KARGA PEŞİNDE
Mustafa annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının çiftliğine gitti. Akşamüstü çiftliğe vardıklarında dayısı onları çok candan bir şekilde karşıladı. Hal-hatır sormalardan iltifatlardan sonra akşam yemeği yendi. Yemekten sonra bir saat kadar daha sohbet edildi ve ardından geceyi geçirmek üzere odalarına çekildiler.
Ertesi sabah sabahın erken saatlerinde dayısı Mustafa’ya çiftliğin her tarafını gezdirip gösterdi. Öğle vaktine doğru bakla tarlasına gittiler. Tarlanın kenarına geldiklerinde dayısı parmağı ile tarlasındaki tohumları yemekte olan kargaları işaret ederek: “ Bak Mustafa şu kargaları görüyor musun? İşte bunlar bizim baş düşmanımız. Ben uğraşayım çalışayım onlar gelsinler tohumları yesin bitirsinler. Oh ne ala ne ala! Kimseye faydası olmaz şu karga murdarının. Yaptıkları anca zarar ziyan. Bir de şu korkuluğun omuzlarına kafasına konarlar “ gak gak “ diye öterler yüzlü yüzlü. Korkuluğun sadece adı korkuluk. Şu hale bak. Dört beş karga omuzlarına konmuş yemişler tohumları doymuşlar güneşleniyorlar. Gel Mustafa kovalım şunları “ diye söylendi.
Mustafa ile dayısının geldiklerini gören kargalar uçup gittiler. Daha sonra dinlenmek için bir ağacın altına otururlarken Mustafadayısına: “ Dayıcığım bu tarla hep böyle midir? “ dedi. “ Yani içinde çalışan bekleyen olmadığı zamanlar kargalar tohumları yerler mi? “
Dayısı:
“ Yerler Mustafa’m yerler. Bunlar sahipsiz bir tarla görmesinler. Onu yirmisi toplanır gelir. Böyle gündüzleri tarlada beklemezsen birkaç haftaya kalmaz toprakta bir tek tane bırakmazlar” dedi.
Bunun üzerine Mustafa konuyu toparlama ihtiyacı hissetti: “ Peki dayıcığım o zaman kargalar tohumları yiyip bitirmesinler diye sabahtan akşama kadar bekçilik yapmak zorunda kalıyorsunuz. “
“ Aynen dediğin gibi oluyor Mustafa. Çiftlikte yapılacak bir sürü iş varken ben buraya gelip karga peşinde koşuyorum. Ne yaparsın ki bu bakla tarlası çok önemli. Baklalar olgunlaşınca hem kendimize yemeklik oluyor hem de arabaya yükleyip pazarda satıyorum; iyi de para ediyor. “
“ Demek ki burada bekçilik yapmak işleriniz için büyük engel teşkil ediyor sevgili dayıcığım. O halde izin verirseniz yarından tezi yok kardeşim Makbule ile gelip burada bekleriz. Siz de çiftlikteki işleri yoluna koyarsınız. Kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğimi bilmenizi isterim. “
“ Hay sen aklınla bin yaşa Mustafa! Bak bu hiç aklıma gelmemişti. Daha önce defalarca düşünüp de içinden çıkamadığım bu büyük sorunu kolayca çözüverdin. Bugün akşama kadar burada kalırız. Tarla bekçiliği nasıl yapılır iyice öğrenirsin. Zaten zor bir tarafı yok canım. Biraz dikkatli olup kargaları kollaman yeterli. Akşama çiftliğe dönünce annene ben söylerim. Onun da rızasını almak lazım. “
Ertesi sabah erkenden yengesinin hazırladığı börekleri bir torbaya koyan Mustafa kız kardeşi Makbule ile birlikte dayısının bakla tarlasına geldi. Gelir gelmez de tarlaya inen kargaları kovalamaya başladılar. Öğle vaktine doğru ikisi de çok yorulmuştu. Bunun sebebi: Bir defa tarla oldukça büyüktü. Bir tarafa üç beş karga tohumları yemek için gelseler Mustafa ile Makbule hemen koşuyorlar kargaları kovalıyorlardı. Aynı kargalar uçuyorlar tarlanın öteki tarafına iniyorlardı. Tarlanın bir başından bir başına koşup durmak