ders halkasina vekil olarak birakmistir. Sâfiî'nin sözlerinden derledigi ünlü bir özet eseri vardir.

2) Ebû Ibrahim Ismail b. Yahyâ el-Müzenî (Ö. H. 266): Sâfiî mezhebine göre yazilmis çesitli eserleri vardir. Mebsût adi verilen "el-Muhtasaru'l Kebîr" ve "el-Muhtasaru's-Sagîr" bunlardandir. Irak, Sam ve Horasan'dan pek çok ilim talibi ondan yararlanmistir.

3) Ebû Muhammed er-Rabî' b. Süleyman b. Abdilcebbâr el-Murâdî (Ö.H. 270): Imam Sâfiî'nin kitaplarinin ravisidir. Amr b. el-Âs Câmiinde (Fustat Câmii) müezzindi. Safiî'nin er-Risâle, el-Ümm ve diger kitaplari, el-Murâdî kanaliyla bize ulasmistir.

4) Harmele b. Yahya b. Harmele (Ö.H. 266): Imam Sâfiî'den er-Rabî'in rivayet etmedigi kitaplari nakletti. Kitabü's-Surût, Kitabü's-Sünen, Kitabü'n-Nikâh ve Kitâbü'l-Ibil ve'l-Ganem ve Sifatühâ ve Esnânühâ bunlar arasinda sayilabilir.

5) Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem (Ö.H. 268): Imam Mâlik'in de ögrencilerinden idi. Misirlilar onu diger fakihlerden üstün kabul ediyordu. Daha sonra Sâfiî'nin görüslerini birakarak Imam Mâlik'in ictihadlariyla amel etmeye basladi.


Sâfiî'nin mezhebi; Misir, Güney Arabistan, Dogu Afrika, Dogu Anadolu, Seylan, Endonezya, Cava, Filipinler, Malaya, Mâveraü'n-Nehir ve Horasan gibi yerlerde yayilmistir (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 37 vd.; Hamdi Döndüren, a.g.e., s. 78 vd.).


Imam Sâfiî Ictihad'da izledigi usûl:


Delillerden hüküm çikarma ve ictihad'ta izledigi usulü "Ihtilâfü'l-Hadis", "Cimâu'l-Ilm" ve "er-Risâle" isimli eserlerinin çesitli yerlerinde açiklamistir. Özetle söyle der: "Kitap ve ihtilafsiz mütevatir sünnetle hükmolunur. Bu hüküm için "görünüste ve gerçekte (zahir ve batinda) hak ile hükmettik" deriz. Üzerinde ittifak edilmeyen ve âhâd yoldan gelen sünnetle hükmolunur. Bunun için, "görünüste hak ile hükmettik", deriz. Fakat "gerçekte..." diyemeyiz. Çünkü hadisi rivayet eden yanilmis olabilir. Icma, daha sonra da kiyas ile hükmederiz. Bu, ondan da zayiftir, fakat zaruret bulundugu yerde kullanilir. Çünkü haber varken kiyasi kullanmak helal degildir. Nitekim teyemmüm de, seferde su bulunmayinca temizligi saglar, fakat su bulununca teyemmüm bozulur (es-Safiî, er-Risâle, s. 512, 599, 600).


Safiî, Kitap ve Sünnet'in te'vile muhtaç kisimlarini dogru tevil etmek için Arapçanin, yapilan te'vile müsait bulunmasini ve Kitap, Sünnet ve Icma kaynaklarinda, anlasilan manâyi takviye eden bir delilin bulunmasini sart kosar. Te'vilini de bu dogrultuda yapar. Sünnete göre hüküm vermesi için, mütevatir olmayan hadiste sika, dogru, ne dedigini ve hadisin anlamini degistirecek sözleri bilen; hadisin anlamini tam olarak bilmiyorsa, onu manâ yoluyla degil, asil lafizlariyla rivayet eden; rivayetini hifzetmis, kitabini muhafaza etmis, sika ravilere muhalefetten uzak ve hadisin ilk kaynagina kadar ayni sartlari tasiyan raviler tarafindan rivayet edilmis bulunmasi sartini arar.

Istihsani, mesnedsiz, keyfî hüküm olarak anladigi için reddeden Imam Safiî, rey ictihadini kiyastan ibaret kabul etmis, kiyasi da delâlet yoluyla ilahî beyan çesitlerinden biri saymistir. Hakkinda nass bulunan meselenin illeti ile nass bulunmayan meselenin illeti ayni olursa, yapilan kiyasta ihtilaf edilmez. Ancak, asil mesele ile nass bulunmayan fer'î meselenin illeti ayni olmayip benzer olursa, bu konuda yapilan kiyasta ihtilaf olur ve farkli hükümlere varilir.


Imam Safii'nin ictihad ve taklid konusundaki su sözleri kayda deger: "Delilsiz ve hüccetsiz olarak bilgi toplayan kimse gece karanliginda odun toplayana benzer; topladigi bir arkalik odunu yüklenirken bunun içinde kendisini sokacak bir yilanin bulundugunu bilmez."; "Sahih hadis bulununca benim mezhebim odur."; "Kiblenin hangi yönde oldugunu kestiren bir kimsenin bir baskasini taklid etmesi nasil uygun olmazsa, mükellefin dininde, çagdasi olan bir kimseyi taklit etmesi de öyle uygun degildir."e

Ictihadina örnek:

"Cuma günü yikanmak vaciptir" hâdisini rivayet ettikten sonra Safiî, söyle der: "Hadiste geçen "vacip" ifadesinin "baskasina caiz degil, ahlaken gerekli, temizlik ve pis kokunun giderilmesi için tercih edilmeli." gibi manâya ihtimali vardir. Kur'an, abdesti abdestsiz olanlara; guslü, cünüplere tahsis ettigi göz önüne alinirsa, bu son manâ en uygun olanidir. Safiî burada te'vil ve anlayis ictihadi yapmistir.

Imam Safiî, annenin çocugu emzirecegini, babanin da yiyecek ve giyecegini temin etmesinin, süt anne tutulursa bunun da emzirme ücretini ödemesinin gerektigini belirten el-Bakara 2/233. ayeti ile Hz. Peygamber'in (s.a.s) Hind'e, Ebu Süfyan'in malindan kendisi ve çocugu için yetecek kadar mali habersiz olarak alabilecegini ifade eden hadisini naklettikten sonra; babadan olmasi nedeniyle, çocugun emzirilme ve beslenme külfetinin babaya ait oldugu hükmünü çikarir. Daha sonra da bu hükümden hareketle kiyas yaparak evlâdin da babaya bakmasi gerektigi hükmüne varir.o

Ictihadla kiyasi ayni anlamda kullanan Imam Safiî, yalanci sahidlikle bir kimsenin esini üç talakla bosadigini iddia ederek hâkimin esleri ayirmasina sebep olanlarin yalanciliklari anlasilinca, magdura esinin mehri mislini vermeye mecbur kilinmasi ictihadinda oldugu gibi, maslahat-i mürsele delilini de kullanir.

Hikmetli sözleri ve siirlerini ihtiva eden bir Dîvân'in sahibi olan Imam Sâfiî, edebî yönüyle de essiz bir sahsiyet sayilir. Asagidaki dörtlük ona aittir.

"Hafizamin bozuklugunu (hocam) Vekî'e sikayet ettim.

Bana günahlari terketmemi tavsiye etti.


Ve bana sunu bildirdi ki; ilim bir nurdur


Ve Allah'in bu nuru âsilere verilmez. "


Mehmed Emin AY






Kaynak: Sâmil Islam Ansiklopedisi, Cilt: 4
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
pinkaba.gif


Ahmed b. Hanbel
(164/780 - 241/855)


Islâm'da dört büyük fikih mezhebin birisi olan Ahmed b. Hanbel 164/780 yilinda Bagdad'ta dogdu. 241/855'te yine orada vefat etti. Büyük babasi Hanbel Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyeti'nin valisi idi. Babasi Muhammed b. Hanbel de komutanlik görevi üstlenmis bir askerdi. Hanbel ailesi, Ahmed'in dogumuna yakin bir sirada Bagdad'a gelmis ve orada yerlesmisti.

