Kıbrıs'tan Doğan Güneş
"Bekleyin görecektir duranlar yürüyeni
Sabredin gelecektir solmaz pörsümez yeni
Karayel bir kıvılcım simsiyah oldu ocak
Gün doğmakta anneler ne zaman doğuracak!"
Türkün ateşle imtihanını varlık yokluk ikileminde yaptığı yıllardır.Osmanlı-Türk coğrafyası parçalanmış; Kırım, Bosna, Selanik, Musul , Kerkük, Kosova ve daha nice kadim Türk yurtları düşman eline geçmiş, Kafkaslar ateş deryasının, Türkistan ise kızıl bir esaretin pençesindedir.
Elde kalan son vatan parçası Anadolu ise orduları yenilmiş, fertleri ümitsiz, heryanı işgal ordularınca ve onların beslemesi azınlık çeteleriyle işgale hazırlanmış ve paylaşılmış bir halde, imkansız bir kurtuluş mücadesinin arefesindedir.İşte şairin “Karayel bir kıvılcım simsiyah oldu ocak, Gün doğmakta anneler ne zaman doğuracak” mısraları, 25 Kasım günü tamamı İngiliz işgali altında bir Türk yurdu olan Kıbrıs’ta doğan güneşle cevaplanacaktır.
Aslen Kayserili olup Kıbrıs’a yerleşen Koyunoğlu ailesine mensup Tuzlalı Ahmet Hamdi Bey ve eşi Fatma Zehra Hanım’ın Ali Aslan ismini verdikleri biricik evlatları 20. yüzyıl Türk Dünyasına bir güneş ihtişamıyla doğan, sonraları hocasının koyduğu adla Alparslan ve nihayetinde milletinin verdiği ünvanla Başbuğ Türkeş’ten başkası olmayacaktır.
Esaret altında vatanın ve hürriyetin ne demek olduğunu iliklerine kadar hisseden genç Alparslan daha çocukluk yıllarında birbirinden değerli hocalarından aldığı feyiz ve imanla Türklük şuurunu kapar ve doğup büyüdüğü toprakları kurtarabilmek için asker olmak ümidiyle Türkiye’ye gitmek için yanar tutuşur.Yıllar sonra anne ve babasını ikna ederek hayallerini gerçekleştirebilmek için Türkiye’ye gelir ve Kuleli Askeri lisesine kaydını yaptırır.
Bundan sonraki yıllar Alparslan Türkeş’in kendini Türkiye ve esir Türk yurtları davasına adayacağı koca bir ömrün ilk kilometre taşlarıdır.
Yıl 3 Mayıs 1944.Üsteğmen Alparslan Türkeş, Atatürk’ün ölümüyle beraber sarsılmaya başlayan milli devletin ilk dış yalakalığının açık bir tezahürü olarak Sovyet Rusya’ya şirinlik adına Türkçülük ve Turancılık yaptığı gerekçesiyle diğer milliyetçi fikir adamlarıyla beraber yargılanarak, hapse atılır.Türkiye’ye ve esaret altında yaşayan diğer Türk topluluklarına yönelik ilgileri devrin iktidarı tarafından kendince cezalandırılırken, onlara yapılan bu zulümler Türk gençliğinde bir daha dinmesi asla mümkün olmayacak bir sevdaya dönüşüp nazlı bir bayrak gibi göndere çekilecektir.
Genç Üsteğmen Alparslan Türkeş kendinden önceki neslin mücadeleci kurmaylık örneğinin en başcı temsilcisi olarak bundan sonraki hayatını bu davaya adayacaktır.Yıllar sonra 1960 yılında devrin kötü giden gidişatına Milli Birlik Komitesi olarak el koyuluş, Türkeş’i bu sefer ihtilalin kudretli albayı olarak Türk Milletinin karşısına çıkaracaktır.MBK’nde yaklaşık 5 buçuk ay gerçekleştirdiği başbakanlık müsteşarlığında kurduğu Tübitak, Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet İstatistik Enstitüsü gibi kurumlar ve gösterdiği milliyetçi duruş yine Türklük düşmanlarının hoşuna gitmeyecek ve Türkeş beraberinde 14 arkadaşıyla beraber sürgüne gönderilecektir.Onunsa nasibine Hindistan düşer ve 2,5 yıllık sürgünlük hayatı başlar.
1963 yılında tekrar yurda dönen Türkeş bir lahza durmaksızın mücadeleye bıraktığı yerden başlar ve sineyi millete dönerek Türk milletine hakikat davasını anlatmaya koyulur.O yıllar Türk’ün yine ateş çemberinden geçtiği ve üzerinde büyük oyunların oynandığı yıllardır.Öteden beri üniversitelerde aşılanan komünizm propagandası türlü oyunlarla taraftar toplamış, ülkeyi Sovyet peyki haline getirmeye çalışan terör örgütleri üniversiteler, fabrikalar, cadde ve sokakları savaş meydanlarına çevirerek devlete açık bir harekata girişmişlerdir.Rus yayılmacılığının ve sıcak denizlere inme hedefinin komünizmle başlattığı Türkiye’yi imha planı, Alparslan Türkeş’in kurtarıcı bir lider olarak başlattığı iman mücadelesinde ülkücülerin göğüslerini vatana siper edişlerinde son bulacak ve dar alana sıkışan Sovyetler 5bini aşkın ülkücü gencin şehadetiyle ölümcül yara alacak ve avucunda tuttuğu Türk yurtlarını da birbir azat ederek tarihin karanlığında ki yerini alacaktır.