onları yormuştu. İşin içine başka kargalar da karışınca durum iyice çekilmez hal almıştı. Öğle vakti bir köşede oturup yengesinin hazırladığı börekleri yerlerken Mustafa Makbule’ye sorunu kökünden halledecek bir yöntem bulduğunu söyledi ve şunları ekledi: “ Makbule kargaların bize oynadığı oyunun bilmem farkında mısın? Biz bu tarlaya gelir gelmez acemi olduğumuzu anladılar. Uygulamak istediğim yöntem oldukça basit. Tarlanın ortasında bulunan kulübenin içinden tarlayı enlemesine bölen bir çizgi çektiğimizi farz edelim. Bu çizgi tarlayı iki eşit parçaya böler. Yukarı tarafta kalan parça biraz meyilli burası benim olsun. Aşağı tarafta kalan parça dümdüz burası da senin olsun. Herkes kendi bölgesindeki kargaların kovalanmasından sorumlu olacak. Eğer kendi bölgenin ortalarına yakın bir yerde durmaya özen gösterirsen sabahki yorgunluğunun iki kat azaldığını fark edeceksin. Şimdi konuyla ilgili bana sormak istediğin bir şey var mı? “
“ Ne diyebilirim ki Mustafa abi. Sen yapmamız gerekeni tam olarak anlattın. Burada bana düşen görev anlattıklarını eksiksiz olarak uygulamamdır. “
“ Aferin sana Makbule. Senin gibi söz dinleyen kavrayışı kuvvetli bir yardımcı ile çalışmak benim için şereftir. Bu başarı sadece benim değil ikimizin başarısı olacaktır. Şimdi biraz acele edelim böreklerimizi yiyelim de işe başlayalım. Bak kargalara meydanı boş bulunca nasıl da çoğalıverdiler. Belki şu an için tarlanın üstünde uçmaktan başka bir şey yaptıkları yok ama eğer acele etmezsek birer ikişer tarlaya inmeye başlayacaklarına eminim. Dayıma kargaların tarlanızdan bir tek tohum yemelerine izin vermeyeceğim diyerek söz vermiştim. “
Mustafa’nın kendi buluşu olan yöntem başarılı oldu. Akşamüstü hava kararmaya başladığında kargalar geceyi geçirmek için konaklama yerlerine giderlerken aç ve yorgundular. Çiftlikte yenen akşam yemeğinden sonra Makbule o gün olanları ve kargaların üzgün ve perişan bir şekilde gidişlerini anlatırken odada bulunanlar kahkahalarla gülmekten kendilerini alamıyorlardı. Annesi Zübeyde Hanım “ Benim Mustafa’m çok akıllıdır “ diyerek sarı saçlı mavi gözlü oğlunu gururla alnından öperkenMustafa vakur halini hiç bozmadan duruyor sadece gülümsemekle yetiniyordu.
VATAN SEVGİSİ
Mustafa’nın kız kardeşi Makbule rahatsızlandığı için çiftlikte kalmıştı. Bugün Mustafa tek başına bakla tarlasında bekçilik yapacaktı. Şu karga kovalama işinin pek bir zorluğu kalmamıştı. Bakla tarlasına gelmeye başladığı ilk günlerde kargalar Mustafa’nın ne derece zorlu bir rakip olduğunu anlamışlar ve onun uyguladığı yöntemi müthiş bir mücadele örneği göstermelerine karşın boşa çıkaramamışlar, çekilip gitmişlerdi. Mustafa sabah erkenden bakla tarlasına gelince tarlanın tam ortasında bulunan kulübenin önüne bir sandalye çıkarıp oturdu. Aradan yarım saat geçmeden canı sıkılmaya başladı. Böyle boş oturmak O’na göre değildi. O bir şeylerle meşgul olsun bir işe yarasın faydalı olsun isterdi. Dayısının bakla tarlasında bekçilik yapmakla bir işe yarıyordu faydalı oluyordu fakat bunlar yeterli miydi? Hayır yeterli değildi. Ne yapabilirdi? Kulübede birkaç tane ders kitabı vardı. Kitap en iyi arkadaştı. Okurdun öğrenirdin fikirlerin gelişirdi. Mustafa bir kitap alıp okumaya başladı. Böylesi çok daha iyiydi hem artık canı da sıkılmıyordu.