Ahmed b. Hanbel önce Kur'ân'i hifzetmis, daha sonra arapça, hadis gibi ilimleri, sahâbe ve tabiîlere ait rivâyetleri, Hz. Peygamber'in, sahabe ve tabiîlerin hayatlarini incelemekle ilim çalismalarina baslamistir. Özellikle hadis ilmi için Basra, Kûfe, Mekke, Medîne, Sam, Yemen ve el-Cezîre'yi dolasmis, uzun bir süre Imam Sâfiî'ye (ö. 204/819) talebelik etmistir. Hatta bu yüzden O'nu Sâfiî mezhebinden sayanlar bile olmustur. Böylece O'nun baslica fikih üstadi Imam Sâfiî'dir. Sâfiî, O'nun hakkinda söyle demistir: "Ben Bagdad'tan ayrildim ve orada Ahmed b. Hanbel'den daha âlim ve daha faziletli kimse birakmadim"(el-Hudarî, Târihu't-Tesrîi'l-Islâmî, terc. Haydar Hatipoglu, s. 260, 26i).


Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin (ö.150/767) ögrencisi ve devrin ünlü bas kadisi Ebû Yûsuf'tan (ö.182/798) fikih ilmi aldi. Rivâyetle dirayeti birlestiren bir yol izledi. O, hükmü hadisten çikarir, bu hükme yeni bir takim meseleleri kiyas ederdi. Bu arada Yemen'e giderek, San'a'da Abdurrezzâk b. Hemmâm'la (ö. 211/826) görüstü. Orada iki yil kadar kalarak O'ndan ez-Zuhrî ve Ibnü'l-Müseyyeb yoluyla gelen birçok hadisleri aldi(Muhammed Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Sener, Istanbul i976, s. 423 vd.)

Adinin ilim, zühd ve takvâ ile birlikte yayilisi toplumu onun ilmine yöneltti. Mescid'eki derslerini izleyenlerin sayisinin bes bine kadar ulastigi nakledilir. Derslerinde dikkati çeken üç husus sudur.

a) Onun meclisine ciddiyet, vakar, tevazu ve ruhî huzur hâkimdi. Kendisi saka ve alay etmeyi sevmezdi.


b) Dersinde, ancâk hadisleri rivayet etmesi istendigi zaman anlatirdi. Hadis rivayetinde hafizasina güvenmez, Hz. Peygamber'e söylemedigi seyi isnad etmemek için yazili metne bakarak nakiller yapardi. Kendisine sorulmadikça konusmazdi.

c) Verdigi fetvalarin yazilip nakledilmesini menederdi. Ona göre yazilmasi gereken ilim, ancak Kitap ve Sünnet'ten ibaret idi. Ahmed b. Hanbel'in görüsü bu olmakla birlikte ögrencileri kendisinden ciltler dolusu kitaplar rivayet etmislerdir(Zehebî, Tercemetü Ahmed b. Hanbel, Müsned'in bastarafi, Mektebetü'l-Maarif tab'i, Misir, t.y.); Ebû Zehra, a.g.e., s. 437).


Hâlife Me'mûn'un ortaya attigi Kur'ân'in mahlûk (sonradan yaratilmis) oldugu fikrini Ibn Hanbel kabul etmedi, muhakeme edilerek zindana atildi. Dayak yedi, kendisine iskence yapildi, fakat yine inancindan taviz vermedi. (Ahmed b. Hanbel'in hal tercemesi için bk. el-Hatîbü'l-Bagdâdî, Târihû Bagdâd, Misir 1394/ 1931, IV, 412-423; Ebû Nuaym, Hilye, Misir 1352/15, IX,161-233; el-Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, Haydarâbâd. 1360, I, 2, 5; Ibn Hallikân, Vefeyâtü'l-Ayân, Kahire 1367/1948, I, 47-49; Ibn Ebî Ya'lâ, Tabakâlü'l-Hanâbile, Kahire 1378/1952, I, 4-20: Ibnü'l-Cevzî; Menâkibu'l-Imam Ahmed, Misir 1349; ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarâbâd 1375/1955, I, 43i-432; Târihu'l-Islâm, I, 58-131 (Ahmed Muhammed Sâkir'in Müsned nesri mukaddimesi); Ebû Zehra, Ahmed b. Hanbel, Kahire 1949; Fuat Sezgin, GAS, I, 502-509).

Ahmed b. Hanbel'in Ictihad Usulü:


Dört mezhep imami içinde usul ve fetvalarini yazmaktan en çok çekinen zât Ahmed b. Hanbel'dir. O, daha çok hadisleri toplayip tasnif etmeyi gaye edinmistir. Sâfiî gibi O da senedi sahih olunca baska hiçbir sart ileri sürmeksizin haber-i vâhidle amel eden hadis ehli müctehidlerindendir. Ebû Hanîfe ise bu konuda râvinin güvenilir (sika) ve adaletli olmasi yaninda rivayet ettigi seye aykiri bir amelde bulunmamasini sart kosar. Sahabe adi zikredilmeyen "mürsel hadis"i, Ahmed b. Hanbel zayif sayar ve konu ile ilgili baska bir hadis bulunmazsa, yani zarûret karsisinda kalirsa bunu delil. olarak kabul ederdi (Muhammed Ebû Zehra Usûlü'l-Fikh, Dâru'l-Fikri'l-Arabî tab'i, y. ve t.y., s. 108 vd.) Böylece O, mür" sel ve zayif hadisleri daha kuvvetli bir delil bulunmazsa kiyasa tercih ederdi. Ancak O'nun devrinde henüz hadis için "sahih, hasen, zayif" seklinde üçlü taksim yapilmamis, hadisler genellikle sahih ve zayif kisimlarina aynlmistir. Bu yüzden Ibn Hanbel'in kiyasa tercih ettigi hadisler, bâtil ve münker olmayan "hasen" nevinden hadisler olmalidir (Ibnti'l-Kayyim, I'lâmil'l-Muvakkiîn, Misir 1955, I, 29, 30).

Ibn Hanbel'e göre, ayni konuda aksi bir görüsün bulundugu bilinmeyen sahabe kavlî "icmâ"' niteligindedir. Eger sahabe görüsleri arasinda ihtilaf varsa, ya bunlardan Kitap veya Sünnete yakin olani tercih eder veya böyle bir tercih yapmaksizin sadece görüsleri nakletmekle yetinir. konu hakkinda sahabe görüsü nakledilmemisse, büyük tâbiî'lerin re'ylerini kendi re'yine tercih eder. Mesele hakkinda âyet, sahih hadis, sahabe kavli, zayif ve mûrsel eser gibi deliller bulamazsa kiyas yoluna basvurur (Ibnü'l kayyim, a.g.e., I, 32). "

Hanbeliler, hakkinda Kitap, Sünnet ve Icmâ'a dayali bir delil bulunmayan maslahati (kamu yarari) kiyastan sayarlar. Çünkü bunlar Kitap ve Sünnet nass'larinin toplamindan elde edilen genel maslahatlardir. Diger yandan Ibn Hanbel "Siyaset-i ser'iyye" de de maslahadi esas almistir. Siyaset-i ser'iyye, Islâm Devlet baskasinin, toplumu islah amaciyla, insanlari yararli islere tesvik etmek ve zararli islerden uzaklastirmak için izlemis oldugu yoldur. Nass olmasa bile bu konuda bazi cezalarin uygulanmasi mümkün ve caizdir. Ibn Hanbel'in konu ile ilgili bazi fetvalari söyledir: Fesat ve kötülük çikaranlar, serlerinden,güvende olunabilecek bir ülkeye sürgün edilirler. Ramazan ayinda gündüz sarap içenlerin cezasi arttirilir. Sahabeye dil uzatan cezalandirilir ve tevbeye davet edilir. Hanbelî mezhebine bagli bazi bilginler de kamu yararina dayali fetvalari sürdürmüslerdir. Meselâ; bir ev sahibi, eger evi elverisli ise, kalacak yeri olmayan bir kimseyi evinde oturtmasi için zorlanabilir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim (ö. 751/1350) söyle der: "Bir topluluk, herhangi bir sahsin ovinde oturmak zorunda kalsa, bundan baska bir ev veya otel (han) bulamasa, O kimsenin anlasmazliga düsmeksizin evini bunlara vermesi gerekir. Bazi Hanbefîlere göre ev sahibi bunlardan ecr-i misil kadar kira bedeli alabilir (Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, s. 493, 494).n


Hanbefîler istihsan delilini de kabul ederler. Çünkü istihsan; ya nass veya icmâ' gibi bir delile dayanmakta yahut da zaruret prensibine göre kabul edilmektedir.