Ülkücülerin gösterdiği anlamlı duruşun milletçe benimsenmesi ve yapılacak olan ilk seçimlerde Türk Milliyetçilerinin iktidara alternatifsiz yürüyeceğinin kesin oluşu içte ve dışta Türklük düşmanlarını korkutmuş ve okyanus ötesi derebeyini yerli hainlere buyruk vermeye itmişti.”Our boy’s” iş başına, marş marş…Ve tarihe kara bir leke gibi düşen 12 Eylül ihtilali.İhtilal devlet ve millet düşmanlarına adeta yurtdışına kaçışı için göz işaretleri çekerken, vatanın öz evlatları birer birer alınır ve tutuklanır.12 Eylül gece baskıncılarınca alınan Ecevit ve Demirel birer ay, Erbakan ise 33 arkadaşıyla beraber bir sene yargılandıktan sonra beraat ettirilirken, Türklük düşmanlarının kanına dokunan Alparslan Türkeş ise 800 yöneticisi ve 2000’i aşkın evladıyla yargılanmakta ve kendi dahil 219 kişinin idamı istenmektedir.
Geçen uzun seneler birçok acılar, idamlar ve işkencelerle dolu yılları geride bırakır.Ülkücüler yeniden nerede kalmıştık sorusuna cevap ararcasına Başbuğlarının önderliğinde milli mücadeleye kaldıkları yerden devam ederler.Bu yıllar oyunun bir başka boyutta oynanıp ülkenin bir kısmının resmen bölünmesiyle sona erdirilecek bir isyanın zirve yıllardır.İsyancıların Mecliste,iş dünyasında ve sözde demokratik kitle örgütlerinde sayısız temsilcileri, yandaşları ve korkunç planları vardır.Bütün bu oyunlara karşı yine Türkeş sahnededir; “Ne mozaiği ulan!Mermeriz mermer” ya da “ Vatanımızın selameti için gerekirse kanda dökeriz!” haykırışları.Bu haykırışlar Türklük düşmanlarının gece uykularını kaçıran bir bozkurt uluması ve çakal düşlerini parçalayan Türkeş sesleriydi.İç politikanın denge taşı olan Başbuğ bir yandan Karabağ meselesine sahip çıkıyor öbür yandan Kafkaslara Çeçenya’ya el atıyor, güneyde Musul ve Kerkük yanımızdaysa Kıbrıs’a göz dikenleri öz evlatlarını gerektiğinde buralara yollamak pahasına adeta gözlerini oyuyordu.
Ve tarih 4 Nisan 1997…Yüce emir, gel buyruğu ve Başbuğun Hakk’a yürüyüşü.Türk Milletinin başsız ve sahipsiz kalışı.Paralelinde gelişen olayları söyle bir zihnimizde sıralandırırsak Başbuğun nelere ve kimlere karşı aşılması imkansız olan bir set olduğunu daha iyi idrak edebiliriz.Onun vefatından sonra 28 şubat gerçek yüzünü göstermiş ve milletin inanç değerleriyle kasti oynamalar yapılarak bugünkü iktidara zemin hazırlanmıştır.Onun vefatından sonra yurt ve dünya sathında bu milletin parası ve evlatlarını kullanarak teşkilatlanan bir cemaat zıvanadan çıkarak ABD’nin adeta resmi propaganda aracı olmuş ve hoşgörü diyalog ekseninde ülkeyi haçlı seferleri misyonerler ve kiliseler cehennemine çevirmiştir.Yine onun vefatından sonra işdünyası çizmeyi aşmış, bölücü cepheler adeta kudurmuş, ülke azınlıklar pazarına çevrilmiştir.O gittikten sonra Kıbrıs tek devletlilik dayatmasıyla kaderine terkedelmiş, Kerkük-Musul ve milli yeminden vazgeçilmiş, Çeçenistan, Karabağ, Doğu Türkistan ve Kırım başsız kalarak unutulmuş, bağımsız Türk ülkeleri “Türkçe Konuşan Milletler” olarak anılmaya başlanmıştır.İşte Başbuğ Alparslan Türkeş bütün bu oyunlara karşı tek başına bir duruş, yıkılmaz ve sarsılmaz bir abideydi.Onun vefatı çok şeyi değiştirdi.Yinede Yüce Allah'a sonsuz şükürler olsun ki, yılgınlığa davasında yer vermeyen ve yollarının uzun ve çetin olduğunu bizzat başbuğlarından öğrenmiş bir ülkücü gençlik var.İşte bu gençlik Türk milletinin yegane ümit kaynağı ve Başbuğ yolunun devamcısı olmaya namzet bir mahiyette olmalıdır.Bütün bu sıkıntılar ve karmaşıklıklardan kurtulabilmenin yegane yolu da onun fikirlerine yeniden sarılmak ve onu yaşayan nesle mücadesi ve fikirleriyle anlatmaktan geçer.Ancak o zaman Başbuğun vasiyeti gerçekleşir ve biz ülkücü evlatlarına koyduğu 21.yüzyılın Türk asrı olacağına olan inancı ve hedefi hakikatleşir.Bunun için çok çalışmalı asla yılmamalı ve kararlılıkla hedeflerimize doğru yürümeli ve başarmalıyız.Gün Başbuğun gösterdiği hedefe kitlenme ve ”Türk Milletini çağlar üzerinden sıçratma” ülküsüne sarılma günüdür.Bir lahza geri durmak ise Türk Milletine ve Türk tarihine en büyük ihanettir.
Gökhan KESKİN