Aradan iki saat geçmişti. Mustafa ilerdeki tarlaların arasındaki patika yoldan yaşlı bir adamın geldiğini gördü. Yaşlı adamın yanında bir kuzu vardı. Onun gelip tarlanın kenarındaki bir ağacın altına oturmasını fırsat bilen Mustafa yerinden kalktı, kitabı kulübeye bıraktı ve yaşlı adamın yanına gitti. Mustafa söze şöyle bir giriş yaptı: “ Merhaba dede, nereye böyle? “
Yaşlı adam:
“ Yolcuyum ben evlat kasabaya oğlumun yanına gidiyorum. Bu kuzuyu toruna hediye olarak götürüyorum. Geçen ay köye gelmişlerdi bir hafta kaldılar. Torun kuzu diye tutturmuştu. Ben de şimdi çok küçükler biraz büyüsünler bir tane sana getiririm dediydim. Alsın kuzuyu besleyip büyütsün. Dünyada en önemli şey sevgidir. Sevgisiz kalmış bir insan kuru bir ağaca benzer. Zamanında onun kalbine sevgi tohumu ekilmemiştir sevmek öğretilmemiştir. Bir bilinmezlik içinde bocalar durur. Yüzyıllardır süregelen anlamsız kargaşayı sevgi yoksunu insanlar çıkardılar. Toplumları birbirine düşman ettiler. Sonuçta bunun acısını insanlık çekti. İnsanlara sevgiyle yaklaşmalı onların kalplerine sevgi tohumu ekmeliyiz. Sevmek çok güzel bir duygudur ve insanı hayata bağlar. Sevelim sevilelim hayatın tadına varalım. “
Yaşlı adam konuşurken Mustafa oturmuş ve anlattıklarını ilgiyle dinlemişti. Şimdi söz hakkı Mustafa’nındı:
“ Dede bazı insanlar nedense vatanlarını sevmiyorlar. Ben vatanımı çok seviyorum ve bu vatanın evladı olduğum için gurur duyuyorum. Şimdi vatanlarını sevmeyenler vatanını sevmeyi nasıl öğrenecek ve ben vatan sevgimi nasıl geliştirebilirim. Tavsiyelerin neler olacak? “
Mustafa’ nın coşku dolu konuşması yaşlı adamı şaşırtmıştı. On yaşlarındaki bir çocuğun bu derece bilgili ve kültürlü olması düşüncesini korkusuzca söyleyebilmesi, öğrendiklerini yeterli bulmaması yeni bir şeyler daha öğrenmek için soru sorması akıl alır gibi değildi. Hani bu yaşlardaki kaç çocuğun aklına gelirdi vatan sevgisi?
Yaşlı adam düşüncelerinden sıyrılınca gülümseyerek: “ Evlat adını demedin bana neydi adın? “ deyince Mustafa: “ Dede benim adım Mustafa “ dedi. Bunun üzerine yaşlı adam: “ Sana tavsiyem Büyük Vatan Şairi Namık Kemal olacak. Namık Kemal türlü engellemelere karşın vatanını çok sevdiğini haykırmaktan çekinmedi. Bu uğurda çok acı çekti fakat hiçbir acı O’nu vatanına hizmetten alıkoyamadı. “
Mustafa:
“ Bundan sonra Namık Kemal’in şiirlerini daha bir önem vererek okuyacağıma söz veriyorum. Dede mutluluk nedir sence? Ben mutlu olmak insandan insana değişebilir diyorum “ dedi. Yaşlı adamın mutluluk hakkında söyledikleri şunlar oldu:
“ Mutluluk yaşamsal bir gerçektir yani yaşamda mutluluk vardır ve her insanın mutluluğu ayrıdır. Hakkın olan mutluluğu başkalarının mutluluğuna gölge düşürmeden istemek sana kalmıştır. Mutlu olmak için büyük şeyler istemek gerekmez. İnsan isterse bir kelebeğin uçuşunu görüp mutlu olabilir. Her neyse Mustafa yavaş yavaş kalkayım. Hava kararmadan kasabaya varmalıyım. Anlattıklarımın sana faydası olduysa ne mutlu bana. İyi günler dilerim. “
Mustafa:
“ Ne demek dede hem de çok faydası oldu. Ben de sana iyi günler dilerim. Yolun açık olsun “ dedi. Mustafa yaşlı adam gittikten sonra kulübeye döndü ve sandalyesine oturarak konuşulanları düşünmeye başladı.
SON
ÇİFTLİKTEKİ HIRSIZ
Bir akşam yemeği sonrasında çiftlikteki odada oturulmuş ve gündelik olaylar konuşuluyordu. Hüseyin Ağa: “ Yarın erkenden elma bahçesini çapalayıp yabani otları ayıklamaya gidecektim ama çapayı bulamadım. Hanım çapayı bir yere koymuş olmayasın? “
Hüseyin Ağa’nın karısı: “ Efendi çapanın alet dolabında olması lazım. İki gün önce temizlik yaparken oradaydı. “
Hüseyin Ağa: “ Öyle de bugün akşamüstü baktım dolapta yoktu. Belki dedim sağa sola bırakmışlardır. Aradım bulamadım. “
Hüseyin Ağa’nın çocukları Zübeyde Hanım Mustafa ve Makbule çapayı almadıklarını söylediler. Bunun üzerine Hüseyin Ağa: “ Hanım son günlerde çiftliğe yabancı biri geldi mi? “ diye sordu.
Karısı: “ Hayır Efendi kimse gelmedi. Hep biz bizeyiz. “
Hüseyin Ağa: “ Desene çapa sır olup uçtu. “
Mustafa fikrini söylemek ihtiyacını hissetmişti: “ Dayıcığım çiftliğe hırsız girmiş olamaz mı? “
Mustafa’nın sorusu odada bulunanların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Gözler Mustafa’dan yana döndü.
Hüseyin Ağa: “ Ne hırsızı? “ diyebildi.