Sedd-i Zerâyi, prensibini en siddetli uygulayan mezhep hanefîlerdir. Bu konuda Ibnü'l-Kayyim el-Cevziyye söyle der: "Maksatlara, ancak onlara götüren vâsita ve yollarla ulasildigina göre, bu vâsita ve yollar da onlara tabi olur ve ayni hükmü alirlar. Allah bir seyi haram kilmissa, bu harama götüren yol ve usulleri de yasaklamis demektir. Aksi halde haram kilmanin hikmeti kalmazdi. Meselâ; doktorlar, hastaligi önlemek için, hastayi buna sebep olan seylerden menederler. Aksi halde hasta daha kötü duruma düsebilir (Ibnü'l Kayyim, a.g.e., I, 119).

Hanbelîlerin çokça kullandigi baska bir metot "istishâb" adini alir. Bu manasi sabit olan bir hükmün, onu degistiren bir delil bulununcaya kadar devam etmesidir. Onlarin istishâb metoduna göre verdikleri ban fetvalar sunlardir:

a) Yasaklandigina dair bir delil bulununcaya kadar esyada aslolan mübahliktir.


b) Pis oldugunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.


c) Esini bosayan bir koca, daha sonra bir defa mi yoksa üç talakla mi bosadiginda süphe etse, bir talakla bosadigi esasi kabul edilir. Çünkü tek talakla bosama kesindir (Ebû Zehra, a.g.e., s. 497, 498).


Ibn Hanbel istishabi; "daha önce var olani sabit görme, önceden yok olani yok sayma" seklinde uygularken, ayni metodu bazi hanefîler, sâbit kilmada degil, sadece def'ide geçerli görürler. Meselâ; kaybolan (mefkud) ve kendisinden haber alinamayan kimsenin hayati, aksi sabit oluncaya kadar devam eder. Hanefî ve mâlikîlere göre, kendi mallari bakimindan sag kimseler gibi muamele görür, mülkiyet hakki devam ettigi gibi, karisi da, onun ölümüne dair bir delil bulununcaya veya mahkeme tarafindan ölümüne hüküm verilinceye kadar evlilik sifati devam eder; fakat bu kayip kimse, kayipligi süresince bir takim yeni haklar elde edemez. Bu süre içinde ona, miras veya vasiyet yoluyla bir sey intikal etmez. Bir yakini ölürse, kayip kisinin payi bekletilir, sag olarak döner gelirse bu pay ona verilir. Hâkim onun ölümüne hükmederse, miras birakan öldügü vakit o da ölmüs sayilarak onun miras payi mûrise geri döner ve onun öteki varisleri arasinda paylastirilir. Hanbelî ve Sâfiîlerin istihbab anlayisi ise "hem isbat hem de def etme" esasina dayandigi için, ölümüne hüküm verilinceye kadar, onu kayiplik sûresince sag olarak kabul ederler. Onlara göre, bu süre içerisinde o, kendisine ait mallarin mülkiyet hakkina sahip oldugu gibi kendisine miras, vasiyet ve benzeri yollarla mal da intikal eder (Ibnü'l-Kayyim, a.g.e., Delhi tab'i, I, i25; Ebû Zehra, Usûlü'l-Fikh, s. 299, 300). Istishâb delilinin re'y ve kiyas ictihadiyla yakin ilgisi vardir. Kiyasi tamamen inkâr eden Zahirîlerle, Ibn Hanbel gibi çok az kullanan müctehidler, âyet ve hadislerin temas etmedigi meseleleri Istishâba birakarak; Allah'in haram kildigi haram, helal kildigini helal, bunlarin disinda kalanlari ise Istishâb esasina göre mübah kabul eder ve bu metodun alanini çok genis tutarlar.


Hanbelî Mezhebinin Bazi Görüsleri:

Ahmed b. Hanbel'e göre; iman, kesin olarak inanmaktan ve amelden ibarettir. Artar ve eksilir, yani iman, iyi amelle artar, kötü amelle de eksilir. Kisi imandan çikabilir, Islam'dan çikmaz. Tevbe edince yeniden imana döner. Insani ancak Allah'a sirk kosmak veya farzlardan birini inkâr ederek yapmamak imandan disari çikarir. Insan herhangi bir farz tembellik veya gevseklik yüzünden terkederse, onun durumu Allah'a havale edilir. Dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.


Hz. Ali'nin hilâfetinden itibaren büyük günah (kebîre) isleyenlerin durumu bilginler arasinda tartisilmistir. Hâriciler bu konuda sert bir yol izleyerek, büyük günah isleyenin dinden çikacagi görüsünü benimsemistir.

Hasan el-Basri bunlarin münafik olacagini söylerken Mürcie firkasinin sapiklari, iman olduktan sonra, günahin hiçbir zarari olmadigini savunmuslardir. Ebû Hanîfe ve çogunluk Islâm hukukçularina göre büyük günah isleyen kimse, kesin tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder. Eger tevbe etmeden ölürse durumu Allah'a havale edilir. O, dilerse azap eder, dilerse kulunu affeder. Ahmed b. Hanbel'in görüsü de, diger fakihlerin görüsü gibidir. O, söyle demistir: "Mü'min kendisine gizli olan seyleri Allah'a havale eder, kendi durumunu da O'na birakir. Günahlarla Allah'in magfiret kapisini kapatmaz. Herseyin, hayir ve serrin Allah'in kaza ve kaderiyle oldugunu bilir. Iyilik yapan için Allah'tan ümidini kesmez, kötülük yapanin da âkibetinden korkar. Muhammed ümmetinden hiçbir kimse yaptigi iyilik sebebiyle cennete ve kazandigi günah sebebiyle cehenneme girmez. Bu konuda Allah'in diledigi olur" (Ibnu'l-Cevzî, Menâkibu'l Imam Ahmed b. Hanbel, s. 168).

Ahmed b. Hanbel'in Islâm Devlet Baskani seçimi (Imam, halife) ile ilgili görüsü su sekilde özetlenebilir: O, hilâfet ve halîfe konusunda sahabe tabiilerin çogunluguna tabi olur. Buna göre, Islâm Devlet baskani (halîfe), kendisinden sonra uygun gördügü birisini hilâfet için aday gösterebilir. Burada son söz mü'minlerin bîatidir. Nitekim Hz. Peygamber, Ebû Bekir (r.a)'in, kendi yerine geçmesine isaret buyurmus, fakat bunu açikça söylememistir. Söyle ki, Hz. Peygamber, hastaligi günlerinde Ebû Bekr'i namaz kildirmasi için öne geçirmistir. Ashâbi kiram; "Peygamber (s.a.s) O'nu din isimiz için seçmistir. O halde biz O'nu dünya isimiz için niçin seçmeyelim" diyerek, Hz. Ebû Bekr'e bîat etmislerdir. Hz. Ebû Bekir, kendisinden sonra Hz. Ömer'i aday göstermis, müslümanlari O'na bîat edip etmeme konusunda serbest birakmistir. Müslümanlar da kendi iradeleriyle Hz. Ömer'e bîat etmislerdir. Daha sonra, Hz. Ömer, peygamber (s.a.s)'in rizasini kazanan alti kisiyi seçmis ve bunlara içlerinden birini halife seçip, müslümanlari buna bîata davet etmelerini tavsiye etmistir. Bunlarin dört tanesi Hz. Osman'i seçmis ve müslümanlar da ona bîat etmislerdir. Hz. Ali de O'na biat edenler arasindadir. Ahmed b. Hanbel, "Onlarin isleri, aralarinda danisma (süra) iledir" (es-Sûrâ, 42/38) âyeti uyarinca, halifenin sûrâ ile seçilmesi prensibini benimser. Diger yandan sünnete uyarak halîfenin Kureys'ten olmasini kabul eder. Yönetimi zorla ele geçiren kimseye facir bile olsa itaâtin gerekli oldugunu söyler. Böylece fitnelerin önüne geçilmis olur. O, bu konuda müslümanlarin maslahatini gözetmektedir. O'na göre, düzenli ve kalici bir yönetim teessüs etmelidir. Bu düzenin disina çikanlar, ümmetin gücünü bölmekte ve onu temelinden sarsmaktadir. Ibn Hanbel'i böyle düsünmeye sevkeden sey, Haricilerin o dönemdeki sert, bölücü ve siddetli eylem ve hareketleridir. Müslümanlarin nizamini bozmak isteyenler, zâlim yöneticilerin isledikleri suçtan daha fazla suç islemis olurlar (Ibnü'l-Cevzî, el Menâkib, s. 176). Ahmed b. Hanbel, mesru nizariim korunmasini savunmakla birlikte kendi devrindeki yöneticilerle hiçbir sekilde temas kurmamis, onlarin hediye ve armaganlarini kabul etmemistir. O, hak ve adalete inanan, zulmü tanimayan, fitne, fesat, isyan ve karisikligi istemeyen yüksek bir ruha sahipti.


Ahmed b. Hanbel'in Hadisçilik Yönü:


Ibn Hanbel 40 yasina kadar hadis ögrenmek ve ilmini artirmak için çalismis, Irak, Hicaz ve Yemen arasinda ilim seyahatlerinde bulunmustur. Fakat bu süre içinde hadis rivayet etmekten veya ders vermekten kaçinmistir. O, Hz. Peygamber'in peygamberlik çagi olan 40 yasinda hadis rivayetine ve ders vermeye basladigi zaman ilminin en yüksek derecesine ulasmis ve akranlari arasinda temayüz etmisti. Seyhi Abdurrezzâk Ibn Hemmâm (ö. 2ii/826) O'nu diger hadisçilerle karsilastirarak söyle demistir:

"Bize en kudretli hâfiz es-Sazkunî geldi, hadis ricâlini çok iyi bilen Yahya b. Maîn geldi, fakat bunlarin hepsini kendi sahsinda toplayan Ahmed b. Hanbel gibi bir Imam daha gelmedi (Ibnü'l-Cevzî, el-Menâkib, s. 69).

Ahmed b. Hanbel te'lif ettigi Müsned adli hadis eseriyle söhret bulmustur. Müsned; üçüncü hicret asrinda ortaya çikan ve hadisleri, diger hadis eserlerinden farkli bir sekilde tâsnife tabi tutan kitaplardir. Sünen, musannef ve câmi' adi verilen hadis kaynaklarinda tasnif, "konulara göre" yapilirken, müsnedlerde, hadislerin konulari dikkate alinmamis, fakat kitaba alinacak hadisler ya onlari rivayet eden sahabî veya sahabîden sonraki râvilerden birinin ismi altinda biraraya getirilmistir. Meselâ; Ebû Hureyre'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettigi hadisler, konulari dikkate alinmaksizin, Ebû Hureyre ismi altinda biraraya getirilerek bir kitap içinde çesitli sahabîlerin hadislerinden olusan bir mecmua te'lif edilmistir. Müsned'in kelime anlami "isnad edilmis" demektir.

Iste Ibn Hanbel'in Müsned'i de, diger müsnedler gibi sahabe adlarina göre tasnif edilmis, ve her sahabenin rivâyet ettigi hadis, konusu ne olursa olsun kendi ismi altinda toplanmistir. Ebû Bekir es-Siddîk'in müsnediyle baslayan eserde sirasiyla Hulefâ-i Râsidîn ve diger sahabelerin müsnedleri bunu izlemistir.

Ahmed b. Hanbel, Müsned'ini topladigi 700 binin üzerindeki hadisler arasinda seçtikleriyle meydana getirmistir. Müsned'de tekrarlariyla birlik te 40 bin, tekrarlar disinda yaklasik 30 bin kadar hadis yer alir (el-Medînî, Hasâisu'l-Milsned (Ahmed Muhammed Sakir tarafindan Müsned mukaddimesinde nakledilmistir), I, 23; es-Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, Misir 1379, s. i0i). Müsned'in bütün sahih hadisleri içine aldigi söylenemez. Hatta Sahîhayn'da hadisleri bulunan 200 kadar sahabenin Müsned'te yer almadigi ileri sürülmüstür (es-Süyûlî, a.g.e., s. i0i). Müsned, Ahmed b. Hanbel'in hayatinda iki oglu Salih ve Abdullah ile, kardesinin oglu Hanbel tarafindan Ahmed'ten isitilmis ve rivayet edilmistir. Ancak asil nüshaya Abdullah'in baskalarindan isittigi bazi hadislerle, nüshayi Abdullah'tan rivayet eden Ebû Bekir el-Kati'î'nin bazi hadisleri de ilâve edilmistir. Ancak bunlarin sayisi bütünü etkilemeyecek kadar azdir (el Medînî, a.g.e., I, 21; es-Suyûtî, a.g.e., s. i0i). Sonuç olarak Ibn Hanbel'in Müsned'i müslümanlar arasinda büyük itibar görmüstür. O'nun kaleme aldigi Kitabü'l-Ilel ve Ma'rifeti'r-Ricâl incelendiginde, hadisleri ve râvîlerini tanimada genis bilgiye sahip oldugu anlasilir.

Hanbelî Mezhebinin Yayilmasi:

Ahmed b. Hanbel usûl ve fetvâlarini yazmaktan kaçinmistir. Hatta o, fikhinin yazilmasini menetmistir. Bunun sebebi, Islâm'in asil ana kaynagini teskil eden Kitap ve Sünnetle mesgul olmayi ön plâna çikarmaktir. O, bu düsüncesini söyle ifade eder: "el-Evzâî'nin re'yi, Mâlik'in re'yi, Ebû Hanîfe'nin re'yi... bunlar hepsi re'y'dir ve bana göre aynidir. Huccet ve delil olma sifati yalniz "âsâr'a aittir" (Ibn Abdilberr, Câmiu'l-Beyâni'l-Ilm, Misir i346, II,i49). Delilini incelemeden hiçbir müctehidin söz ve re'yine uyulmaz. Delili incelendikten sonra uyulunca buna taklid degil "ittiba" denir. Burada artik müctehidin söz ve re'yi ile degil, onun dayandigi delil ile amel edilmis olur. Ibn Hanbel bu görüsünü su ifadeleriyle biraz daha aççiklar: "Ne beni, ne Mâlik'i, ne Sevrî'yi ve ne de el-Evzâî'yi taklit et, hüküm ve bilgiyi onlarin aldigi kaynaklardan al. Dinini hiçbir müctehide ismarlama, Hz Peygamber ve ashabindan geleni al, sonra tabiîler gelir ki kisi onlar hakkinda muhayyerdir" (Ibnü'l Kayyim, I'lâm, Misir i955, II, i78,i8i, i82).