Mustafa: “ Bir hırsız gelmiştir çiftliğe girip çapayı çalmıştır. “
Hüseyin Ağa: “ İki gündür ben yengen annen ve çocuklar çiftliğin avlusundaydık. Ayrıca köpekler var. Onlar geceleri burada kuş uçurtmazlar. Hani dediğin olmaz diyemem ama biraz zor. Hem hırsız neden sadece çapayı alsın öteki aletleri de alıp götürebilirdi. Bırak çapayı aletleri çiftlikte daha değerli pek çok eşya var. Bunlar dururken neden yalnızca çapayı aldı? “
“ Dayıcığım hırsızın ya çapa çok işine yarıyor ya da çapayı satmak kolayına geliyor. Sadece çapayı almasının nedeni vereceği zararın büyük olmasını istemediğinden yani hırsız insaflı biri. Gündüz gelse gören olurdu. Kimse onu görmediğine göre gece geldi. Köpekler hırsızı tanıdıkları için ses çıkarmadılar. Bu da hırsızın köyden biri olduğunu gösteriyor. “
“ Pes be Mustafa senin zekâna diyecek yok doğrusu. Aslında ben de zeki sayılırım ama sen benden çok ilerdesin. Ortada fol yok yumurta yok alt tarafı bir çapa kayboldu. Bana kalsa yarın çapayı arar dururum. Sana inanıyorum Mustafa ve yarın çapayı aramayacağım. Artık geceleri nöbet tutacağız. İlk nöbet benim. Eee sen ne diyorsun Zübeyde şu hırsız işine? “
“ Mustafa’nın dediklerine katılıyorum. O boşuna konuşmaz. Söyledikleri hep doğru çıkar. Daha on yaşında ama çok akıllı. Bambaşka bir çocuk. Darısı bütün çocukların başına. “
Hüseyin Ağa gece yarısına kadar çiftliğin avlusunda nöbet tuttu. Daha sonra nöbeti Mustafa devraldı. Mustafa avluyu en iyi görebileceği yer olan çiftlik evinin birinci kat merdiveninin orta sırasına oturdu. Alet dolabının bulunduğu kulübe yan taraftaydı. Eğer hırsız gelirse önünden geçecek ve onu rahatça görecekti. Aradan bir saat geçmişti ki Mustafa karşıdaki ağaçlıktan hızlı adımlarla yürüyerek gelen bir gölgenin alet dolabının bulunduğu kulübeye girdiğini gördü. Gölge o kadar rahat hareket ediyordu ki hayret edersin. Sanki babanın çiftliği gel gir hiç korkmadan dimdik yürü kazma kürek çapa eline ne gelirse al git. Mustafa köyden olan bu adamı ay ışığı altında tanımıştı. Onun mert dürüst biri olduğunu biliyordu. Konuşmuşlukları tanışmışlıkları vardı. Bırak Hüseyin Ağa’yı bırak çifti-çubuğu benim küçük dostum sen büyümüşsün küçülmüşsün ama yine büyüyorsun ve sonsuza dek büyüyeceksin diyen birinin yani bu adamın kendisini hiçe saymasını kendisinin de bulunduğu çiftlikten bir şeyler çalmasını onuruna yediremedi.
Mustafa kızgın bir şekilde yerinden kalktı gitti kulübenin kapısının dört-beş metre gerisinde durdu ellerini beline dayadıbekledi. Biraz sonra kulübeden çıkan adam kapıyı kapadı. İki adım attı Mustafa’yı gördü elindeki kürek yere düştü. Adamın gözleri yaşardı belli ağlıyordu. Adam elinin tersiyle gözyaşlarını sildikten sonra başını sağa-sola birkaç kere salladı ve küreği yerden alarak Mustafa’nın yanından yürüdü gitti. Mustafa o gece sabaha kadar nöbet tuttu. Aslında Mustafa’dan sonra nöbet sırası amcasının oğluna geliyordu ama Mustafa amcasının oğlunun yerine de nöbet tutmuştu. Çünkü O yarın yapacağı girişimleri bir plan dahilinde belirlemek istiyordu. Adam çapayı küreği çalmıştı ama bunun bir nedeni olmalıydı. Kimse durup dururken başkasının malını izinsiz almazdı. Bu bir suçtu fakat suçluyu suç işlemeye iten nedenler vardı. Nedenlerin sebepleri vardı.
Mustafa ertesi gün öğle vakitleri adamın evine gitti. Kapıyı dokuz yaşındaki Ahmet açtı.