Daha önce hanefi fikhi Imam Muhammed'in kaleme aldigi ve Ebû Hanîfe (ö.150/767), Imam Muhammed (ö. 189/805) ile Ebû Yûsuf'un (ö. 182/798) görüslerini içine alan râhiru'r-rivâye ve nevâdir kitaplari yoluyla nakledilmis, Imam Sâfiî de (ö. 204/8i9) kendi fikhini bizzat yazmisti. Ahmed b. Hanbel'e ait bazi fikih meselelerin yazili metinleri nakledilmisse de bunlar, kendisi için tuttugu notlardir. Hanbelî fikhi, ahmed b. Hanbel'in talebeleri araciligi ile nakmedilmistir. Bunlarin basinda oglu Salih (ö. 266/879) gelir. O, babasinin fikhini, yazdigi mektuplarla yaymis, kadilik yaptigi yerlerde bizzat pratikte uygulamistir. Diger oglu Abdullah da (ö. 290/903) el-Müsned'i ve babasinin fikhini gelecek nesillere nakletmistir. Ahmed b. Hanbel'in yaninda uzun yillar kalan ve onun fikhini nakleden ögrencileri; Ahmed b. Muhammed el-esrem (ö. 273/886), Abdülmelik b. Abdillah b. Mihran (ö. 274/887), Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc (ö. 275/888) basta gelenleridir. Bu ögrencilerden sonra Ebû bekir el-Hallâl (ö. 3ii/923) Ahmed b. Hanbel'in ilimlerini toplamak için bütün gücüyle çalismis, bu amaçla seyahatlere çikmis ve birçok kitap telif etmistir (Ebû Zehra, Islâm'da Fikhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdulkadir Sener, Istanbul 1976, s. 499, 500).

Ahmed b. Hanbel, selefin metodunu benimseyen bir fakih sayilir. Bu yüzden tercih yapmaktan sakinir, ayni konuda birden çok sahabe veya tabiî görüsünü terketmeyi gerektiren bir nass bulunmazsa, her iki veya daha çok görüsü mezhebinde ayri ayri kabul ederdi. Meseleyi soran kimsenin içinde bulundugu özel durumu dikkate alarak fetvâ verirdi.

Hanbeliler ictihad kapisinin kapanmadigini ve her asirda, mutlak bir müctehidin bulunmasini farz-i kîfa ye oldugunu söylerler. Çünkü toplumda karsilasilan yeni olaylar bunu gerekli kilar. Bu, mezhebin Kitap ve Sünnetin üzerine çikmamasi için de gereklidir.

Hanbelî mezhebinin fakihleri çok güçlü oldugu halde, istenilen ölçüde yayilmamistir. Halktan bu mezhebe bagli olanlar azinlikta kalmislardir. Hatta hiçbir Islâm ülkesinde çogunlugu teskil edememislerdir. Ancak Necid ile Saud (ö. 795/1393) ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarimadasinda Hanbelî mezhebi oldukça güçlenmistir.


Bu mezhebin fazla yayilmamasinin sebepleri sunlardir: Hanbelî mezhebi tesekküt etmezden önce Irak'ta Hanef, Misir'da Sâfiî ve Mâlikî, Endülüs ve Magrib'te yine Mâlikî mezhebi hâkim durumda idi. Diger yandan Hanbelîler önceleri, baskalarina karsi delilden çok sert hareketlere basvuruyorlardi. Güçleri arttikça, iyiligi emretme ve kötülükten sakindirma için insanlara baski yapiyorlardi. Hanbelîlerin bu gibi davranislari yüzünden insanlar bu mezhepten ürkmüslerdir. Bu sebeple Hanbelî mezhebi fazla taraftar bulamamistir (Ebû Zehra, a.g.e; s. 505, 506).


Hamdi DÖNDÜREN



Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 

AŞİNA

Dost Üyeler
Katılım
20 Şub 2008
Mesajlar
2,406
Tepkime puanı
0
Puanları
0
kalig008.jpg


MÂLIK B. ENES


Mâlik b. Enes b. Mâlik b. Ebi Âmir el-Asbahî. Mâliki Mezhebinin imami, Muhaddis ve mutlak müctehid.

Imam Mâlik, Medine'de dogmustur. Onun dogum tarihi hakkinda, Hicrî 90'dan 98'e kadar degisen farkli rivayetler vardir. Ancak, yayginlikla kabul edileni 93 (711-712) tarihinde dogmus oldugudur (Ömer Riza Kehhale, Mu'cemü'l-Müellifîn, Beyrut (t.y.), VIII, 168; ayrica bk. Suyutî, rezyinü'l-memalik, 7)..


Imam Mâlik'in ailesi aslen Yemenli olup, dedesi Zû Asbah kabilesine mensup olan Mâlik b. Ebu Amir el-Asbahî, Yemen valisinden gördügü zulüm üzerine Medine'ye gelip yerlesmistir. Annesi de, yine Yemenli Ezd kabilesinden, Aliye binti Süreyk el-Ezdî'dir.

Imam Mâlik'in dedesi Medine'ye yerlestikten sonra, Kureyse mensup Benû Teym b. Murra kabilesi ile hisimlik kurarak, bu kabile mensuplariyla dostluk (velâ) akdetmis ve gerektiginde onlardan yardim görmüstür.

Imam Mâlik'in ailesi, Medine'ye yerlestikten sonra ilimle mesgul olmus, özellikle hadisleri toplamaya ve Ashab'in fetvalarini ögrenmeye büyük önem vermislerdi. Dedesi Mâlik b. Ebu Amir, Tâbiînin büyüklerinden olup, Hz. Ömer (r.a), Osman (r.a), Talha (r.a) ve Aise (r.anh)'dan hadis rivayet etmistir.


Imam Mâlik, babasindan sadece bir hadis rivayet etmistir. Bu da, babasinin hadisle fazlaca mesgul olmadigini göstermektedir. Ancak amcasi Süheyl hadis âlimlerinden olup, Ismail b. Cafer'in hocasidir. Ayrica, ez-Zuhrî de ondan ders okumustur. Onun Nadr ismindeki kardesi de hadis tahsil etmisti. Imam Mâlik, hadis derslerine basladigi zaman, bu kardesinin söhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'in kardesi) diye çagrilmakta idi. Daha sonra, Imam Mâlik, hadiste onu geçmis ve kardesi ona nisbet edilmeye baslanmistir.

Hulefâ-i Râsidîn devrinde Medine, Ashab'in ileri gelen âlimlerinin bir arada bulundugu ve ilim tahsilinin zirvesine ulastigi bir merkez konumundaydi. Emevîler devrinde ise Medine, çogalan fitnelerden ve idarecilerin zulmünden kaçan bir takim âlimlere siginilacak bir yer görevi görmeye baslamisti. Ayrica, Tabii'nin çogu Medine'de oturmakta, Ashab'in rivayet ve fikhini, etraflarini halkalayan ilme susamis talebelere aktarmakta idiler.

Imam Mâlik, kendini tamamen ilme vermis bir aile muhitinde büyümüs ve çok canli bir ilmî hareketliligin yasandigi Medine'de ilim tahsil etmeye baslamisti. Böyle bir çevrede bulunmasi ona, çagin en ileri seviyesindeki alimlerden ders okuma imkânini vermisti.

Imam Mâlik önce, Kur'an-i Kerîm'i hifz etmis, pesinden de hadisleri ezberlemeye baslamis ve bilhassa annesinin tesvik ve yönlendirmeleri ile Medine'nin büyük ve meshur âlimlerinden Rabia b. Abdurrahman'in ders halkalarina katilmisti (Muhammed Ebu Zehra, Imam Mâlik, Terc. Osman Keskioglu, Ankara 1984, 30).

Daha sonra o, bir seyler ögrenebilecegi bütün âlimlerin yanina gitmeye ve onlardan hadis, sahabelerin fetvalari ve fikih konularinda istifade etmeye baslamisti.

Yüze yakin âlimden yararlanan Imam Mâlik'in yetismesinde, fikrî ve ilmî yapisinin oturmasinda, basta Abdurrahman ibn Hürmüz, Rabîa, Sihab ez-Zührî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id el-Ensârî ve Hz. Ömer (r.a)'in azadlisi Nâfi'in büyük katkilari olmustur.

Ibn Hürmüz, hadis ve ser'î ilimlerde söz sahibi bir âlim olup, ayrica zamanin bütün fikrî, siyasî gelismelerini takip eden ve onlarin iç gerçeklerine nüfûz eden bir kültür genisligine sahipti. O, Imam Mâlik'e çok sey ögretir ancak, maslahata uygun görmedigi için bunlardan çok azini açiklamasina müsaade ederdi. Ibn Hürmüz, sorumlulugundan korktugu için, Mâlik'ten, hadislerin senedinde kendi adini zikretmemesini istemisti.

Imam Mâlik, Hz. Ömer (r.a) ile Abdullah b. Ömer'in fikhini ve fetvalarini, Nafi'den ögrenmisti. Ebu Davud, Malik'in Nâfi'den, onun da Ibn Ömer'den rivayetini senet yönünden en saglam olani kabul eder.

Imam Mâlik, yetisip olgunlastiktan sonra, fikihta hocasi olan Rabianin bazi görüslerini tenkit etmeye basladi. Bundan sonra o, Rabianin derslerini birakip, Zührî'nin hadis derslerine devam etti. Ancak, onun fikhî görüslerinde, Rabia'nin büyük tesiri vardir.

Bundan sonra o, Zühri'nin dersi disinda evine kapaniyor, o zamana kadar kagitlara kaydettiklerini derleyip toparlamaya çalisiyordu.

Ayrica Imam Mâlik, Cafer-i Sadik'in derslerini hiç bir zaman kaçirmazdi. Onun ilmine, zühd ve takvasina hayranlik duymakta idi. Imam Mâlik onun hakkinda; "Abdesti olmadan hadis rivayet etmez, Hz. Peygamberin adi anilinca yüzü sararirdi" demektedir.

O, Medine'nin ilmini tamamen ögrendigine iyice kanaat getirmeden ders vermeye baslamadi. Medine'de bulunan âlimlerin çogunun kendisini ders verme hususunda yeterli görmesini açiklamalarindan sonra güvenilir ravilerden aldigi hadisleri insanlara ögretmek, fetva soranlarin problemlerini halletmek ve etrafinda toplasan ögrencilere dersler vermek zorunlulugunu hissetmistir. Imam Mâlik bu konuda söyle söylemektedir: "Her aklina esen mescitte oturup ders veremez. Âlimlerden yetmis kisinin beni yeterli görmesine kadar ben, ders ve fetva vermekten kaçindim". Imam Mâlik ayrica, hocalari Zührî ve Rabia'ya, ders verip veremeyecegini sorup olumlu cevap aldiktan sonra bu ise baslamistir.

Imam Mâlik, derslerini Mescid-i Nebî'de vermeye baslamisti. Ancak sonralari idrarini tutamama (prostat) hastaligina yakalaninca mescite gelmez olmus ve derslerine evinde devam etmeye baslamistir. O, Mescid-i Nebî'de ders okuttugu zaman, Hz. Ömer (r.a)'in ders okuturken oturdugu yere oturmaya özen göstermistir. Burasi Resulullah (s.a.s)'in mescitte oturdugu yerdir. Ayrica Medine'de Abdullah b. Mesud'un oturdugu evde ikamet ederek, onlarin hatirasini zihninde canli tutmayi arzulamis ve Ashab'in yasadigi manevî atmosferi hissetmeye çalismistir.


Imam Mâlik'in dersleri, hadis ve fikhî meselelerle verdigi fetvalar seklinde cereyan ederdi. O, vuku bulmus olaylara fetva verir ve degerlendirmelerde bulunurdu. Vuku bulmamis, farazî olaylar için kesinlikle bir görüs beyan etmezdi. Bu da Islâm hukukunun en önemli özelligidir.

Hastaliginin ilk dönemlerinde, mescite namaza gelir, sonra evine dönerdi. Bir zaman sonra namazlara gelemez olmus, daha sonra cuma namazi için de evinden çikamaz hale gelmisti. Bu durumunu soranlara hastaligini, ta ölüm dösegine yatana kadar söylememistir.


Imam Mâlik, ilimde olgunlasip dersler vermeye basladiktan sonra, bilgilerini daha da derinlestirmek ve farkli fikhî görüsleri, incelikleriyle kavrayabilmek için âlimler ile iliskisini yogun bir sekilde sürdürmüstür. Hacca gelen âlimlerle görüsüp, onlarla ilim alisverisinde bulunurdu. O, büyük fakih Ebu Hanife ile de görüsür, onunla münazaralarda bulunurdu. Onlarin bu görüsmeleri gayet nezih bir sekilde cereyan eder ve herbiri digerinin fikihtaki üstünlügünü överdi. Bunun gibi o, Keys, Evza'î, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Hammad vb. çagin seçkin âlimleri ile ilmî sohbetlerde birlikte olur, onlarla bir araya gelme firsati buldugunda bunu hiç bir zaman kaçirmazdi. Imam Mâlikin yasadigi dönem, Medine'nin ilim, inceleme ve arastirmalarin odagi oldugu bir dönemdi. Bunun sebebi, Resulullah (s.a.s)'in mescidinin ve kabrinin burada bulunmasi dolayisiyla Islam cografyasinin her tarafindan, farkli fikhî ekollere mensup âlimlerin, her hac mevsiminde buraya akin akin gelmeleri idi.

Imam Mâlik ayrica, ilmini yenilemek ve asrinin diger fakihlerinin görüslerini ögrenmek için mektuplasma yolunu da kullaniyordu. O, görüsme imkâni olmayan uzak sehirlerdeki âlimlere mektuplar yazar, degisik konulardaki görüslerini sorar ve kendi degerlendirmelerini onlara iletirdi.


Imam Mâlik keskin bir zekâ ve kuvvetli bir hafizaya sahipti. Bu da ona, dinledigi hadisleri kolayca ezberleme ve fikhî konulara rahatça nüfuz edebilme imkanini sagliyordu. Hadisleri saglam ravilerden kusursuz olarak bellemis oldugu halde, bir maslahat görmedikçe hadis rivayet etmezdi. Hadis nakletmenin sorumlulugu onu sikintiya sokar ve naklettigi her hadisi için; "Onlari nakletmektense herbiri için bir kirbaç yemeyi yeglerdim" demekte idi.

Sadece Allah Teâlâ'nin rizasini kazanmak için ilim tahsil etmis, hayati boyunca takva yolunu terketmemistir. Ona göre ilim bir nurdur ve ancak husu ve takva sahibi bir kalpte yerlesebilir. Fetva verirken yavas hareket eder, iyice düsünür, soran kimseyi göndererek meseleyi tetkik ve tesbit ettikten sonra cevap verirdi. O fetva konusunda hiç bir seyin kolay olamayacagi görüsünde olup, helâl ve haram ile ilgili her meselenin zor oldugunu söylerdi. Din konusunda kimseyle tartismaya girmez, insanlar arasinda kin tohumlari ekecegi için bunu çok kötü bir davranis olarak degerlendirirdi.


Imam Mâlik, bedenen heybetli bir yapiya sahipti. Ilim ve büründügü takva elbisesi onun bu heybetine manevî bir yön katiyordu. Onun bakislarindan herkes etkilenir, insanlara büyüklük taslayan idareciler, valiler onun yaninda küçülür ve ona saygi gösterirlerdi.