Mustafa: “ Vay Ahmet canım kardeşim. Nasılsın iyi misin? Ben geldim. “
Ahmet: “ Hoş geldin Mustafa abi. Sağ ol iyiyim. “
Mustafa: “ Ayşe nerede? Neden buraya gelmiyor? “
Ahmet: “ Mustafa abi Ayşe annemin yanında. Annem bir haftadır hasta. Babam annem ölmesin diye dün kasabaya yürüyerek gitti. Birisi çapa vermiş ödünç diye onu rehin bırakıp ilaç almış. İlacı anneme içirdik. Bu sabah babam yine kasabaya gitti. Elindeki küreği rehin bırakıp ilaç alacakmış. Daha sonra babam çapayla küreği parasını ödeyip geri alacak ve sahibine teslim edecekmiş. Babamın getireceği ilaç annemi iyileştirecekmiş. Sence annem iyileşir mi Mustafa abi? “ İnsanın taş yürekli olması lazımdı bu durum karşısında ağlamaması için. Mustafa gözyaşlarını tutamadı. Birkaç dakika sonra Mustafa ile Ahmet içeri girdiler. Ayşe yatakta yatan annesinin başucundaki sandalyede oturuyordu. Mustafa’yı görünce ayağa kalktı. Hasta kadın kollarını iki yana açarak Mustafa’nın sarılmasını bekledi. Mustafa sandalyeye oturdu ama bu davranışının sebebini açıklaması gerekti.
“ Yengeciğim iyileşince birbirimize sarılırız. Yine eskisi gibi güzel günlerimiz olacak. Bundan sonra daha fazla evinize geleceğim. Yanlış bir hareketiniz hastalığınızın artmasına yol açabilir. Bunun için size sarılmadım. “ Hasta kadın zorlukla konuştu: “ Olur Mustafa. Dediğin gibi olsun. Ben de en kısa zamanda iyileşmeye bakarım. “ Daha sonra çiftliğe dönen Mustafa olanlardan kimseye söz etmedi. Yeni gelen ilaçları içen kadın on beş gün içinde iyileşti. Adam başkasının tarlasında çalışarak kazandığı parayla çapayı ve küreği rehinden kurtardı. Bir gece yarısı son defa çiftliğe girerek çapayla küreği yerine bıraktı. Son sözü Mustafa söyledi:
“ Akıl ve mantık çizgisinden ayrılmayan insan olmanın bilincine varır. İnsan iradesini kullanarak gerçekleri görür. Yanlışta bile olsan doğru gözünün önündedir. Gözünün önündekini görmek için göz kapaklarını aralarsın yani okuyup öğrenirsin.
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: RUM ÇOCUK ÇETESİ
Mustafa'nın dayısı Hüseyin Ağa akşamüstü çiftliğe geldi. Hava karamaya başladığından herkes odada oturmuş, akşam yemeği öncesi sohbete dalmıştı.
Hüseyin Ağa: " Millet duydunuz mu? Karşı Rum köyünden çocuklar beş-altı kişilik bir çete kurmuşlar, sağa sola saldırıyorlarmış. Tarlada veya yolda yalnız Türk çocuğu görürlerse dövüyorlarmış. Çevre köylerde herkeste bir korku varmış. Çocuklar, yalnız evin kapısına çıkamıyormuş. Bugün öğle vakitleri bizim köyden Hasan'ın oğlu Veli'yi bahçede yakalayıp dövmüşler. Veli şimdi evinde yaralı yatıyor. Gittim, gördüm. Ağzı, yüzü kanamış, ayrıca ayaklarına sopayla vurmuşlar, yürüyemiyormuş. "
Hüseyin Ağa'nın Karısı: " Yazıklar olsun! Veli'den ne istemişler? Kendi halinde, saf, iyi yürekli bir çocuk o. "
Zübeyde Hanım: " Ben bu Rumları hiç sevmem, çünkü her Rum, Türk düşmanı olarak doğar. Rum çeteler, Türk köylerine hep saldırırlar. Şimdi bir de çocukları çıktı başımıza. "
Hüseyin Ağa: " Mustafa, artık bakla tarlası işi de yatar. Rum çocuklar bizim köyün etrafında gezerlermiş. Zannedersem bundan sonra bakla tarlasında bekçilik yapmaya gitmezsin. Rum çocuklara yakalanırsan seni ikiye bölerler. "
Mustafa: " Dayıcığım, bu mümkün değil. Onlar beni ikiye bölmeden, ben onları dörde bölerim. "
Odada gülüşmeler çoğalınca Hüseyin Ağa, ben ellerimi bir yıkayayım, deyip dışarı çıktı. Akşam yemeği yendikten sonra da aynı konu konuşuldu. Konuşulanlar özetlenirse, artık Mustafa, Makbule ve Hüseyin Ağa'nın çocukları kesinlikle çiftlik duvarları dışına çıkmayacaktı.
Mustafa ise, korkmakla bir yere varılamayacağını, söyledi. Benim tarlaya gitmemem, zalimin zulmüne dur demeyeceğim anlamına gelir. Ben tarlaya gitmeyeyim, Ahmet, Mehmet gitmesin. Bunun sonu nereye varır? Bu duruma karşı çıkacak birileri lazım, birisi lazım. Mustafa, Rum çocuklardan korktu da tarlaya gitmedi dedirtmem kimseye, dediyse de dinletemedi.
Annesi Zübeyde Hanım: " Cesaretin böylesini alkışlarım ama tarlaya yalnız gitmeni istemiyorum. Otur oturduğun yerde, " dedi.