Imam Mâlik'in babasi ok imalatçisi idi. Ancak, Imam Mâlik'in bu meslegi isra ettigine dair herhangi bir bilgi mevcut degildir. Kardesi hem hadis okur, hem de ticaretle ugrasirdi. Imam Mâlik'in de bir miktar sermayesi kardesi tarafindan çalistirilmakta idi. Buna ragmen onun, ögrencilik yillarinda biraz maddî sikinti çektigi anlasilmaktadir.

Imam Mâlik'in yasadigi dönem fikrî ve siyasî fitnelerin zirvesine ulastigi bir dönemdir. O, hem Emeviler, hem de Abbasiler döneminde yasamistir. Ömer b. Abdülaziz'i takdir eder ve onu ümmetin islerini hakkiyla yerine getirmeye çalisan adil bir halife olarak görürdü. Ancak o, ne tahtlarini korumak isteyen hükümdarlara taraf olmus, ne de ayaklanmalarina mesru zemin olusturmak isteyen isyanci gruplara destek vermistir. Her zaman gerçekleri yaymaya gayret göstermekle birlikte, anarsinin, müslüman kitleleri perisan ederek fitne ve fesadin yayginlasmasina sebeb olacagini düsündügü için o, isyanlari tasvip etmemistir. Bununla birlikte gayrimesru bir sekilde ümmetin basina gelen yöneticileri de onaylamamistir. Bu yüzdendir ki o, bir defasinda takibata ugramis ve Abbasiler'in ikinci halifesi Ebu Cafer el-Mansur'un Medine valisi tarafindan kendisine iskence yapilmistir. Buna sebeb olarak da, zorlama ile yapilan bey'atin geçersizligine fetva vermis olmasi gösterilir (Ebu Zehra, a.g.e., 77). Bu iskenceler sirasinda, o kirbaçlanmis ve kolu çekilmek sûretiyle sakatlanmistir.

Ancak daha sonra Mansur, bu olaydan haberi olmadigini ve bu isi yapan valisini cezalandirdigini söyleyerek ondan özür dilemis, Imam Mâlik de onu bagislamistir (Ibnü'l-Imâd el-Hanbeli, Sezerâtuz-Zeheb, Beyrut t.y., I, 290).

O, halife ve idarecilere, Hac için Medine'ye geldikleri zaman, halkin menfaati ve selâmetini gözetip hak ve adalet üzere yürümelerini ögütler, ayrica yüz yüze görüsme imkâni olmayanlara da mektuplar göndererek onlari islah etmeye çalisirdi. Bununla beraber o, emir ve hükümdarlardan daima uzak durmustur. Fakat, samimiyetine inandigi idarecileri derslerine kabul etmistir. Harun er-Resid bunlardan biridir. Harun er-Resid'in Imam Mâlik'in evindeki dersler esnasinda sultanlarin tavriyla davranmaya kalktiginda Imam Malik ona, ilmin her türlü dünya makamindan üstün oldugunu ve yücelmenin ancak ilme saygiyla mümkün olabilecegini anlattiginda tahtindan inmis ve öteki ögrencilerin arasinda onun derslerini dinlemeye devam etmistir (Ibnu'l-Imad el-Hanbeli, a.g.e., I, 29i).

Imam Malik'in hastaligi agirlasip, vefat edecegini anladiginda o zamana kadar gizledigi hastaligini ve gizleme sebebini dostlarina söyle açikliyordu: "Eger hayatimin son günleri olmasaydi size bildirmeyecektim. Benim hastaligim idrarimi tutamamamdir. Peygamberin mescitine tam abdestli olmaksizin gelmek istemedim. Rabbime sikayet olmasin diye de hastaligimi kimseye söylemedim" (Ebu Zehra, a.g.e., 286). Imam Malik, Hicrii79 yilinda Rabiulevvel ayinin on dördüncü günü vefat etmistir. Safer ayinda öldügüne dair rivayetler de vardir. Cennetu'l-Bakî mezarligina defnedilmistir (Ömer Riza Kehhâle, Mu'cemu'l-Müellifin, Beyrut, t.y, VIII, 168).

O, hem bir hadis âlimi hem de büyük bir fakihti. Onun devrinde ortaya çikan siyasî ve itikadî fitneler halkin akaidini tehdit eder hale gelmisti. Imam Malik böyle bir ortamda, Sünnet çizgisine simsiki sarilarak, insanlari sapitip delâlete düsmekten kurtarmak için var gücüyle çalismistir. Ona göre Islam'i yasamak, Resulullah'in sünnetine ve pesinden gelen Rasid Halifelerin uygulamalarina tabi olmakla mümkündür. Medinelilerin ameli onun için uyulmaya, ahad haberden daha lâyiktir. Çünkü Resulullah (s.a.s), Medine'de yasamis ve Medineliler, yasayisini ona uydurmuslardi. Dolayisi ile Medineliler'in yasayisi Sünnetin amelî sekilde rivayetidir. Bu, onun fikih usulünde de açikça görülür. Kitap ve Sünnet'ten sonra delil olarak Medineliler'in amelini alir (bk. Malikî Mezhebi Mad).

Imam Malik, imanin kalben tasdik, dil ile ikrar ve amel oldugunu söylerdi. Bu söylediklerini Kur'an'a ve hadislere dayandirirdi. Yine hakkinda ayet bulundugu için imanin artabilecegini söyler, eksilmesi hakkinda susardi. Kader, büyük günah, Kur'an-i Kerim'in mahluk olup olmadigi ve ru'yetullah konularinda sahih Ehli sünnet ulemâsi ile ayni görüsleri paylasmaktadir. Yalniz, o, Ebu Bekir (r.a), Ömer (r.a) ve Osman (r.a)'in fazilet siralamasindaki üstünlüklerini kabul ettigi halde, Hz. Ali (r.a) hakkinda, diger âlimlere muhalefet etmis, onu Hulefâ-i Râsidînden saymamistir. Buna sebeb olarak da, hilâfeti isteyenle istemeyenin bir olamayacagini gösterirdi.

Imam Malik'in fikhi, ögrencileri tarafindan hazmedilip daha onun sagliginda Misir basta olmak üzere Kuzey Afrika'da yayilmaya baslamis, oradan da Endülüse ulasmistir.


Imam Malik'in ilimdeki büyüklügü hakkinda onun önünde diz çökmüs ve ilminden feyz almis büyük fakîh Imam Safiî söyle demektedir: "Malik, Allah Teâlâ'nin, Tabiinden sonra kullarina karsi hüccet olarak gönderdigi bir insandir" (Suphi es-Salih, Hadis Ilimleri ve Hadis Istilahlari, Terc. Yasar Kandemir, Ankara 1981, 330).


Hayati boyunca Medine'den baska bir yere gitmeyen Imam Malik, Resulullah (s.a.s)'e olan asiri sevgi ve saygisindan dolayi, Medine'de bir defa olsun at sirtinda dolasmamistir.

Muvatta'i:


O bir çok kitap tedvin etmis olup, bunlar arasinda en önemlisi Muvatta adli eseridir. Imam Malik bu kitaba Hicaz'in en saglam ravilerinin hadislerini almaya özen gösterdi. Ayrica sahabe sözlerine ve Tabiin fetvalarina da yer vermistir.

Hadis külliyati içerisinde ilk tedvin edileni Muvatta'dir. Istisnalari olmakla birlikte, bu zamana kadar çesitli sebeplerden dolayi hadislerin yazilmasi tasvib edilmiyordu. Hadisler, kendilerini bu yola adamis muhaddislerin hafizalarinda muhafaza ediliyordu. Ancak bir zaman sonra, bir takim insanlar, menfaatlerini veya firkalarinin hakliligini ispatlamak vb. sebeblerden dolayi hadis uydurmaya baslayinca, sahih hadislerin yazilarak tesbit edilmesi zarureti ortaya çikti. Bu durumu Sihab ez-Zuhri; "Dogu tarafindan, duymadigimiz hadisler gelmeye baslamasaydi ne bir hadis yazar, ne de yazilmasina izin verirdim" sözüyle açikliga kavusturmaktadir.


Ömer b. Abdülaziz, muhtemelen âlimlerle istisare ederek, hadislerin tedvin edilmesini, valilerine gönderdigi talimatlarla resmen emretmisti. O, âlimlerin ölümleriyle ilmin ve hadislerin kaybolmasindan endise etmekteydi. Ilk olarak böyle bir ise girisip, Halifenin istegini yerine getiren, Imam Malik'in hocasi Sihab ez-Zûhrî olmustur. Fakat, Ömer b. Abdulaziz, arzuladigi tedvin isinin sonuçlarini göremeden vefat etmisti.

Mansur isbasina geçince, o da Ömer b. Abdulaziz gibi, Medine ilminin toplanip tedvin edilerek, yaziyla muhafaza altina alinmasi için çalismalar yapilmasini istedi. Ancak o, selefi Ömer b. Abdulaziz gibi bütün eyaletlerdeki ilimlerin derlenip toparlanmasini düsünmemis, sadece Medine'deki hadislerin ve fikhî görüslerin tedvinini istemisti. Mansur'un böyle bir ise girismesinin sebebi âlimlerin ölümleriyle ilmin zayi olmasi endisesinden kaynaklaniyordu. Onun düsüncesi tamamen idarî maksatlara yönelik olup, ülkenin her tarafindaki mahkemeleri ve yargiyi birlestirerek tevhid-i kaza'yi gerçeklestirmek istiyordu. Imam Malik onun, Medine'nin ilmini tedvin etme istegini yerine getirdiginde ortaya Muvatta adli eseri çikmisti. Ancak Imam Malik, Mansûr'un, ülkenin her tarafindaki insanlarin Muvatta'a uymalarini saglamak istegine kesin bir tavirla karsi çikmisti. Bu da gösteriyor ki, onun Muvatta'i kaleme almasinin yegâne sebebi, Mansur'un bu yoldaki arzusu degildir. O, Medine'deki sahih hadisleri, sahabe sözlerini ve Tabii'nin fetvalarindan tercih ettiklerini toplayarak onlarin unutulup gitmesini önlemek ve sonraki nesillere saglikli bir sekilde intikal etmesini saglamak istemistir. Mansûr'un istegi bu konuda ancak tesvik edici bir rol oynamis olabilir. Zira o, daha sonra gelen Mehdi'nin ve Harun er-Resid'in, Mansur'un istegine benzer taleplerini de ayni sekilde reddetmistir.

Imam Malik onlara söyle diyordu:


"Ashab-i kiram fer'î meselelerde ihtilâf ettiler ve onlar bu ihtilâflariyla birlikte her tarafa dagildilar. Herkes kendine göre isabetlidir. Ulemânin ihtilâfi ümmet için bir çesit rahmettir. Her biri kendince sahih olana uyuyor. Hepsi hidayet üzere olup, sadece Allah Teâlâ'nin rizasini istemektedirler" (Ebu Zehra, a.g.e., 218).

Imam Malik, hadisleri çok titiz bir tenkit süzgecinden geçirdikten sonra rivayet ederdi. Rivayet ettigi hadisleri sürekli arastirir; ravide bir kusur bulur veya hadis saz çikarsa onu hemen terkederdi. Muvatta'i ilk yazdiginda on bine yakin hadisi rivayet etmis olmasina ragmen, her sene onu tetkik ederek bir kisim hadisleri çikarmis, neticede Muvatta oldukça küçülmüstü. Onun bu durumunu bazi ögrencileri söyle dile getirirlerdi; "Herkesin ilmi çogalip artiyor; Malik'in ilmi ise noksanlasip eksiliyor" (a.g.e., 221). Bu, onun ilmi naklederken ne kadar titiz davrandigini göstermektedir.

Görüldügü gibi Muvatta'da bulunan hadisler çok sayida hadis arasindan süzülerek seçilmistir. Bu yüzden hadis tenkidcileri ondaki hadisleri istisnalar hariç sahih kabul etmektedirler.


Muvatta'i, Kütüb-i Sitte'nin altincisi olarak kabul edenlere göre derece itibariyla Sahihayn'dan sonra gelmektedir.

Ancak, bir kisim muhaddisler, ondaki mürsel hadislerin ve Tabiin fetvalari ve fikhî görüslerin çoklugunu ileri sürerek Muvatta'in daha çok bir fikih kitabi oldugunu söylemislerdir (Sûphi es-Salih, a.g.e., 99).

Imam Malik'in, Peygamber (s.a.s), Ashab ve Tabiinden yaptigi rivayetlerin sayisi bin yedi yüz yirmi kadardir. Ibn Hacer, Muvatta'i sahih kabul eder. Ibn Hazm, Muvatta'daki bes yüz hadisin müsned, üç yüz hadisin de mürsel oldugunu ve yetmis civarinida da Malik'in bizzat onlarla amel ermeye terketmis oldugu hadis âlimlerinin zayif olarak degerlendirdigi diger bazi hadislerin bulundugunu söylemektedir (Ebu Zehra, a.g.e., 227).

Âlimler arasinda, Muvatta'daki hadislerin sihhat dereceleri hakkinda muhtelif görüslerin bulunmasina ragmen, Malikîler Muvatta'in tamaminin sahih oldugunu kabul etmektedirler. Zira onlar Muvatta`daki mürsel, mu'dal ve munkati' hadisleri, muttasil senetlere baglamak için gayret göstermisler; senedi, Malik'in rivayetinden muttasil olmayanlari da baska sika ravilerle muttasil olarak tesbit etmislerdir. Onlarin hiç bir yolla muttasil senet bulamadiklari hadisler sadece dört tanedir. Bu durum, Imam Malik'in mürsel, mu'dal ve munkati, olarak naklettigi hadislerin baska tariklerle müsned olarak nakledildiklerini ve dolayisiyla Muvatta'in sahih hadis kitaplarindan biri oldugunu ortaya koymaktadir.


Imam Malik, Muvatta da bes yüz doksan kadar kimseden rivayet etmektedir. Ashabdan rivayet ettikleri, yüz seksen besi erkek, yirmi üçü kadin olmak üzere iki yüz sekiz; Tabiinden olanlar ise, kirk sekiz kisidir.


Muvatta'i rivayet edenler, Imam Malik'in talebeleri olup, Kadi Iyad bunlarin altmis kisi olduklarini tesbit etmistir (a.g.e., 229).

Bu gün elde bulunan Muvatta biri Ebu Hanife'nin talebesi Imam Muhammed'in rivayeti, digeri de Malik'in talebesi, Endülüslü Yahya b. Leysî el-Berberî'nin rivayet ettikleri nüshalara göre basilmistir.


Muvatta, Malikî fikhinin temel kaynagi olup, Imam Malik'in fikihta takip ettigi usul ondaki tertipden açikça anlasilmaktadir. O, Muvatta'da fikhî bir konuyla alâkali hadisi alir, sonra Medineliler'in o konudaki uygulamalarina temas eder, pesinden de Tabiin ve diger fukahanin görüslerini zikreder. Eger bunlarda bir açiklama bulamazsa o zaman sahih olarak bildigi hadislerin ve sair fetvalarin isigi altinda kendi reyiyle ictihad eder, meseleyi çözüme kavustururdu. Imam Malik, ayni zamanda hadis ravilerini arastirip, onlarin adalet, hifz ve zabttaki durumlarini inceleyerek bir tedkik ve tenkit süzgecinden geçiren ilk kimse olma ünvanina da sahibtir (a.g.e., 2i9).

Ömer TELLIOGLU


Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi
 
Üst