Dayısı Hüseyin Ağa: " Boşver be Mustafa. Önemseme böyle şeyleri. Ben o Rum çocukları görürsem sopayla kovalarım. Sanki memleketi sen mi kurtaracaksın? " diye sordu.
Mustafa: " Evet, dayıcığım, gerekirse evet. "
Mustafa ertesi gün daha güneş doğmadan yatağından kalktı. Hemen üstünü değiştirip, dışarı çıktı. Çiftlikten ayrılıp bakla tarlasına doğru yürümeye başladı. Ay ışığı altında önünü görüyordu. Demek Rum çocuklar çete kurmuşlar ve Türk çocuklarını dövüyorlarmış. Daha iki gün önce Veli'yle dört taş oyunu oynamışlardı. Veli şimdi acaba ne haldeydi? Yüzündeki yaralar biraz iyileşmiştir. Ayaklarına sopayla vurmuşlar. Yürüyememesi çok kötü. Mazluma eziyet, cezayı gerektirir. Gerekirse cezalandırıcı olurum.
Mustafa bakla tarlasına vardığında güneşin ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başlamıştı. Sabah oluyordu. Tarlanın ortasında bulunan kulübeye girdi. Oradaki birkaç aleti aldı. Bunları eski giyecek eşyalarının altına koyarak kapının iki tarafına gizledi. Daha sonra tarlanın dışına çıkarak, geri döndü. Son derece yavaş adımlarla, arada bir durup düşünerek, tarlaya girdi ve kulübeye doğru yürümeye başladı. Kendini çete reisi yerine koyuyor, yine kendisi için, felaket senaryosu üretiyordu.
Mustafa tarlanın ortasında bulunan kulübenin yakınlarında dururken ilerdeki tarlanın kenarından yürüyerek gelen birkaç kişi gördü. Gelenler yaklaştıkça Mustafa bunların görünüşlerinden çocuk, giyinişlerinden Rum olduklarını anladı. Bakalım bu Rum çocuklar yalnız buldukları Türk çocuklarını döven çetenin elemanları mıydılar? Mustafa, en kötü ihtimalle bunlar onlardır, diye düşünerek, dik duruşunu bozmadı. Değilseler ne iyi ama ya onlarsa önce uyarıcı sonra caydırıcı olmalıydı. Mecbur kalmadıkça kavga işine girmek istemiyordu. Belki de büyüdüğünde çok daha büyük kavgalara kendini hazırlıyordu. Böyle dar alanlarda marifet gösterilemeyeceğini düşünüyordu. İnsanın bir marifeti varsa bunu dünyaya göstermeliydi.
Beş Rum çocuğundan dördü tarlanın kenarında kaldı. Sadece biri, kabadayıvari hareketlerle yürüyeni tarlaya girdi ve Mustafa'ya doğru yürümeye başladı. Sağ tarafından su almış, hafifçe yana yatmış gemi gibi, kafa öne eğilmiş, gözlerini belertmiş, bakışlarını Mustafa'ya dikmiş, O'nun korkmasını ve kaçmasını bekleyerek yanından geçip kulübeye girip çıktı ve gelip Mustafa'nın iki adım karşısında durdu:
" Hey arkadaş! Sen heykel gibi dimdik durmak. Yok kulübede baba, dede. Demek sadece kendine güvenmek var. "
" Doğrudur bu. Kendime çok güvenirim. Her engeli aşmasını bilirim. "
" Dur arkadaş! Farzet ki, önünde büyük engel, aşamadın engeli. "
" O zaman, engeli yıkar geçerim. "
" Vay be!.. Bravo arkadaş! Sen çok cesur olmak. Ben seni alkışlamak. Gün gelip dünya seni alkışlamak. Ben sana hürmet, saygı. Ben yanlış yapmak. Dövmek Türk çocuklarını. Senden utanmak. Buralardan gitmek ben, çok uzaklara. "
Rum çocuklar gittikten sonra Mustafa bir süre oralarda gezindi. Cesur olmak, bana her zaman artı puan kazandırmıştır, diye düşündü. Cesur olmasaydım, sabahın köründe tarlaya gelip Rum çocuklarını beklemezdim. Çetenin elebaşı, karşımda tutunamayacaklarını anladığı için, ters - yüz edip, arkasına bakmadan kaçtı. Benim için, birle beş hiç farketmez. Kapışma olsaydı, onların alacakları eksi puanları geldikleri Rum köyündekiler bir günde saymakla bitiremezdi.
Sabah uyanınca Mustafa'nın yatağının boş olduğunu gören dayısı Hüseyin Ağa, Mustafa'yı aramaya çıkmıştı. O'nu nerede bulacağını çok iyi biliyordu. Tarlaya geldiğinde:
" Neden böyle yaptın Mustafa, erkenden tarlaya geldin? Biraz önce Rum çocuklarını gördüm. Hızlı hızlı gidiyorlardı. Galiba buraya uğramışlar. Sende kırık - çıkık yok ya? "
" Bende kırık - çıkık yok da, çete reisiyle kısa bir tartışmamız oldu. Böylelikle kötülük yapma düşüncesi kayboldu. Türk, öyle güçlüdür ki, her zorluğun üstesinden gelir. Daima başarılı olur. Türk'ün gücünü az önce anladılar. Ben büyüdüğümde daha iyi anlayacaklar. "
SON
ARKADAŞ DEDİĞİN BÖYLE OLUR
Bazı günler Mustafa Makbule’yi bakla tarlasında yalnız bırakıp çevrede gezmeye çıkıyordu. Bir gün Mustafa gezerken bir kaval sesi duydu. Bu kavalı kimin çaldığını merak edip kaval sesinin geldiği tarafa doğru yürüdü. Biraz gidince baktı ilerdeki bir ağacın altında on yaşlarında bir çoban kaval çalıyor etrafında da koyunlar otluyordu. Mustafa bu çocuğun kavalıyla yarattığı sihirli dünyasını bozmak istemedi. “ Varsın çalsın garip “ diye düşündü. “ Ben de o kaval çalmayı bırakıncaya kadar burada oturur beklerim. “ Aradan yarım saat geçti. Çocuk türküler oyun havaları çaldıktan sonra kavalını ağaca yasladı ve azık torbasını açıp yanında getirdiği yiyecekleri yemeye başladı. Mustafa oturduğu yerden kalktı, çocuğun yanına doğru yürümeye başladı. Karşıdan birisinin gelmekte olduğunu otların hışırtısından duyan çocuk başını kaldırdı. Geleni tanımıyordu. “ Acaba kim ki? “ diye düşündü. Mustafa çocuğun yanına gelince gülümseyerek:
“ Merhaba arkadaş afiyet olsun “ dedi. “ Benim adım Mustafa. İzin verirsen yanına oturmak istiyorum. “
Çoban çocuk:
“ Tabii gel gel buyur şöyle “ dedi. “ Hem bak acıktıysan hiç çekinme ye bir şeyler karnını doyur. Yemezsen darılırım. “
Mustafa çocuğun yanına oturdu. Sessizce ikisi birlikte yemeklerini yediler. Daha sonra Mustafa: “ Arkadaş çok güzel kaval çalıyorsun. Kendi kendine mi öğrendin yoksa bir öğreten mi oldu? “ diye sordu.
Çoban çocuk:
“ Köylük yerde böyle eften püften işleri öğreten olmaz “ dedi. “ Benim dedem de çoban babam da çoban eh ben de çoban. Beş yaşına bastığımda babam haydi bakalım Ali al güt şu koyunları deyip on tane koyun verdi bana. O günden bu yana çoban olup çıktım. Dedemi, babamı kaval çalarken dinledim. Bir gün canım sıkıldı bu kavalı yaptım. Öyle böyle derken öğrendim çalmasını. Güzel çaldığımı az önce sen dediydin. Sağ olasın. “
“ Peki arkadaş çoban olarak yaşamını sürdüreceğini söylüyorsun. Tabiatla iç içesin, koyunlarını güdüyorsun, dilediğince kavalını çalıyorsun. İşine pek karışan olmaz. Özgürsün belki mutlusun da. Fakat senden öncekilerden gördüğün onların yaşadığı yaşam tarzının dışına çıkarak dışarıya taşarak daha aktif bir hayat yaşamayı arzulamaz mısın? Kendine bir hedef seçersin ve hedefine varmak için yeterli bilgiyi öğrenmeye okula gidersin. Bu ön bilgiyi öğrendikçe öğrendiklerinin ışığında fikirlerini geliştirirsin. Eğer isterse kişi vatanına milletine faydalı olabilecek pek çok iş başarır. “
“ Ne yalan söyleyeyim söylediklerinin bazı yerlerini tam olarak anlayamadıysam da çoğunu anladım. İyi güzel diyorsun da bizim köyde okul yok ki. Şehirdeki okula gitmeye kalksam hiç tanıdığımız yok orada kalacak yerim yok. Zaten babamlar bırakmazlar gideyim. Belki onlar da isterler Ali amir-memur olsun ama şu gördüğün koyunların başına bir çoban lazım. Herkes amir-memur olsa çobanlığı kim yapacak? Boş ver beni be düşünme beni be bırak ben çoban kalayım. Sen asıl kendinden haber ver, buralarda kimlere misafir geldin ki? Hem senin geldiğin şehir büyük mü? Sizin okulda çok çocuk var mı okula giden? “
“ Bak arkadaş hayatta insanın eline birtakım fırsatlar geçer. Önemli olan ele geçen bu fırsatları en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bunun için de gayret gereklidir. Eğer biz seçtiğimiz hedefe ulaşmak için yeterli gayreti göstermezsek zaman içinde hedefimize gittikçe yaklaştığımızı değil bilakis hedefimizden giderek uzaklaştığımızı fark ederiz. Kimsenin kimseye zorla meslek seçtirmesine taraftar değilim. Severek yapılmayan bir iş bir uğraş kişiye hayatı anlamsız kılar. Böyle biri de eğer çıkış yolu bulamazsa yani hayatını anlamsızlıktan kurtaramazsa vatanına milletine gerektiği şekilde faydalı olamaz. Şimdi arkadaş sen şehirdeki okula gitmeye kalksan orada yatılı bir okula girerdin ve kalacak yer diye bir sorunun olmazdı. Az önceki sözlerinden bunun için birtakım engeller çıkabileceğinden çekindiğini anladım. Ayrıca da senin buradaki yaşantından pek şikayetçi olmadığını fark ettim. Fakat okuma-yazma isteği ile yanıp tutuştuğun belli. Benim okuduğum okulda okuyan çocukları merak etmen bunu gösteriyor. Ben annem ve kız kardeşimle birlikte Selanik’ten dayım Hüseyin Ağa’nın yanına geldik. Kız kardeşimle birlikte dayımın bakla tarlasında bekçilik yapıyoruz. Fırsat buldukça çevrede gezintiye çıkıyorum. İşte böyle bir gezinti anında seni gördüm yanına geldim oturduk konuşuyoruz. İki ay kadar dayımın çiftliğinde kalacağız. Yani iki ay seninle bir arada olabiliriz demek istiyorum. Arkadaş eğer istersen sana okuma-yazma öğretmek istiyorum. Biz buradan giderken sen okuma-yazma öğrenmiş olursun ve sana bırakacağım ders kitaplarını okuyup iyice öğrenirsin. Bu arada boş durmayıp arkadaşlarına da okuma-yazma öğretmek için çaba sarf edersin. Yakın bir gelecekte sizin köyün öğretmeni olursun. Ne dersin arkadaş ister misin okuma-yazma öğrenmek? “
“ Tabii ki isterim istemesine de becerebilir miyim dersin okuma-yazma öğrenmeyi? “
“ Becerirsin becerirsin. Sen istedikten biraz da gayret gösterdikten sonra başarılı olmaman için hiçbir neden göremiyorum. “
Mustafa daha sonra konuşmasının bir bölümünde Selanik’te Şemsi Efendi’nin İlkokulunda okuduğunu fakat babası Ali Rıza Efendi’nin ölümü üzerine annesi ve kız kardeşiyle dayısının yanına geldiklerini anlattı. İlkokulu bitirdikten sonraki amacının Askeri Rüşdiye’nin imtihanlarını kazanarak oraya girmek Rüşdiye’yi bitirdikten sonra yüksek öğrenimine devam ederek sonunda subay olmak olduğunu belirtti. Mustafa ile Ali bir süre daha konuşmalarına devam ettiler ve yarın aynı yerde buluşmak üzere birbirlerinden ayrıldılar. Mustafa fırsat buldukça Çoban Ali ile bir araya geldi; ona okuma-yazma öğretebilmek için çırpınıp durdu. Mustafa’nın bu iyi niyetli çabaları boşa gitmedi. Bir süre sonra Ali okuma-yazma öğrenmeye muvaffak oldu. Aradan birkaç hafta geçtikten sonra Mustafa:
“ Arkadaş annem beni Selanik’e teyzemin yanına gönderiyor. Yarın gidiyorum. Selanik’te okumaya devam edeceğim. İşte ders kitaplarımı getirdim. İlk tanıştığımız günkü konuştuklarımızı unutmadın sanırım. Bu kitapları iyice oku öğren. Fakat öğrendiklerin sende kalmasın. Öğrendiklerini arkadaşlarına da öğret onlara da okuma-yazma öğret. Bir ülkede cahiller ne kadar çoksa o ülke o kadar geri kalmış demektir. Ülkemizin medeni milletler seviyesine erişebilmesi her ferdin üzerine düşen görevi yapmasıyla gerçekleşir. Sadece ben okuma-yazma biliyorum ben bilgiliyim demekle olmaz. Başkalarına da okuma-yazma öğretmedikçe, eğitmedikçe, bilgilendirmedikçe görevin tamamlanmış sayılmaz yarım kalır. Bunu sakın aklından çıkarma. En güzel günler senin olsun arkadaş hoşça kal…” dedi ve elini uzattı. Çoban Ali kendisine uzatılan dost eli sevgiyle sıktıktan sonra:
“ Seni subay olmuş yürürken görür gibi oluyorum Mustafa. İnşallah vatana millete yararlı olursun. Mustafa adını hiç unutmayacağım sen de Çoban Ali adını unutma. Subay olunca fırsat bulursan gel gör beni ben hep buralardayım olur mu Mustafa? “ derken göz pınarlarından akan yaşları silmek gereğini duymuyordu.
SON